2 Ocak 2009
PROF. Dr. Celal Şengör, dünyanın saygın bilim adamlarından biri. Deprem konusunda uzmanlıkları: Yapısal jeoloji, tektonik ve stratigrafi. Şengör, dünyanın pek çok ünlü üniversitesinde bilimsel çalışmalar yapıyor, oralarda dersler veriyor.
Böyle değerli ve ülkenin gurur kaynağı olan bir bilim adamını YÖK ödüllendireceğine, onu üniversiteden atmak istiyor.
Nedeni de şu: Şengör varlıklı, holding sahibi bir ailenin çocuğu. Ailenin büyüklerinin artık yaşlanması, gençlerin de ticaretle uğraşmak istememeleri nedeniyle holdingin tasfiyesine karar veriliyor.
Bunun için holdingin mal varlıklarının aile bireylerine geçmesi gerekiyor.
Maliye mevzuatına göre aile bireylerinin bu malları devralıp satabilmeleri için birer şirket kurmaları zorunlu.
2007 yılında şirketler kuruluyor. Celal Şengör de zorunlu olarak bu şirketlerden birinin yönetim kuruluna giriyor.
Şengör, devlet memuru olduğu için bunun sakıncalı olabileceği konusunda profesyonelleri uyarıyor.
2008’de yönetim kurulu üyeliğinden istifa ederek yerini eşine bırakıyor.
Bu süreçte hiçbir toplantıya katılmıyor, hiçbir belgeye imza atmıyor.
* * *
Celal Şengör, Üniversitelerarası Kurul tarafından YÖK üyeliği için aday gösterilince dinci gazeteler bu yönetim kurulu üyeliğini haber yapıyorlar.
YÖK bunu ihbar kabul ederek soruşturma açıyor.
Soruşturmayı yürüten iki YÖK temsilcisi, ticaret yapma suçunun oluşmadığı sonucuna varıyor, Celal Şengör’e yönetim kuruluna girdiği için sadece bir kınama cezası verilmesini öneriyor.
Ancak YÖK Başkanı, Celal Şengör’ün üniversiteden uzaklaştırılması gerektiğini YÖK’e tavsiye ediyor.
Başkanın bu öfkesinin esas nedeni Şengör’ün iktidar karşıtı tutumu.
Yaşamının hiçbir döneminde ticaret yapmayan, sadece bilimle uğraşan Prof. Celal Şengör’ü YÖK, üniversiteden atmaya kararlı.
Bu ilkel, bilim karşıtı tutum ve davranış, dünya bilim çevrelerinde duyulunca kıyamet kopuyor.
Amerika Birleşik Devletleri Ulusal Bilimler Akademisi ve birçok bilimsel kurumdan Gül’e, Erdoğan’a, Hüseyin Çelik’e ve İTÜ Rektörü’ne olayı protesto eden mektuplar yağıyor.
Dünyanın en iyi üniversiteleri, Prof. Şengör’e reva görülen bu bilim dışı tutum ve davranış karşısında Türk bilim adamına kapılarını sonuna kadar açıyor ve kendisini davet ediyor.
Bir yanda dünyanın en büyük bilim kurumları ve üniversitelerinin sahip çıktığı Prof. Celal Şengör...
Öbür yanda üniversiteleri iktidarın güdümüne sokmakla görevlendirilen YÖK Başkanı Yusuf Ziya Özcan...
Şimdi hem iktidara, hem de görevlendirdikleri YÖK Başkanı’na şu soruyu soruyorum ve onları bir akıl ve vicdan muhasebesi yapmaya çağırıyorum.
"Celal Şengör gibi dünyada bilim adamı olarak büyük saygınlığı olan bir profesörü üniversiteden atmak kime zarar verir?"
Ne Cumhurbaşkanı’nın, ne Başbakan’ın, ne Milli Eğitim Bakanı’nın, ne de YÖK Başkanı’nın bu soruya vicdani ve akli bir yanıtları olabileceğini sanmıyorum.
NOT YORUM
BEN Başbakan Erdoğan’ın Melih Gökçek’i ekarte etmeyi göze alabileceğini düşünmüyordum.
Nitekim alamadı.
Melih Bey’i de kendisi için pek onurlu geçmeyen bu süreci içine sindirdiği için kutluyorum!
Yazının Devamını Oku 31 Aralık 2008
1950 yılında Kırşehir’in Çiçekdağı İlçesi’nde doğdu. Orta ve lise öğrenimini Yozgat’ta tamamladı. <br><br>Eskişehir İktisadi Ticari İlimler Akademisi’nden mezun olduktan sonra 1974’te denetçi yardımcısı olarak Sayıştay’a girdi. 1985’te Sayıştay üyeliğine, 1990’da da Cumhurbaşkanı Turgut Özal tarafından Anayasa Mahkemesi üyeliğine seçildi.
Turgut Özal’ın Kılıç’a Nakşibendi Tarikatı üyesi olduğu için bir sempati beslediği, bu nedenle kendisini Anayasa Mahkemesi üyeliğine seçmeye karar verdiği yaygın bir kanıdır.
Hatta Kılıç’ın seçilebilmesi için Sayıştay yasası bile değiştirildi.
Atamadan sonra Anayasa Mahkemesi Kılıç’ın atamasını sağlayan değişikliği iptal etti.
Ancak mahkeme, karar geriye doğru yürümez gerekçesiyle Kılıç’ın üyeliğe devamına onay verdi.
Kılıç 1999’da Anayasa Mahkemesi Başkan Vekilliği’ne seçilmeyi başardı.
Böylece Anayasa Mahkemesi Başkanlığı yolu açılmış oldu.
2007’de bu da gerçekleşti ve Kılıç birçok kez tekrarlanan turlar sonunda ince bir ayarla ve de 6 oyla Anayasa Mahkemesi Başkanlığı’na seçiliverdi.
Ve Türkiye Cumhuriyeti’nin hukukçu olmayan ilk Anayasa Mahkemesi Başkanı olma onurunu kazandı.
* * *
Kılıç’ın başkanlığı AKP iktidarı için çok önemliydi ve Anayasa Mahkemesi’nin ele geçirilmesinin en büyük adımıydı.
Çünkü Kılıç Cumhurbaşkanı, Başbakan ve bakanların birçoğuyla aynı dünya görüşünü paylaşıyordu.
Buna birkaç örnek verelim.
Refah, Fazilet ve AKP’nin kapatılmasına ret oyu verdi.
Üniversitelere türbanla girilemeyeceği kararına karşı oy kullandı.
Merve Kavakçı’nın türbanla Meclis’e girip yemin etme girişimine "Herhangi bir yasada bunun yasak olduğu belirtilmemiştir" diye destek verdi.
Anayasa’nın cumhuriyet, laiklik ve ulus devlet gibi Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş felsefesi ve esaslarını içeren değiştirilemez, değiştirilmesi teklif dahi edilemez maddelerinin tartışılması gerektiğini ileri sürdü.
Görüldüğü gibi Haşim Kılıç dünya görüşü olarak her zaman laik demokratik cumhuriyete, ilkelerine ve kazanımlarına karşı olan gerici gruplarla ve Cumhuriyet’in üniter devlet yapısına karşı olan güçlerle aynı çizgide buluştu.
Haşim Kılıç’ın son marifeti, Anayasa Mahkemesi heyetini toplamadan Anayasa Mahkemesi adına hükümetten yana açıklama yapan ilk başkan olmasıdır.
Böyle bir skandala imza atmasına rağmen başkanlık koltuğunda oturmaya devamda hiçbir sakınca görmemektedir.
Gül’den beklenen buydu
YUNUS Söylet ikinci değil, altıncı da olsa Cumhurbaşkanı Gül onu İstanbul Üniversitesi Rektörlüğü’ne atayacaktı.
Çünkü Yunus Söylet AKP’nin adayıydı ve üniversitelerin ele geçirilmesinde önemli bir aktör olarak iktidar tarafından seçilmişti.
Şimdi kendisini büyük görevler bekliyor. Tıpkı YÖK Başkanı Yusuf Ziya Özcan gibi...
Yunus Bey’in öteki iktidar yanlısı rektörler gibi kendisinden beklenenleri eksiksiz yerine getireceğinden kimsenin kuşkusu olmasın.
Benim merak ettiğim sonra neler olacağıdır.
Üniversiteler yeniden kavga ortamına sürüklenince bu iktidar ve cumhurbaşkanı ne yapacak?
Yeni yılın hem size hem de ülkemize güzellikler, mutluluklar getirmesini dilerim. T.T.
Yazının Devamını Oku 29 Aralık 2008
SİZE hiç zarar vermese de her katliam, dehşet veren acısıyla ruhen büyük bir çöküntüye sürükleniyor insanı. Bir de bunun üzerine çaresizliğinizi koyarsanız ruh çöküntünüz çok daha mahvedici oluyor.
Hele katliamdan kısa bir süre sonra önümüze gelen fotoğraflar?
Sağa sola saçılmış yüzlerce insan cesedinin yarattığı korkunç o görüntüler insanı gazeteci olduğuna pişman ediyor.
Söz bitiyor. Sağlıklı düşünme yetiniz yok oluyor. İnsanlığınızdan utanıyorsunuz.
Cumartesi günü bütün gün "Keşke haberleri okuma, fotoğraflara bakma ve televizyon izleme zorunluluğum olmasaydı" diye düşündüm.
Uygarlıklar arasındaki çatışmaların çığırından çıkacağını, insanlığın büyük facialar yaşayacağını söyleyen siyaset bilimci Samuel Huntington’un aynı gün ölmesi de kaderin acı bir cilvesi değil mi?
Acaba Huntington tezinin gerçeğe dönüştüğünün bir örneğini daha dünyanın acıyla yaşadığı önceki günkü katliamı görebildi mi?
* * *
Filistin halkı yıllardır bu dayanılmaz acının içinde doğuyor, büyüyor ve ölüyor.
Üstelik bu kısacık ömür çilelerle, acılarla geçiyor.
İnsan olarak dünyaya gelen Filistinliler insanca yaşama hakkını bir türlü elde edemiyorlar.
Vatanları, özgürlükleri ellerinden alınmış, topraklarında İsrail’in, Amerika’nın insafına sığınarak yaşamak zorunda bırakılmışlar.
Böyle bir adaletsizlik olamaz, böyle bir adaletsizlik üstüne barış inşa edilemez.
Filistin halkına içine düştükleri cehennemden kurtulma hakkı tanınmazsa o bölgede ne çatışmalar biter, ne de akan kanlar durur.
Ölüm, bugün olduğu gibi, günlük yaşamın olağan bir parçası haline gelir.
Dünya bu gerçeği bir türlü görmek istemiyor.
Barış için arabuluculuklar da sonuçsuz bir gösteriden öteye gidemiyor.
Dünya, Filistin-İsrail anlaşmazlığını çözmeden bölgeye barışın gelmesini sağlayamaz.
* * *
Hamas Filistin halkının katledilmesine, bunca insanın ölümüne neden olan aktörlerden biridir.
İsrail ise artık sağduyusunu yitirmiş, acımasızca saldıran bir ölüm makinesine dönüşmüştür.
Bu ülke, bölge topraklarını hakkaniyetle Filistin halkıyla bölüşmeye razı olmadan kendisinin de rahat yüzü göremeyeceğini ne zaman kabul edecek?
Yoksa Filistin’in çektiği kadar olmasa da kendisi de acılarla birlikte yaşamak zorunda kalacak.
Amerika, bana göre bu facianın devamından sorumlu olan tek ülkedir.
Hálá yaşanan katliamı kınamıyor, İsrail’e dur demiyor.
Amerika’nın bu yaklaşımı devam ettiği sürece İsrail-Filistin düşmanlığı son bulmaz.
6 bin insanın yaşamını yitirdiği 11 Eylül faciasının bile Amerika’nın gerçekleri görmesine yetmemesi şaşırtıcıdır.
Washington, toprakları ellerinden alınan ve vatanlarında sığıntı gibi yaşayan insanların ölmekten başka bir çareleri kalmadığı gerçeğini bir türlü kavrayamadı.
Amerika dünyanın huzura kavuşması için İsrail-Filistin sorununun çözülmesini sağlamalıdır.
Bunun tek yolu vatanları ellerinden alınan insanlara vatanlarını geri vermektir.
Çünkü vatan her şeydir.
Yazının Devamını Oku 27 Aralık 2008
BAŞBAKAN’ın kavgayı sevmesinin nedeni, sanırım çocukluğunu ve gençliğini geçirdiği semtteki yaşamın ve koşulların kişiliğine yansıması olmalı. Medyaya çatmasına, hakaretlere varan suçlamalarda bulunmasına alıştığımız için artık bunlara aldırmıyoruz.
Ama Başbakan’ı, medyayla sık sık giriştiği kavgalar kesmiyor.
Yargıya da saldırıyor...
Hukuk kurumlarının üzerine titreyeceğine, onları her fırsatta didikliyor.
Örneğin, Anayasa Mahkemesi’ne ateş püskürüyor.
Zaman zaman Danıştay’a öfke duyuyor.
İstiyor ki, yargı yüzde yüz kendisinden yana olsun ve hukuka mukuka aldırmadan yaptığı her şeyi onaylasın.
Başbakan, Türkiye Cumhuriyeti’nin bir hukuk devleti olduğunu unutuyor.
Ama işine geldiği zaman da hukuk devleti olmanın vazgeçilmezliğini dilinden düşürmüyor.
Başbakan üniversitelerle, bürokrasiyle, sendikalarla da boğuşmadan yapamıyor.
Kendi yandaşları dışındaki iş álemini, sevmemekten öte düşman gibi görüyor.
Bazı işadamlarına selam bile vermiyor, onlara zorluklar çıkarıyor.
* * *
Gelelim Cumhurbaşkanı’na...
Cumhurbaşkanı’nın kavgacı bir kişiliği yok.
Yok ama onun da bazı özellikleri, oturduğu koltuğa ters düşüyor.
O nedenle aklı başında herkes, tarafsız olamayacağını bildiği için Abdullah Gül’ün seçilmesine karşı çıktı.
Gül, bugüne kadar yaptığı icraatıyla bu insanların ne kadar haklı olduğunu gösterdi.
Örneğin, atamalarda uyguladığı ölçütü, liyakate değil, benimsediği dünya görüşüne göre işletti.
Son bir örnek verelim.
Dokuz Eylül Üniversitesi’ne yaptığı rektör atamasındaki skandal, Çankaya’nın saygınlığını ciddi şekilde zedeledi.
Bu kadar danışmanı olan Cumhurbaşkanı, yarım gün çalışan bir kişinin rektör seçilemeyeceğini nasıl atlayıp da bu zatın atamasını yapar?
Üstelik bu kişinin aldığı oy, birinci olan adayın çok altındaysa...
Ama Cumhurbaşkanı, hem üniversite öğretim üyelerinin oylarına, hem de hukuki duruma aldırmadı.
Atamayı yapıverdi.
* * *
Martta yerel seçimler yapılacak.
Bugüne kadar hep dürüst seçim yapan Türkiye, garipliklerle dolu bir seçime gidiyor.
Seçmen kütükleri tam bir kargaşa içinde.
Bu kütükleri İçişleri Bakanlığı ile Başbakanlığa bağlı kurumlara hazırlatırsanız olacağı budur.
Kazanamayacağınız belediyeleri birleştirme veya bölme taktikleriyle ele geçirmeye kalkarsanız, böyle hukuki rezaletlerle karşı karşıya kalırsınız.
Bu yolun demokrasilerde çıkar yol olmayacağını birileri Başbakan’a anlatmalı.
Bakın ne oluyor, Başbakan’ın kavgacı kişiliği yukarıdan aşağıya bütün ülkeye yansıyor.
Kurumlar, vatandaşlar birbirine giriyor.
Ülkenin dengesi bozuluyor, ne huzur kalıyor, ne hoşgörü.
Herkes birbirinin gırtlağına sarılıyor.
Başbakan ise her yaptığı konuşmada yeni bir kavganın fitilini ateşlemekten sanki zevk alıyor.
Yazının Devamını Oku 26 Aralık 2008
BU bir skandaldır. Düşünün Türk yargısının en üst yargı organı olan Anayasa Mahkemesi’nin Başkanı kamuoyuna yalan söylüyor. Haşim Kılıç Danıştay ile Yüksek Seçim Kurulu’nun yerel seçimlerde 862 belde belediyesinin seçimlere girebileceği hakkındaki kararlarının anayasa ihlali olduğunu açıklıyor.
Kılıç bu açıklamayı, Başbakan Erdoğan’ın Danıştay’ı verdiği karar nedeniyle ikinci bir Anayasa Mahkemesi olmakla suçlamasının hemen arkasından yapıyor.
Anayasa Mahkemesi Başkanvekili Osman Paksüt, Haşim Bey’in açıklamasının mahkeme heyetinin kararıyla olmadığını ve bu değerlendirmelere katılmadığını söylüyor.
Ertesi gün Haşim Kılıç heyetin 6 üyesinin onayını aldığını, o nedenle söylediklerinin mahkemenin görüşü olduğunu belirtiyor.
Birkaç saat sonra Anayasa Mahkemesi’nin 8 üyesi bir deklarasyon yayınlayarak başkanın açıklamasına onay vermediklerini ve değerlendirmelerine katılmadıklarını kamuoyuna duyuruyorlar.
Bu durumda Anayasa Mahkemesi Başkanı’nın kamuoyuna yalan söylediği ortaya çıkıyor.
* * *
Evet bu bir skandaldır.
En üst yargı organının başkanının kamuoyunu böylesine aldatması kabul edilemez.
Bunu yapan insanın da bundan sonra yapabileceği tek görev vardır; o da istifa etmektir.
Şimdi Haşim Kılıç’tan beklenen budur.
Haşim Bey’in hiç beklemeden, hukukçu olmadığı halde işgal ettiği Anayasa Mahkemesi Başkanlığı koltuğunu boşaltması gerekir.
Böyle bir skandala imza atan bir insanın bütün demokratik ülkelerde yapacağı şey de budur.
Direnmenin bir yararı olmaz.
Haşim Bey bu ezikliği, düştüğü bu durumun yükünü kaldıramaz.
İktidara yaranmak için yarattığı bu skandal Haşim Kılıç’a kamuoyunun duyması gereken güveni sıfıra indirmiştir.
Haşim Kılıç istifa ederse hiç değilse son görevini onurluca yerine getirmiş olur.
Bizim kendisine tavsiyemiz daha fazla yıpranmadan, başkanı olduğu kurumu da yıpratmadan istifa etmesidir.
Doktor çaresiz
TAYYİP Bey önce "Hamdolsun biz iyiyiz" dedi.
Krizin ucu görününce "Evvel Allah bize bir şey olmaz" dedi.
Sonra kriz kapıya dayanınca "Merak etmeyin bizi teğet geçer" dedi.
Patır patır iflaslar başlayınca, firmalar kapılarını kapattıkça ve işsizler ordusu katlanarak çoğaldıkça "Ben ülkenin doktoruyum. Durumu ağır olan hastaya ölüyorsun diyemem" dedi.
Son olarak da teşhisi koydu:
"Kriz psikolojiktir."
Doktor çaresiz.
Doktor elinden bir şey gelmeyeceğini itiraf ediyor, "Herkes başının çaresine baksın" diyor.
Şimdi vatandaş ne yapacak?
Tek yol var, fıttırmamak için psikoloğa gitmek.
Yazının Devamını Oku 24 Aralık 2008
BAZI politikacılar sivri dillidir. Karşı cephede olanlara sert eleştiriler yöneltip taraftarlarından övgüler almayı amaçlarlar. Çoğu zaman da bunu başarırlar. Ama bazen de baltayı taşa vururlar.
Ne kadar laf ustası olurlarsa olsunlar, bazen söyledikleri başlarını ağrıtır.
Canan Hanım da lafını esirgemeyen sivri dilli bir politikacıdır.
Cumhurbaşkanı’yla girdiği polemik, kendi partisinden bile tepki gördü.
Bazı politikacılar ise başım derde girmesin diye aşırı yuvarlak konuşurlar.
Lafları ağızlarında fır fır döner. Bol bol mavi boncuk dağıtırlar.
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül de bu tip bir politikacıdır.
Hep güler, hemen her konuda hoşgörü dolu bir üslup kullanır.
Aşırı demokrat görünür.
Ama bildiğini de okur.
* * *
Hükümetten gelen hemen bütün yasa ve kararnameleri onaylar.
Yaptığı atamalarda kendi dünya görüşündeki insanlara öncelik verir.
En çarpıcı örnek rektör atamalarıdır.
Ama bunları hep gülerek ve yumuşak bir üslupla yapar.
Arıtman’ın kendi kökeniyle ilgili suçlamalarına gösterdiği tepki bile oldukça yumuşaktı.
Arıtman’ın kendisine yönettiği suçlamayı etnik kökenine bağlamasının Cumhurbaşkanı’nı daha çok dinsel açıdan rahatsız ettiği anlaşılıyor.
Yanıt olarak "Müslüman ve Türk’üm" diyor.
Önce Müslüman olduğunu vurguluyor. Bu, sahip olduğu dünya görüşünün bir sonucu.
Benim anlamadığım bir şey var; Cumhurbaşkanı’nın bu arada bir de soyağacı ortaya çıktı.
Sanıyorum cumhurbaşkanı seçildiği zaman yayınlamış.
Neden böyle bir şeye gerek duymuş?
İşte anlayamadığım bu.
Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının ne ırklarını ne de dinlerini sorgular.
Neyse... Bu tartışma daha epeyce sürecek, çünkü bana göre hiç gerek olmadığı halde Cumhurbaşkanı Canan Hanım’a 1 YTL’lik tazminat davası açtı.
Arıtman da elinde belgeler olduğunu, yargı sürecinden vazgeçilmezse bunları açıklamak durumunda kalacağını söyledi.
Ülke olarak böyle zor günlerde nelerle uğraşıyoruz.
Ah bu gazeteler!
ÇEVRE ve Orman Bakanlığı dağıtılan bedava kömürden meydana gelen hava kirliğini kabul etmiyor.
Bakanlığın incelemesine göre, Ankara Sıhhiye’de duman kirliliğinin tehlike sınırını 31 kat aştığı gerçek değil.
Çünkü gazetelerde çıkan haberler üzerine yapılan incelemede partikül madde ölçüm cihazının arızalı olduğu anlaşılmış.
Meğerse kirlilik oranları yönetmeliklerin öngördüğü saatlik değerlerin altındaymış.
Çevre ve Orman Bakanlığı’nın ileri sürdüğü komik gerekçeler AKP iktidarının inkár politikalarının çok tipik bir örneği:
Kriz yok, yoksulluk yok, yolsuzluk yok, partizanlık yok, hele hele hava kirliliği hiç yok.
Lütfen söyleyin, Başbakan bu "yokları, var" diye yazan gazetelerin kapatılmasını istemekte haksız mı?
Yazının Devamını Oku 22 Aralık 2008
BAŞBAKAN Erdoğan önce dünyayı kasıp kavuran krizi inkár etti. "Hamdolsun iyiyiz. Evvel Allah bize bir şey olmaz" dedi.
Sonra "Merak etmeyin bizi teğet geçer" dedi.
Ülkenin her tarafından yükselen feryatlar artık kulakları patlatacak boyuta ulaşınca da çaresizlik içinde kaldı.
Bu kez "Ne yapayım ölüm döşeğindeki hastaya durumun kötü diyemezdim" dedi.
Şimdi de dağıttığı kalitesiz kömürler sayesinde hemen hemen bütün kentleri saran zehirli dumanı inkár ediyor.
Yazının Devamını Oku 20 Aralık 2008
MÜJDAT Gezen ülkesinin sorunlarına büyük bir duyarlılık içinde yaklaşan bir sanatçıdır. Pek çok meslektaşı gibi "Gözlerimi kaparım, paramı kazanırım"cı değildir.
Kişisel çıkarını zerre kadar düşünmeden ülkesi için dik duran, cumhuriyetin kazanımlarına ve değerlerine, Atatürk ilke ve devrimlerine sahip çıkan, belkemiği olan sorumlu bir vatandaştır.
Müjdat Gezen’in Kadıköy 6 yolda iki tiyatrosu var.
Bir de yine Kadıköy’de bir tiyatro okulu...
Sanatçı, kişisel çabasıyla yarattığı bu sanat kurumlarını ayakta tutabilmek için insan üstü bir gayret harcamaktadır.
Devletten bir kuruş yardım almadan, iktidara şakşakçılık yapmadan onuruyla bu işi götürmektedir.
Pek çok insanın ağzını açmaya korktuğu bir dönemde iktidara karşı dimdik durarak iki tiyatro ile bir tiyatro okulunu yaşatmak ve gepegenç sanatçılar yetiştirmek kolay değildir.
* * *
Geçen cumartesi günü Müjdat Gezen Tiyatrosu’nda ilginç bir oyun izledim.
"Mustafam Kemalim" adlı oyun çarpıcı anekdotlardan oluşuyor.
Bu anekdotlar oyunu sahneye koyan Müjdat Gezen tarafından özenle seçilmiş.
Atatürk’ün dehası, yaptığı olağanüstü devrimler yorumsuz bir şekilde anekdotlarla canlandırılarak anlatılıyor.
Hepsi birbirinden ilginç bu anekdotların biri beni çok etkiledi.
Bunu sizlerle de paylaşmak istiyorum.
Kurtuluş Savaşı kazanılmış, cumhuriyet kurulmuş, aydınlama devrimleri yapılmış, yoksul Türkiye Cumhuriyeti yoksulluğu yenme savaşı veriyor.
1930’ların başları.
Gazi Mustafa Kemal’e bir mektup gelir. Okuduktan sonra birden yüzü değişir.
Olay şudur. İsviçre’de bir park açılır. Parkın kapısına bir tabela konmuş ve üzerine şunlar yazılmıştır:
"Buraya sadece asiller girebilir."
Parka bir Türk genci girmek ister. Bekçiler içeriye sokmazlar.
Genç ısrar eder: "Ben Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıyım. Buraya girmek istiyorum. Bana engel olamazsınız" der.
Tartışma çıkar. Bekçiler Türk gencini hırpalayarak parktan uzaklaştırırlar.
* * *
Bu ağır hakaretleri hazmedemeyen genç, Mustafa Kemal’e mektup yazarak olayı baştan sona anlatır.
İşte Mustafa Kemal’in canını sıkan mektup budur.
Hemen emir verir ve olayın araştırılmasını ister.
Kısa sürede olayın doğru olduğu Mustafa Kemal’e bildirilir.
Bunun üzerine hemen Başbakan İsmet Paşa Çankaya’ya çağrılır.
Mustafa Kemal olayı anlatır ve İsviçre’ye derhal sert bir nota verilmesini emreder.
Sonra İsmet İnönü’ye şöyle der:
"Bununla da yetinmeyelim. Ben İsviçre cumhurbaşkanına bir mektup yazdım onu da gönderelim."
Mustafa Kemal mektubunda "Türkiye’den hemen özür dilenmez ve durum düzeltilmezse devletinizle bütün diplomatik ilişkiler kesilecektir" der.
Bir hafta sonra yanıt gelir.
İsviçre olay için Türkiye’den özür diler, ayrıca parkın kapısındaki tabelanın da şöyle değiştirildiği bildirilir:
"Buraya sadece asiller ve Türkler girebilir."
Yazının Devamını Oku