19 Aralık 2008
YIL 1973 Şubat’ı...Erzurum doğumlu 78 yaşındaki bir Ermeni, California’da iki Türk diplomatını pusuya düşürerek şehit etti. Gourgen Mıgırdıç Yanıkyan adlı katilin işlediği bu iki cinayet, tarihten çıkarılan düşmanlığın intikam sürecinin tetiği oldu.
Yanıkyan, cinayetten 6 ay önce Başkonsolos Mehmet Baydar’ı makamında ziyaret ederek elinde Beyrut’tan satın aldığı ve sonradan İstanbul’da bir saraydan çalındığını saptadığı bir tablo olduğunu söyleyip "Bunu size hediye etmek istiyorum" dedi ve tablonun resmini bıraktı.
Baydar, fotoğrafı Türkiye’ye gönderdi ve araştırılmasını istedi.
Bir süre sonra Ankara’dan tablonun çalıntı olduğu bildirildi, alınması istendi.
Baydar hemen Yanıkyan’ı aradı ve tabloyu getirmesini istedi.
Yanıkyan yaşlı olduğunu, tabloyu kendilerinin gelip almalarını söyledi.
Bunun üzerine Baydar, yardımcısı Bahadır Demir’i de alarak yaşlı Ermeni’nin kaldığı Santa Barbara’daki Baltimore Oteli’ne gitti.
Yanıkyan’ın odasına çıktılar. Oturur oturmaz yaşlı Ermeni silahını çekip iki diplomatımızı öldürdü.
Sonra otel müdürünü arayıp polis çağırmasını istedi. Polis, Yanıkyan’ı götürürken katil, "Ben iki şeytanın canını aldım" dedi.
* *Ê *
Yanıkyan, ömür boyu hapis cezasına çarptırıldı.
Yıllar sonra Hürriyet’in Amerika muhabiri Doğan Uluç, uzun uğraşların ardından gerekli izinleri alarak ve Yanıkyan’ı da ikna ederek cezaevinde yaşlı Ermeni ile konuştu.
Doğan Uluç, katile "İşlediğiniz cinayetler ne fayda sağladı? Pişman mısınız?" diye sordu.
Yanıkyan: "Ben bu işe 40 yıl önce karar verdim. Pişman değilim. Ermeni sorununu kaç kişi biliyordu? Şimdi bütün dünya Türklerin katliamını biliyor. Mezardan çıkardım Ermeni meselesini. Gözlerim açık gitmeyecek. Zira Yanıkyan ruhu bütün dünyayı sardı. Ben öldükten sonra da yaşayacak."
Yanıkyan, eyleminin Türk halkına değil, Türk hükümetlerine karşı olduğunu özellikle vurguladı.
"Ben katil değilim. Türk hükümetlerinin tarih boyunca Ermenilere karşı girişilmiş katliamların günahını kabullenmelerini istiyorum."
* *Ê *
"Ne istiyorsunuz Türkiye’den?"
"Ermeni ve Türklerden oluşan bir konferansta sorun ele alınsın. Konferans Türkleri haksız çıkardığında dünya kamuoyuna, ’Atalarımız, Ermeni halkını katletti. Bundan müteessiriz. Zararları telafi etmek istiyoruz’ desinler. İnsanlık tarihi boyunca Ermenilerin olan yerleri bize versinler. Mallarımızı tazmin etsinler."
"Hangi toprakları?"
"Katliamlar ile elimizden aldığınız Doğu ve Güneydoğu’yu. Ermeni meselesi yıllar önce tam halledilme yoluna girmişken yarıda kaldı. ABD Başkanı Wilson, Osmanlı İmparatorluğu’nun son günlerinde imzalanan Sevr Anlaşması’na, Doğu Anadolu’da bir Ermeni Cumhuriyeti’nin kurulmasını öngören maddeler koydurmuştu. Batı ülkeleri ile ABD bu konuda fikir birliğine varmışlardı. Fakat sonra Mustafa Kemal ortaya çıkarak buna mani oldu. Şimdiki Türk hükümetlerinin Sevr Anlaşması’na yeniden eğilerek Ermenilere ait toprakların geri verilmesine ve bir Ermeni devleti kurulmasına yardım etmelerini istiyorum."
1973 yılında aralarında çok değerli diplomatlarımızın da bulunduğu 70 Türk görevlisini öldüren Ermeni ASALA terör örgütünün işlediği cinayetleri başlatan Yanıkyan’la 1978 yılında yapılan bu konuşmayı gençler okusun ve başlatılan "Özür dileme kampanyası"nı bu gerçekler ışığında değerlendirsinler diye yazdım.
Yazının Devamını Oku 17 Aralık 2008
MESLEK yaşamımda ilk kez iki büyük ailenin barıştırılması törenine tanık olarak katıldım. Öyle laf olsun diye değil, tanıkların masasında oturup barışın sorumluluğuna kıyıdan köşeden de olsa ortaklık ettim.
Olayı başından anlatayım.
Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği Başkanı Rifat Hisarcıklıoğlu temmuzda Adana’da oda üyeleriyle bir toplantıda bulunduğu sırada kendisine ilginç iki telefon geldi.
Telefon edenlerden biri Mardin Kızıltepe’nin büyük ailelerinden Şahin Ailesi’nin lideri durumundaki Mehmet Şahin.
Mehmet Bey işadamı ve Kızıltepe Ticaret Borsası Başkanı.
Öteki de Kılıçarslan Ailesi’nin lideri Mehmet Kılıçarslan...
O da işadamı ve Kızıltepe CHP İlçe Başkanı.
Her ikisi de Hisarcıklıoğlu’ndan aileleri arasında oluşan ve kan davasına dönüşecek olan husumetin kaldırılmasına yardım etmesini ve iki aileyi barıştırmasını istedi.
Hisarcıklıoğlu yoğun işlerine karşın böyle hayırlı bir işi hemen kabul etti ve kolları sıvadı.
Çeşitli temaslar yaptı.
Mardin Valisi Mehmet Koçaklar ile bölgenin saygın kişilerin de katkısıyla iki ailenin bir barış yemeğinde buluşup kucaklaşmalarına karar verildi.
* * *
Barış yemeği pazartesi günü düzenlendi.
Şimdi de iki ailenin arasında çıkan husumetin nedenini kısaca anlatalım.
Mehmet Şahin’in 24 yaşındaki oğlu Mustafa Şahin, Mehmet Salih Kılıçarslan tarafından çekememezlik yüzünden öldürüldü.
Yörenin töresine göre Şahin Ailesi’nin bunun intikamını alması gerekiyor.
İntikam cinayeti, iki büyük aile arasında bitmez tükenmez bir kan davasının başlaması demekti.
Barış yemeği bunu önlemek için düzenlendi.
2500 kişinin katıldığı yemekte taraflar salona en son girdi ve tanık masasının önünde karşılıklı saflaştılar.
Her iki taraf TOBB Başkanı Rifat Hisarcıklıoğlu, Mardin Valisi Mehmet Koçaklar ve TESK Başkanı Bendevi Palandöken’in gözetiminde birbirlerine sarılıp barıştılar.
Daha sonra her iki ailenin liderleri çıkıp barış ve kardeşlik için konuştular.
Tanıklar da konuştu ve yeni kanlar akıtılmadan barışma olgunluğunu gösterdikleri için iki aileye de teşekkür etti.
Daha sonra 1.5 ton et ve 1 ton pilavdan oluşan barış yemeği mutluluk içinde yenildi.
* * *
Daha önce böyle barış yemekleri çok olmuştu ancak bu yemeğin bir başka özelliği vardı.
İki aile arasındaki husumet ilk kez yeni kanlar dökülmeden, insanlar ölmeden ve yeni acılar yaşanmadan ortadan kalkmış, barış sağlanmıştı.
Ayrıca ilk kez iki büyük aile töre yasalarını bir kenara itmiş, mağdurlar yargılamayı kendi kurallarına göre yapmamıştı.
En önemlisi de mağdur taraf barışma karşılığı herhangi bir "kan bedeli" istememişti.
Barış töreninden sonra herkes mutluydu.
Kızıltepe’deki düşmanlık yerini barışa bırakmıştı.
Yüzler gülüyordu.
Hiç kuşkusuz barış, kardeşlik ve sevgi içinde yaşamak insanlığın becerebileceği en kutsal değer.
Yazının Devamını Oku 15 Aralık 2008
CUMARTESİ akşamı Kadıköy yakasındaydım. Fenerbahçe Stadı ile Ankara Asfaltı arasındaki on binlerce insanın yaşadığı bölgede hava kirliliği korkunçtu. Aynı 15-20 yıl önceki gibi.
Daracık sokaklara, üst üste oturtulmuş evlerin ve apartmanların tepesine kapkara bir bulut kümesi çökmüş.
Kesif kömür kokusu insanın boğazını yakıyor. Nefes almakta zorlanıyorsunuz.
AKP tarafından dağıtılan kükürt oranı yüksek kalitesiz ve sağlığa zararlı kömür nedeniyle insanlar zehir soluyor.
Sürekli yapılan zamlar yüzünden doğalgaz faturalarını ödeyemez duruma getirilen çaresiz insanlar AKP iktidarının dağıttığı bedava kömürü zehirlenmek pahasına yakmak zorunda kalmış.
Tayyip Bey ve arkadaşları altlarındaki lüks zırhlı arabalarına atlayıp kentlerin varoşlarını ve çukur bölgelerini gezsinler.
İşledikleri cinayeti gözleriyle görecekler.
Yazıktır bu ülkeye, bu milyonlarca insana...
* * *
Hayati Yazıcı...
Hem Devlet Bakanı, hem de Tayyip Bey’in Yardımcısı...
Önceki gün Adapazarı’nda partililerine yaptığı konuşmada işledikleri cinayeti bakın nasıl savunuyor:
"....Hiç kimseyi aç açıkta, soğukta, karda kışta, bırakmayacağız, dedik. Bu anlayışla yürüyoruz.
Sosyal devlet vatandaşı soğuğa terk edemez. Kömür dağıtımıyla ilgili eleştiriler yersizdir. Vatandaşı karda kışta, sokakta bırakan devlet yönetimlerinin halkın nezdinde vicdani sorumlulukları vardır. Onun için, vatandaşımız ısınamıyorsa, ısınma imkanı yoksa onu ısıtacağız. Bugünkü imkanlar kömürle ısıtmamıza el veriyor. Kömürle yapıyoruz. Ülkenin yeterli doğalgazı yok. Dağa, tepeye her alana doğalgaz götürmemiz mümkün değil. Keşke olsa da bunu yapabilsek. Vatandaşa kömür vermezseniz nasıl ısınacak? Ya tezek yakacak ya da orman köylüsü ise odun yakacak."
Yazıcı gerçekleri söylemiyor. Söyleyemiyor. Söyleyemez de...
Örneğin, "Sizleri doğalgaz faturalarını ödeyemez hale getirdik. Ordan burdan bulduğumuz kalitesiz kömürleri bedava dağıttık. Şimdi yeniden soba kurup o kömürlerle ısınıyorsunuz. Bize hem dua ediyorsunuz, hem de oyunuzu veriyorsunuz. Biraz hava kirliliği oluyormuş. Olsun, evvel Allah size bir şey olmaz" diyemez.
Bu cinayet başka ülkede işlense, zehir soluyan milyonlarca insan sokaklara dökülür, o iktidarın canına okur.
Bizim gariban insanımız hem o zehri solur, hem dua eder, hem de gidip AKP’ye oyunu verir.
NOT YORUM
Biz hancı, onlar yolcu
10-15 gün önce Melih Gökçek TV 8’de Sedat Yazıcıoğlu’nun konuğu olmuş. Ben programı izlemedim ama arkadaşlar söyledi.
Sedat, Melih Gökçek’e benim bir yazımda "Ankara’daki susuzluk Melih Gökçek’i götürür" diye yazdığımı söylemiş.
Gökçek de almış sazı eline:
"Onun gibi konuşan biri daha vardı; Emin Çölaşan. O da beni götürüyordu. Allah nasip etti ben onu götürdüm. İnşallah Tufan Türenç’i de götürmek bana nasip olur..."
Melih Gökçek bunca yıl bir şeyi öğrenememiş.
Gazeteciler hancıdır, siyasetçiler de yolcu.
Yazının Devamını Oku 13 Aralık 2008
BAYRAMDAN önce Başbakan, Başbakanlık’ta teftişe çıkıyor. Bakıyor, bir odanın kapısının altından dumanlar yükseliyor.
Yanındakilere "Açın kapıyı" diyor.
Kapıyı açıyorlar, içeride iki memur, biri kadın biri erkek, fosur fosur sigara tüttürüyorlar.
Karşılaştığı manzara Başbakan’ı öfkelendiriyor. Her iki memura, yaptıkları işin yasak olduğunu sert bir dille anımsatıyor ve şöyle diyor:
"Siz yalnız kendinizi değil, burada çalışan herkesi zehirliyorsunuz. Buna hakkınız yok."
İnsan sağlığına bu kadar önem veren bir Başbakanımız var.
Ne mutlu bize.
Ama... Aynı Başbakan, doğalgaza zam üstüne zam yapıp yoksul vatandaşları kömüre muhtaç ediyor.
Sonra da oy toplamak amacıyla kükürt oranı anormal yüksek yüz binlerce ton bedava kalitesiz kömür dağıtıyor.
Bu dağıtımın hızlandırılması için de valileri görevlendiriyor.
Sonuç, sigara içen iki memuru herkesi zehirliyorlar diye azarlayan Başbakan, oy almak uğruna bedava dağıttığı kalitesiz kömürle milyonlarca insanın zehirlenmesine neden oluyor.
* *Ê *
Adam halkla dalgasını geçiyor.
Bir Fransız filminden arakladığı sahnelerin aynısını kullanıp sinema diye abuk sabuk bir film yapıyor.
Bu filme bir ad bile düşünme zahmetine katlanmıyor, daha önce yaptığı benzeri filmin adının tersten okunuşunu koyuyor.
Sonra medyayı kafaya alıp daha filmi vizyona girmeden bir güzel reklamını yaptırıyor.
Yüz binler kendileriyle dalga geçilmesinin farkına bile varmadan çoluk çocuk koşa koşa sinema salonlarını dolduruyor.
Adam uyanık, yatırdığı parayı bir haftada çıkarıyor.
Bundan sonraki hasılat doğrudan cebe inecek.
Ne derseniz deyin, iş bilenin kılıç kuşananın... Burası Türkiye...
* *Ê *
Polis, adam vuruyor. Arkadan bir rapor...
"Polis memurunun ayağı kaydığından, yere düşerken ateş alan tabancasından çıkan mermi kaçan zanlıya isabet etmiş olup söz konusu kişinin ölümüne neden olmuştur..."
Polis gözaltına aldığı kişiyi bir güzel dövüp ölümüne yol açıyor...
Arkadan bir rapor...
"Gözaltına alınan kişi kaçmak istemiş, kendisine engel olmak isteyen polislerle aralarında arbede çıkmış... Bu arbedede yere düşen kişi başını yere çarparak hayatını kaybetmiş olup..."
Yıllardan beri bu ve buna benzer yüzlerce olay yaşanmıştır Türkiye’de...
Polisi koruyan bu kafayla insan haklarına saygılı, çağdaş polis yaratılamaz.
Yunanistan olaylarından, polis de, sivil toplum örgütleri de, halkımız da ders çıkarmalı...
* *Ê *
Egemen Bağış... AKP’nin Dış Politikadan Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı...
Ayrıca milletvekili... Görüldüğü gibi unvanlar acayip fiyakalı...
Şimdi de aynı zatın dünyayı kasıp kavuran kriz değerlendirmesini okuyalım:
"Türkiye krizden şu ana kadar en az etkilenen ülke oldu. Ama bizde kendi ayağına sıkmaya meraklı bir iş dünyası var. Panik yaratıp işleri zora sokmakta mahirler..."
Gördünüz mü ülke kimlerin elinde...
Yazının Devamını Oku 12 Aralık 2008
BAŞBAKAN Recep Tayyip Erdoğan’ın seçim kazanmak için yürüttüğü "sadaka ekonomisi" sayesinde büyük kentlerimizde yaşayan milyonlarca insan 20 yıl sonra yeniden zehir solumaya başladı. Şaşırıyorum, hiç mi vicdanı sızlamıyor bu ülkenin Başbakanı’nın?
Zırhlı Mercedes’ine atlayıp şöyle varoşlarda bir tur atsın.
Yarattığı faciayı görecektir.
Bilgisi olsun, son iki aylık ölçümler şöyle:
Ankara ile İstanbul’un bazı semtlerinde insan sağlığı için çok tehlikeli olan azot monoksit ve azot dioksit oranları tehlike sınırının 4 ila 10 kat üstünde.
Bu şu demektir: Bu semtlerde yaşayan milyonlarca insan zehir soluyor.
Bilim adamlarının bu konudaki görüşleri de şöyle:
"Dağıtılan kömürler kalitesiz. Bu tip kömürlerin satılması daha önce yasaklanmıştı. Çünkü bunların kükürt oranı yüzde 2.5... Kaliteli kömürdeki kükürt oranının ise binde 5 olması gerekir.
Bu kömürler zehirleyici boyutta. Seçim uğruna çok büyük bir ahlaki hata yapılıyor. Hep birlikte zehirleniyoruz."
* * *
Türkiye 20 yıl önce kentlerdeki hava kirliliğinden kurtulmuştu.
Şimdi yeniden eskiye döndük.
İstanbul’un, Ankara’nın masmavi havası varoşlardan başlayarak giderek kararıyor.
Bedava kömür dağıtılan semtleri kara bulutlar ve kesif bir kömür kokusu kaplıyor.
Bir zamanlar dünyada çevre kirliğine kötü örnek olarak gösterilen Türkiye’deki hava kirliliği bu iktidar sayesinde yeniden hortladı.
Doğalgaza yapılan aşırı zam yoksul insanları iktidarın dağıttığı kalitesiz kömüre muhtaç ediyor.
AKP iktidarı devlet bütçesinden karşıladığı kalitesiz kömürleri oy toplamak amacıyla dağıtarak çaresiz insanlara büyük kötülük yapıyor.
Soba imalatçılarından alınan bilgilere göre soba satışlarında ciddi bir patlama var.
Halk doğalgaz parasını ödeyemediği için bedava kömüre yöneliyor.
Başbakan bu cinayeti durdurmak zorunda.
Ama biliyorum ki durdurmayacak.
Hatta "Evvel Allah bize bir şey olmaz" diyerek bedava kömür dağıtımına gaz verecek.
Bilim insanlarına
İSTANBUL Üniversitesi Türk üniversitelerinin amiral gemisidir.
O nedenle AKP İstanbul Üniversitesi’ni ele geçirmek istiyor.
Eğer 16 Aralık’ta yapılacak rektör seçiminde hükümet kendi adayını seçtirirse, üniversiteleri ele geçirme planı büyük oranda halledilmiş olacak.
İstanbul Üniversitesi’nin oy kullanacak öğretim görevlilerine çok büyük görev düşüyor.
Ya çağdaşlıktan, aydınlanmadan ve laiklikten yana kullanacaklar oylarını ya da cumhuriyet üniversitelerini tarikatların yönetimine teslim edecekler.
Seçim onların.
Hükümetin adayı Yunus Söylet. Seçilmesi için her yol kullanılıyor.
Atatürk’ün kurduğu İstanbul Üniversitesi’nin yazgısı 16 Aralık’ta belli olacak.
Öğretim görevlilerine bir kez daha vaziyetin bu kadar vahim olduğunu anımsatmak istiyorum.
Yetiştikleri bu bilim kurumunu kendi elleriyle tarikatlara teslim ederlerse söz biter.
Yazının Devamını Oku 10 Aralık 2008
AKP’liler arasında bir anket yapsanız ve şöyle bir soru sorsanız:<br><br>"En fazla nefret ettiğiniz 3 politikacı kimdir?" Alacağınız yanıt hiç tereddütsüz şudur:
"Deniz Baykal, Kemal Kılıçdaroğlu, Kamer Genç."
AKP’lilerin Deniz Baykal’ı, Kemal Kılıçdaroğlu’nu sevmemeleri normaldir.
Çünkü Baykal konuşmaları ve eleştirileriyle Genel Başkanları Erdoğan’ı çileden çıkartıyor.
Kılıçdaroğlu da açıkladığı yolsuzluk dosyalarıyla AKP’lilerin kirli çamaşırlarını ortaya döküyor.
Peki Kamer Genç neden?
Çünkü Kamer Bey tek başına muhalefettir. Öyle bir muhalefettir ki Meclis’te yaptığı kısacık konuşmalarla AKP’lileri çıldırtır.
Geçtiğimiz günlerde Kamer Bey yine söz istemiş. Oturumu yöneten AKP’li Meclis Başkanvekili Şanlıurfa Milletvekili Eyüp Cenap Gülpınar sinirlenmiş ve şöyle demiş:
"Sizin Meclis’teki tutum ve davranışlarınızdan utanıyorum, evde çocuklarımın yüzüne bakamıyorum."
* * *
Okurumuz Tülay Can, Eyüp Cenap Bey’e ilginç bazı sorular yöneltmiş.
Bu ilginç ve düşündürücü soruları sizlere sunuyorum:
"Siz Sayın Gülpınar partinizin üst düzey yöneticilerinin Avrupa’nın en büyük yolsuzluk davasında adının geçmesinden, bu davada adı geçen RTÜK Başkanı Zahid Akman’ın halen görevinin başında bulunmasından,
Partinizin yarı resmi organı olan Vakit Gazetesi’nin gözde yazarı Hüseyin Üzmez’in 14 yaşındaki bir kız çocuğuna cinsel istismarda bulunmasından, bu saldırıya maruz kalan çocuğun ruh ve beden sağlığının bozulmadığına ilişkin rapor veren Adli Tıp Kurumu sorumlularından,
İstanbul Barosu’ndaki kaydı haziran ayında silinen bir avukata bu mağdur çocuğun savunmasının verilmesinden,
Partinizin Genel Başkan Yardımcısı Şaban Dişli’nin 1 milyon dolar "avanta" almasından,
Partinizin kurucularından Mir Dengir Mehmet Fırat’ın hayali vergi iadesine bulaşmasından, şirketinin uyuşturucu kaçakçılığı ile anılmasından,
Irak’ta 2 milyona yakın Müslüman’ın ölmesine neden olan ABD işgaline parmak kaldırarak ortak olan arkadaşlarınızdan,
Utanmıyorsunuz...
Ama Meclis kürsüsünden halkının hakkını, hukukunu savunmak için 400’den fazla konuşma yapan milletvekili Kamer Genç’ten utanıyorsunuz!"
* * *
Okurumuz Tülay Can’ın bu duyarlılığına bir başka açıdan katkıda bulunmak istiyorum.
Ben de aynı soruları televizyonları parselleyen sanatçılara sormak istiyorum.
Onlar bu iktidardan memnunlar mı ki seslerini soluklarını çıkarmıyorlar.
Bir ülkedeki haksızlıkları, adaletsizlikleri, yasadışılıkları, keyfi yönetimleri ve en önemlisi de yolsuzlukları, talanı en fazla sorgulaması gereken halkın sanatçıları değil midir?
Yoksul halkın hakkını hukukunu korumak en fazla onlara düşmez mi?
Okan Bayülgen’in, Levent Kırca’nın, Müjdat Gezen’in yerden göğe kadar hakları var.
Neden sanatçılar yüreklice çıkıp politikacıları mizahi yetenekleriyle karikatürize edemiyorlar?
"Bana ne, ben dümenime bakarım" anlayışı sanatçı sorumluluğuyla bağdaşır mı?
Yoksa bugün yaşadıklarımız onları utandırmıyor mu?
Yoksa onlar da AKP’li TBMM Başvekili gibi, halkının hakkını hukukunu savunanlardan mı utanıyorlar?
Yazının Devamını Oku 8 Aralık 2008
BEN Tayyip Bey’in enflasyonuna inanmıyorum. İlan edilen rakamlar elekten geçirilerek inceden inceye ayarlanmış rakamlar olduğu için... Bu rakamlar, manav tezgáhları, bakkal rafları ve mağaza vitrinleriyle ciddi bir şekilde çelişiyor.
Tayyip Bey’in tarihe geçen "sadaka dönemi"nde açlık ve yoksulluk sınırları altında yaşayan insan sayısı ile ilgili rakamlar da palavra.
Gerçek sayı ilan edilenin iki katıdır.
İşsizlik de öyle. İlan edildiği gibi yüzde 10 civarında değil, en az yüzde 20’lerde.
Halkın arasında dolaşan herkes insanların ne kadar mutsuz ve çaresiz olduğunu hemen anlıyor.
AKP’ye oy verenler de artık kendilerinden olduğuna inandıkları için oy verdikleri insanların başkalaştığını görüyor.
Hepsinin altına cipler çektiğinin, pahalı elbiseler giydiğinin, pahalı kravatlar, eşarplar taktıklarının, marka saatler kullandıklarının, lüks evlere taşındıklarının farkında.
Kendisinin ise biraz daha yoksullaştığının, sadakaya muhtaç edildiğinin farkında...
* * *
Tayyip Bey’in kriz bile umurunda değil.
Cem Boyner’in söyledikleri doğru.
İnsanlar evdeki tencereyi kaynatmak için çırpınıp duruyor.
Seks meks düşünecek halde değiller.
Tahtakale’deki dostlardan gelen sinyaller Cem Boyner’i doğruluyor.
Tahtakale’de Viagra ve benzeri mamullerin satışları patlamış.
Erkekler sadece kendileri için değil, kadınların seks iştahını da alevlendiren, adını aklımda tutamadığım bazı ilaçları da alıyorlarmış.
Yine dostların verdikleri bilgiye göre bu tip ilaçların satışı hep kriz dönemlerinde zirve yaparmış.
Türkiye olağanüstü günler yaşıyor.
Gözle görülen şudur: AKP artık Türkiye’yi "YÖNETEMİYOR..."
* * *
Geçenlerde Vatan Gazetesi Meclis lokantasının ünlü fiyat listesini yayınladı.
Çorbalar 50 YKr, et yemekleri 3 YTL, balıklar 4 YTL, pilav 50 YKR, sebzeler 1 YTL, salatalar 50 YKr, ayran 50 YKr, muhallebi 1 YTL, komposto 50 YKr...
Bu fiyatlar olur mu? Faturalar millete ödetildiği için bal gibi oluyor işte.
Meclis lokantasının fiyatlarını ilk yazanlardan biri, 1960’lı yıllarda milletvekili olan Çetin Altan’dır.
Bunları yazdığı için milletvekilleri Çetin Altan’a çok kızmışlardı.
İki-üç yıl önce Oktay Ekşi ile Ankara’ya gitmiştik. Her gazeteci gibi bizim de yolumuz Meclis’e düştü.
Meclis lokantasında yemek yedik. Anımsadığım kadarıyla 4 kişiydik.
Yemek bitince Oktay Ekşi, "En büyüğünüz benim, kimse itiraz etmesin hesabı ben ödeyeceğim" dedi.
Ben hesabın ne geleceğini tahmin ettiğim için biraz sonra Oktay Ekşi’nin şaşıracağını, hatta garsonu bu kadar az hesap getirdiği için sorgulayacağını biliyordum.
Hesap geldi. Oktay Ekşi hesaba baktı. Gözlüklerini çıkarıp bir kez daha baktı.
Sonra bana dönüp baktı. Benim güldüğümü görünce garsona "Sen şaka yapıyorsun herhalde?" diye sordu.
Garson nüktedan... Gayet sakin yanıtladı: "Hayır efendim şaka yapmıyorum. Buranın fiyatları böyledir. Millet verir, burası da yer."
Yazının Devamını Oku 6 Aralık 2008
TÜRKİYE garip bir ülke. Bir yanda "kara çarşaf"a övgüler düzüp baş tacı edenler, bir yanda Verdi’nin ölümsüz operasını yeniden yaratanlar... Ben ölümle noktalanan ama yazarını ölümsüzler arasına sokan hazin bir aşk öyküsü olan La Traviata’yı yaratanları yazmak istiyorum.
Verdi, ünlü Fransız yazar Alexandre Dumas’nın oğlu Alexandre Dumas Fils’in "Kamelyalı Kadın" romanını okuyunca çok etkilenmiş.
Daha sonra romanın oyunlaştırılmış halini Paris’te izleyince bu ölümsüz yapıtı bestelemeye karar vermiş.
La Traviata (Yoldan Çıkmış Kadın) adını verdiği operasını o kadar güzel bestelemiş ki Alexandre Dumas Fils yapıtı izleyince "Sen bu eşsiz aşkı benden çok daha iyi anlatmışsın" demiş.
"Kamelyalı Kadın" aslında yazarın kendi yaşadığı aşk öyküsü.
* * *
Alexandre Dumas Fils çok yakışıklı ama o dönemde pek ünlü olmayan bir yazardır. Kader bir gün onu Paris’te bir eğlencede Marie Duplesis ile karşılaştırmış.
Genç yazar, Marie’yi görür görmez áşık olmuş. Paris’in bütün zengin çapkınlarının çevresinde pervane oldukları Marie ise onu pek fark etmemiş.
En varlıklı erkekler bu genç, olağanüstü güzel, zarif ve alımlı kadını elde edebilmek için servetlerini onun ayakları altına seriyorlarmış.
Taşrada doğan ve sarhoş bir babanın elinde büyüyen bu güzel kız, 18 yaşında geldiği Paris’i kısa zamanda fethetmiş.
Ancak Marie kendisine karşı büyük bir aşkla bağlanan genç Alexandre’a karşı koyamamış. İki genç çılgınca bir aşk yaşamaya başlamışlar.
Ancak Marie’nin yoksulluk içinde geçen çocukluk ve genç kızlık yılları onu sağlıksız bir insan haline getirmiş. Paris’in hızlı yaşamı ise bunu daha da tetiklemiş.
Marie’nin sağlığı yaşadığı büyük aşka rağmen giderek bozulmuş ve bu eşsiz güzellik sevgilisinin kolları arasında daha 23 yaşındayken solup gitmiş.
Roman yayınlandıktan sonra ünlü yazar Alexandre Dumas oğluna "Ben bir sürü kitap yazdıktan sonra ölümsüzler arasına katılabildim. Ama sen bunu ilk kitabınla başardın" demiş.
* * *
Şimdi gelelim La Traviata’ya...
Yekta Kara ışıltılı kariyerine bir başarı sayfası daha eklemiş. Verdi’nin nefis müziğini o kadar ustaca kullanmış, sahneye öyle bir hareket getirmiş ki, seyirci operayı büyülenmiş gibi izliyor.
Kara’nın titiz yönetimi oyuncuların ve koronun performansını çok olumlu etkilemiş.
Paris erkeklerinin başını döndüren eşsiz güzel Violetta’yı canlandıran Soprano Otilia M. İpek oyunun bütün yükünü o eşsiz sesiyle ve oyun gücüyle başarıyla taşıyor.
Özellikle sesinin tınısı ve rengi duygusallığı zirveye çıkarıyor.
Genç áşık Alfredo’yu oynayan Tenor Bülent Külekçi, rolüne ses ve oyunculuk olarak tam oturmuş. Keşke Külekçi’yi makyajla biraz gençleştirselerdi.
Alfredo’nun babası Giorgio’yu canlandıran Bariton Önay Günay ise çok genç kalmış.
Flora’da Pınar Ünker ve öteki oyuncular ellerinden geleni yapmışlar.
La Traviata’nın sahnelendiği Süreyya Operası’nı Kadıköylülere ve İstanbullulara kazandıran Kadıköy Belediye Başkanı Selami Öztürk ile Kültür Bakanlığı eski Müsteşarı Murat Katoğlu’na opera severler adına teşekkürler...
"Kara çarşaf"ın hálá gündemde olduğu Türkiye’de yaptıkları iş o kadar anlamlı ki...
Yazının Devamını Oku