Tufan Türenç

CHP, Baykal’ın değil Atatürk’ün partisidir

5 Aralık 2008
CHP’nin tarihsel bir görevi var. Bu görev, büyük zorluklarla, özverilerle kurulan ve yaşatılan cumhuriyeti korumaktır. Onun değerlerine, kazanımlarına sahip çıkmaktır.

Demokrasinin ve cumhuriyetin temel direği, olmazsa olmazı laikliği savunmaktır.

Bugün Türkiye’nin getirildiği ortamda bu tarihi görevi eksiksiz yerine getirmektir.

CHP’nin varlık nedeni budur.

Bunları unutup kara çarşaflı şovlar yapmak değildir.

Hele hele genel başkanının kara çarşaf nutukları atarak çağdaşlığı savunanlara meydan okuması hiç değildir.

CHP çağdaşlığı, aydınlığı, aklı, bilimi savunan bir partidir.

Bu nedenle kara çarşaf şovu, partinin yüklendiği tarihi görevle hiçbir şekilde bağdaşmayan vahim bir hatadır.

Daha vahimi ise yapılan bu yanlışın inatla sürdürülmesidir.

Bu yanlışın partililere, Genel Başkan Baykal tarafından kabul ettirme çabası ise anlaşılması güç bir telaştır.

* * *

Kuşkusuz bir siyasi parti, hele sosyal demokratsa toplumun tüm kesimlerine seslenmelidir.

Ülkemizdeki adaletsiz gelir dağılımı nedeniyle ezilen yoksul insanları kucaklamalıdır.

Politikaları öncelikle o insanların refah düzeylerini yükseltmeye yönelik olmalıdır.

Onlara gelecek için umut vermeli, yüreklerine seslenmelidir.

İnsanlar arasında hiçbir ayrım yapmadan tüm toplumu mutlu etmeyi hedeflemelidir.

1973 ve 1977 seçimlerinde CHP bu anlayışla yoksul kitlelerden büyük oranda oy toplamayı başarmıştı.

Bu başarı, kara çarşaf şovlarından medet umarak kazanılmamıştı.

Geçmişin mirasının reddi yoluna da gidilmemişti.

Dürüst ve gerçekçi sosyal demokrat politikalar sayesinde o insanlarla kucaklaşılmış, onların kalbine seslenilmişti.

* * *

Bugün bir gerçeği açık yüreklilikle vurgulamak zorundayız.

Dinci bir parti kuran...

Toplumun dini duygularını kullanarak oy alıp iktidara gelen...

Laik rejimi benimsemediğini sık sık ilan eden...

Yeni bir anayasa ile bunu gerçekleştirmeye kalkan...

Türban kararı nedeniyle uluslararası mahkemeye, "Bu konuda sen karar veremezsin, ancak ulema karar verir" diyecek kadar gönlünde şeri bir düzen yatan...

Modern sosyal yaşamı, İslami yaşama dönüştürmek için her fırsatı kollayan...

Kadınların örtünmesini savunan...

Çağdaş eğitimi dini eğitimle sulandırmak için yollar arayan...

Üniversitelere kendi dünya görüşünü yerleştirmeye çalışan...

Devleti ele geçirmek için pervasızca kadrolaşan.

Kendine bağlı İslami bir sermaye sınıfı oluşturan...

Recep Tayyip Erdoğan bile bir parti toplantısında kara çarşaflıları sahneye çıkarmadı.

Hangi nedenle olursa olsun onlara parti rozeti takmadı.

Ama onun yapamadığını Atatürk’ün kurduğu partinin Genel Başkanı Baykal yaptı.

Baykal oturup bunu düşünmeli.

Yalnız o değil, hepimiz düşünmeliyiz.
Yazının Devamını Oku

Sertab Erener ve opera

3 Aralık 2008
SERTAB Erener sesini, sahnesini beğendiğim, müzik birikimi olan bir sanatçıdır. <br><br>O nedenle de onu "şarkıcı" sınıfının dışında tutarım. Ama geçenlerde konuk olduğu NTV’deki "Haydi Gel Bizimle Ol" programında söylediklerini onun düzeyine yükselmiş bir ses sanatçısından duymak beni şaşırttı.

Programda Müjde Ar, Çiğdem Anad, Pınar Kür ve Aysun Kayacı, konukları Sertab Erener’e "Çok güzel ve güçlü bir sesin var. Neden opera sanatçısı olmadın?" diye sordular.

Sertab Erener operayla ilgilendiğini ama aradığını bulamadığını anlattı ve şöyle dedi:

"Bir süre geçirdim maalesef operanın kendi içinde. Şimdi kızacaklar belki ama. Birazcık cidden memuriyetin hafif şöyle insanları bir şekilde o şeye çekmiş, biraz yün örelim de arada da prova yapalım. Olmuyor benim kafamda."

Pınar Kür araya girdi "Ama hepsi öyle değil tabii. Mesela bir Zehra Yıldız vardı. Dünya çapında bir operacı olabilirdi" diyor.

* * *

Bu yerinde uyarı üzerine Sertab Erener şöyle diyor:

"Yok, çok ciddiye alanlar var. Ama bence operanın yepyeni oyunlar koyup yepyeni bir anlayışla, daha yeni gördüm Macbeht’i yani. Ama sahneye baktığın zaman Macbeht falan demezsiniz. Yepyeni bir anlayışla farklı kostümler... Yani biraz yenilik gerekiyor bence."

Bu kez de Müjde Ar giriyor araya:

"Ama bizde opera ve bale hep üvey evlat muamelesi gören sanat dalları değil mi? Her dakika kapattık sizi, attık sizi..."

Neyse ki Sertab Erener buna hak veriyor, "Evet biri de o tabii" diyor.

Sonra konservatuvardaki opera eğitimini neden bıraktığını anlatıyor:

"Benim düşündüğüm gibi, hayal ettiğim gibi çıkmadı. Kendi içimde yarattığım başka bir operaydı belki de. Ne bileyim ben. Yurtdışına gidecek öyle bir para pul, öyle bir burs yoktu o dönem. Sonra dedim ki jingle söylüyorum. Para da kazanıyorum. Ben en iyisi kendi kulvarımda kendi kendime bir şeyler yapayım."

İşin özeti Sertab Erener bakmış ki bugün beğenmediği, eleştirdiği opera sanatçısı olmak çok uzun ve meşakkatli bir yol, o işi orada bırakmış ve pop müziğine yönelmiş.

İyi ki de öyle yapmış, başarısız bir opera sanatçısı olacağına, para kazanan başarılı bir pop sanatçısı olmuş.

Kürkçü dükkánına dönecek

BAŞBAKAN’ın medya ile ilişkilerinden sorumlu olan gazeteci Akif Beki Başbakan’la meslektaşları arasındaki ilişkileri bir türlü rayına oturtamadı.

Biliyorum Başbakan zor bir insan.

Ama Akif Beki’nin görevi bu zorluğu aşmaktır.

İşin kötüsü ilişkiler giderek daha da bozuluyor.

Gazetecilerin Başbakanlığa girmesi yasaklanıyor.

Eleştiren, hoşa gitmeyen sorular soran gazeteciler Başbakan’ın yanına bile yaklaştırılmıyor.

Beki işin kolayını bulmuş, çanak soru soranları, Başbakan’a övgüler yağdıranları baş tacı ediyor.

Akif Beki’ye anımsatmak isterim ki bu dönemler biter. O da bir gün kürkçü dükkánına döner.

Merak etmesin gazeteciler vefalı insanlardır. Bugün meslektaşlarına layık gördüğü muameleyi yüzüne hiçbir şekilde vurmazlar.
Yazının Devamını Oku

Müzik insanlarının Adana mucizesi

1 Aralık 2008
AKILDIŞILIKLARIN yaşamı cendereye dönüştürdüğü ülkemizde bir avuç yurtseverin yarattığı güzellikler insanı doyumsuz bir mutluluğa sürüklüyor. İnanıyorum ki bu genç ve inançlı insanların öyküsü sizin de kararan yüreğinizde bir mutluluk penceresi açacaktır.

Emin Güven Yaşlıçam, 1992 yılında Adana’da kurulmasına karar verilen Çukurova Devlet Senfoni Orkestrası’na Genel Müzik Direktörü ve şefi olarak atanır.
O sırada ortada bir orkestra ve konser salonu yoktur.

Kentteki tek salon, 1947 yılında yapılan Halkevi’nin salonudur.

Orkestra için verilen kadro topu topu 17’dir.

Bakımsız halde olan salon biraz derlenip toparlanır, orkestra dışardan takviye sanatçılarla birlikte provalara başlar ve bu olanaksızlıklar içinde Adana’nın düşman işgalinden kurtuluş günü olan 5 Ocak 1992 tarihinde ilk konser verilir.

Bu konser çok önemlidir. Çünkü çaresizlikler aşılmış, çoksesli evrensel müziğin Anadolu halkına ulaştırılması başarılmış, Atatürk’ün en büyük ülkülerinden biri onun çocukları tarafından gerçekleştirilmiştir.

Şef Emin Güven Yaşlıçam ve oluşturduğu genç kadro inançla, özveriyle olanaksızlıkları tek tek aşarak yılmadan usanmadan yollarına devam etmişler.

Salon, bir konser salonu olarak derlenip toparlanmış, orkestra genç elemanlar kazandırılarak bir senfoni orkestrası haline getirilmiş.

Haftada iki gün düzenli konserler dönemine geçilmiş, çok sayıda yurtiçi ve yurtdışı turneler gerçekleştirilmiş.

* * *

Orkestra, cuma akşamı Adana’da özel ve anlamlı bir konser verdi.

Tutkunu olduğu Adana’ya ve senfoni orkestrasına büyük katkılarda bulunan Adanalı işadamı Hacı Sabancı birbirinden güzel klasik parça ve aryalarla anıldı.

Genç orkestra on yıl önce yitirdiğimiz Hacı Sabancı için Verdi’nin aryalarını, Talihin Kudreti Uvertürü’nü, Mascagni’nin Cavalleria Rusticana’sını, Mussorgski’nin Çıplak Dağda Bir Gece’sini ve özellikle de Çaykovski’nin 1812 Uvertürü’nü o kadar duyarak ve coşkuyla çaldı ki konseri izleyenler tarafından dakikalarca alkışladı.

Bu doyumsuz konserin iki de çok önemli solisti vardı.

Soprano Perihan Nayır ile Bariton Gökhan Koç... Verdi’nin ölümsüz operalarından en güzel aryaları seslendirdiler.

İki harika ses, Emin Güven Yaşlıçam’ın usta yönetiminde belki de yaşamlarının en başarılı konserlerini verdiler.

* * *

Sabancı Ailesi’nin ve dostlarının da izlediği konser rahmetli Hacı Sabancı’nın ruhuna gönderilecek en büyük armağan oldu.

Konserden sonra orkestranın genç sanatçılarıyla tanışmak, onlarla sohbet etmek, onların bu görevi bir ülkü olarak benimsediklerini duymak beni daha da mutlu etti.

Şef Emin Güven Yaşlıçam’ın onlara bir baba gibi kol kanat germesi, bu genç sanatçıları yüreklendirmesi, onlara heyecan aşılaması umut vericiydi.

Onlar yöre illere turneler yapıyorlar, pamuk tarlalarında çalışanlara konserler veriyorlar.

Onlar çoksesli evrensel müziği tabana sevdirmek için yalnız yeteneklerini değil, yüreklerini de ortaya koyuyorlar.

İlköğretim, lise, üniversite öğrencilerine her ay iki kez eğitim konserleri veriyorlar.

Adana’da Türkiye için umutsuz olmamak gerektiğini bir kez daha anladım.

Çünkü Adanalıların senfoni orkestralarını nasıl büyük bir sevgiyle bağırlarına bastıklarına tanık oldum.
Yazının Devamını Oku

Tiyatronun iki devi

29 Kasım 2008
TİYATRONUN fuayesinde oyun saatini beklerken genç bir çocuk gelip "Sizi Gazanfer Bey kulise bekliyor" dedi. Gazanfer Özcan’ın oyunlarını, filmlerini, TV dizilerini izlemiştim ama kendisiyle yüz yüze oturup konuşmamıştım. Onun için heyecanlandım.

Pınar Türenç, dostumuz opera sanatçısı Mete Uğur ile bizi kulise aldılar.

Tiyatroya büyük bir sevgi ve saygı beslediğim ve lise yıllarında biraz kıyısından köşesinden bulaştığım için kulise ayaklarımın ucuna basarak girdim.

Kulis, ev gibi döşenmişti. Gösterişsiz ama rahat koltuklar, köşede bir çay ocağı, tiyatronun programını belirten yazıların asılı olduğu küçük bir tahta...

Gazanfer Özcan, bizi sevgiyle karşıladı. Çok eski dostu Mete Uğur’u içtenlikle kucakladı.

Oturduk. Karşımda yaşamını tiyatroya vermiş bir sanatçı vardı.

Eşi Gönül Ülkü ile birlikte "Gönül Ülkü-Gazanfer Özcan Tiyatrosu"nu ayakta tutmak için uğraşıyordu.

Dile kolay, 43 yıldır iki sanatçının akıl almaz özverisiyle yaşayabilen bu mütevazı ama onurlu sanat yuvasının konuğu olmanın mutluluğu içindeydik.

* * *

Biraz sonra aynı sıcaklıkla Gönül Ülkü girdi odaya. O da Mete Uğur’la kulaklaştı. Bize hoş geldiniz dedi.

60 yıla yakın süre tiyatroya emek veren karı-koca, 1962 yılında evlenmişler ve Şehir Tiyatroları’ndan ayrılıp kendi tiyatrolarını kurmuşlar.

Ben onların Aksaray Yusufpaşa’daki ilk tiyatrolarında oynadıkları ilk oyunlarını izlemiştim.

O yıllarda lise öğrencisiydim ve tiyatro hastasıydım.

Gazanfer Özcan, benim bu hatırlatmam üzerine bir an daldı, "Ne güzel günlerdi o günler" dedi.

Sonra Vasfi Rıza Zobu’yu, Bedia Muvahhit ve o dönemde birlikte oynadıkları ustalarla ilgili anılarını anlattı.

Gerçekten de o yıllar, her sanatçının özlemle anacağı tiyatronun altın yıllarıydı.

Gazanfer Özcan’a "Avrupa Yakası"nın nasıl gittiğini sordum.

"Allah’a şükür iyi gidiyor. Aman gitsin... Bu tiyatro onun sayesinde ayakta duruyor" dedi. Sonra da özel tiyatroların yaşayabilmek için nasıl zorlandıklarını anlattı.

Kültür Bakanlığı’nın yaptığı yardımın yılda topu topu 40 bin lira olduğunu öğrendik.

O nedenle karı-koca tiyatrolarını ayakta tutabilmek için bu yaşlarında çırpınıp duruyorlar.

Türkiye’de sanatçının değişmeyen yazgısı...

* * *

Oyunun başlamasına 5 dakika kala, ömürlerini tiyatroya adamış bu iki saygın sanatçıya veda edip kulisten ayrıldık ve salondaki yerimize geçtik.

"Bak Sen İşin Tuhafına" oyununu izlerken bütün salonla birlikte sürekli güldük.

Bir kez daha anladım ki, bazı sanatçılar insanları güldürmek için yaratılmış.

Gazanfer Özcan da bunların son temsilcisi. Onun seyirciyi güldürmesi için çaba harcamasına gerek yok.

Sahnede bulunması, konuşması, vurgulamaları, hareketleri, mimikleri, yarattığı tiplemeler, seyirciyi güldürmeye yetiyor.

Bu özellik bazı sanatçılara Tanrı’nın cömertçe bağışladığı bir yetenekler bütünüdür.

Gönül Ülkü ile Gazanfer Özcan’ın daha uzun yıllar tiyatromuza yaptıkları katkıların devam etmesini dilerim.
Yazının Devamını Oku

İhanetler hep vardı

28 Kasım 2008
MUSTAFA Kemal Güney Cephesi’nden 37 yaşında bir general olarak İstanbul’a ayak bastığı gün işgal devletlerinin 55 gemiden oluşan donanması da Boğaz’a giriyordu. Tarih 13 Kasım 1918...

Boğaz kapatılmıştı. Mustafa Kemal Haydarpaşa’dan İstanbul’a geçmek için saatlerce beklemek zorunda kaldı.

Askeri motorla karşıya çelik zırhlıların arasından geçerken ruhunda duyduğu isyanı şöyle dile getirdi: "Geldikleri gibi giderler."

Ve dediği gibi tam 5 yıl sonra 6 Ekim 1923’te, geldikleri gibi defolup gittiler.

İstanbul 5 yıl işgalcilerin yönetiminde kaldı. Bu dönem "Mütareke İstanbul’u" olarak adlandırılır.

Mustafa Kemal bu dönemin ilk 6 ayında İstanbul’da kalmış 16 Mayıs’ta Bandırma Vapuru ile Samsun’a hareket etmiştir.

Alev Coşkun’un "Samsun’dan Önce Bilinmeyen 6 Ay -İşgal, Hüzün, Hazırlık" adlı kitabı, Türk tarihinin yazgısının çizildiği bu çok kritik dönemi anlatır.

* * *

Mütareke İstanbul’unda büyük, rezil ihanetlerle, inanılmaz yurtseverlikler yan yana yaşanmıştır.

Mustafa Kemal, ülkenin parçalanacağını İstanbul’a ayak basar basmaz karşılaştığı manzarayı görünce anlamış, bunu önlemek için büyük çaba harcamıştır.

Yeni kurulan hükümette savaş bakanlığının kendisine verilmesini istemiş, ama bütün çabalarına karşın bunu elde edememiştir.

Yıllar sonra Gazeteci Yunus Nadi’ye bunun nedenini şöyle açıklar:

"Eğer ben o hükümette olsaydım işi daha İstanbul’un eşiğinde çözerdim. Karaya itilaf devletleri askerlerini çıkarmamak için kesin önlemler alırdım. Ne olacaksa olurdu. Karaya işgalci askerleri çıkamayabilirdi. Hükümet, padişahın arzu ve iradesiyle ve yaptıkları gibi defolup gitmezdi. Gerekirse tahtını padişahın başına geçirirdim, fakat hükümet yerinde kalırdı."

Yusuf Hikmet Bayur’un "Hükümete girebilseydiniz ne yapabilirdiniz?" sorusuna da şu yanıtı verir:

"Padişahı ve hükümeti alıp Anadolu’ya çekilir, mütareke ve barış görüşmelerini oradan idare ederdim."

* * *

"Mütareke İstanbul’u" denen utanç döneminin en rezil sayfası ise "mütareke basını"dır.

İstanbul’daki Peyam-i Sabah, Alemdar, Türkçe İstanbul zaman zaman da Vakit ve İkdam adlı gazeteler işgalcilere şakşakçılık yapıyor, Mustafa Kemal önderliğinde Anadolu’da başlatılan başkaldırı hareketini haydutluk olarak tanımlıyorlardı.

Bu gazetelerin işbirlikçi kalemleri Mustafa Kemal ve arkadaşlarını Rumlar’dan, Ermeniler’den daha tehlikeli düşmanlar olarak tanımlıyorlardı.

Onlar İngiliz yönetimi veya Amerikan mandası istiyorlar, onun için halkı Mustafa Kemal ve çevresindekilere karşı kışkırtıyorlardı.

Ancak sonunda Anadolu’da verilen ölüm kalım savaşı başarıya ulaşmış, zafer kazanılmış ve ülke düşman işgalinden kurtarılmıştı.

Türkiye’yi parçalamak isteyen işgalciler Atatürk’ün dediği gibi tanklarıyla, toplarıyla, gemileriyle geldikleri gibi gittiler.

O günlerden bugünlere gelirsek hep aynı ihanetlerin sürüp gittiğini görürüz.

Bugün Atatürk’e, laik cumhuriyete karşı bir anlayışı iktidara getirdik.

Bugün kara çarşafı bile kabullenir olduk.

Bugün Mustafa Kemal’i karalayanlara, cumhuriyete ve değerlerine dudak bükenlere, Türkiye karşıtlarıyla birlikte hareket edenlere sessiz kaldık...

Atatürk hepimizi affetsin.
Yazının Devamını Oku

Tayyip Bey’in şovu

26 Kasım 2008
TAYYİP Bey şov yapıyor. Partisi ikinciliğe düşerseymiş, genel başkanlığı bırakırmış.<br><br>Dünya siyaset literatüründe böyle "dörtte bir" çekilme diye bir gelenek yok.

Türkiye dışındaki tüm demokratik ülkelerde partisi iktidardan düşen lider siyasetten elini ayağını çeker.

Hayır, Tayyip Bey siyasetten gitmiyor.

Ya ne yapıyor, genel başkanlığı bir başka arkadaşına bırakıyor.

Tabii bu bırakılan kişinin "emanetçi" olacağını sokaktaki çocuk bile bilir.

Yazının Devamını Oku

Halkın sadece eli değil tüm vücudu taşın altında

24 Kasım 2008
BAŞBAKAN ne diyor?"Herkes elini taşın altına soksun."Bu öneriye yürekten katılıyorum. Ama aşağıda vereceğim devlet büyüklerimizin makam araç listesi de vicdanımı zorluyor...

Cumhurbaşkanı: 2 adet Mercedes S500, 1 Mercedes limuzin. Çankaya’nın araçları bunun dışında.

Meclis Başkanı: BMW 7 serisi.

Başbakan: 2 adet Mercedes S600, bir Mercedes de yedek. Başbakanlığın öteki araçlarının sayısını belirleyemedim.

CHP Genel Başkanı Baykal: Mercedes.

Emine Erdoğan: 2 Hyundai limuzin.

Genelkurmay Başkanı ve Kuvvet Komutanları: Mercedes.

Bakanlar: Bir kısmı Mercedes S 300, bir kısmı Audi A8, ayrıca hepsinin yedek Mercedes’leri var.

Müsteşarlar: Bazılarının Mercedes, bazılarının BMW, bazılarının da Opel Renault, Ford.

Valilerin: Büyük bölümünün cip ve Mercedes.

YÖK Başkanı: 2005 model Mercedes S600 L

Emekli Genelkurmay Başkanı Büyükanıt: Audi A8L

2009’da da Başbakanlığa 4-8 kişilik 12 cip, bakanlara 13 binek otomobil alınacak.

Meclis Başkanlık Divanı üyeleri için 54 binek otomobil kiralanacak.

Bunların dışında devlette binlerce makam otomobili kullanıyor.

Milyarlarca lira tutarında harcamalar yapılıyor.

Bütün bu şaşaanın giderini halk karşılıyor.

Halkın bırakın elini, tüm vücudu taşın altında.

* * *

Bizim Washington muhabiri arkadaşımız Kasım Cindemir’in haberi:

"ABD’nin nakit sıkıntısı içindeki otomobil devleri General Motor, Ford ve Chrysler’in CEO’larının 25 milyar dolarlık yardım için Kongre’yi ikna etmeye özel jetleriyle gitmeleri ülkede tartışma konusu oldu.

Kongre üyesi
Gary Ackerman, CEO’ların Detroit’ten Washington’a özel jetleriyle gelmelerini ’Aşevi kuyruğuna smokin ve şapka giyerek girmeye’ benzetti."

Ayrıca bir senatör de "Hemen o jetlerinizi satın ve ticari uçağa binerek Detroit’e dönün" tavsiyesinde bulundu.

* * *

Ekonomistler uyarıyor:

"Kriz esas 2009’un ilk çeyreğinde vuracak."

Kemal Derviş, "Kriz gelecek aylarda kötüleşecek. Krizin nedeni yönetim eksikliği, finans sektörünün denetimsizliği... Kuralsız sistem olmaz"
diyor.

Neo liberallerin kulakları çınlasın.

"Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler" kafası bakın dünyayı ne hale getirdi.

Hindistan’da Mahatma Gandi’nin mezarını ziyaret eden Erdoğan’a ülkesinin bağımsızlığı için ömrünü veren bu büyük insanın yazdığı 7 ölümcül sosyal günah listesini armağan ettiler.

Gandi’nin 7 ölümcül günah listesi şöyle:

İlkesiz siyaset

Emeksiz zenginlik

Vicdansız haz

Niteliksiz bilgi

Ahlaksız ticaret

İnsaniyetsiz bilim

Özverisiz ibadet

Sanırım Erdoğan bu listeyi çerçeveletip makamının hemen arkasındaki duvara asar.
Yazının Devamını Oku

Kucak açmak doğru o görüntü yanlış

22 Kasım 2008
ÇARŞAFLISI da, türbanlısı da, tesettürlüsü de hepsi hepsi bizim kadınlarımızdır. <br><br>Bir siyasi partinin, bir insanın onları aşağılamak, küçük görmek, ikinci sınıf insan saymak gibi bir yaklaşımı olamaz. Ama...

Türkiye 80 yıl önce Atatürk’ün önderliğinde Ortadoğulu olmayı reddetmiş, modern bir devlet kurmuş, modern bir toplum yaratmak için yola çıkmıştır.

Devrimler, 6 yıl gibi kısacık bir dönemde aydınlık, uygar, çağdaş bir toplum yaratmak için yapılmıştır.

Toplumundan soyutlanan kadınlar, sosyal yaşamın her alanında erkekle eşit hale getirilmiş, üretken kılınmıştır.

Atatürk bunun için Türk toplumuna hedef olarak uygar dünyayı göstermiştir.

Atatürk onun için Türk kadınını çarşaflardan çıkarmış, modern giysilere kavuşturmuştur.

Bugün bazı kesimler Türk kadınını yeniden çarşafların içine sokmak için uğraş vermektedir.

Amaçları Türk kadınının kimliğini silmek, onu yeniden toplumdan soyutlamak, onu evine kapamaktır.

Atatürk ilke ve devrimlerine bağlı olanların verdiği karşıt savaşımın ana ekseni budur.

* * *

Bugün Atatürk’ün yaptığının doğruluğuna inanan herkesin izlemesi gereken yol, Türk kadınını kapanmaya değil, uygar dünya kadınları gibi giyinmeye, onlar gibi üretken olmaya teşvik etmek olmalıdır.

Burada en büyük görev de siyasi partilere düşmektedir.

Bugün kadını yeniden örtmekten, onu eve kapatmaktan yana bir parti iktidardadır.

Çağdaş insanlar onun için AKP’ye ve onun Türkiye’nin üzerine geçirmek istediği İslami şala karşı çıkmaktadır.

Verilen mücadele bunun içindir.

Bu mücadelenin bugün Türkiye’deki siyasi dayanağı da CHP’dir.

Onun için Baykal’ın kara çarşaflı bir kadını sahneye çıkarıp parti rozeti takması hayal kırıklığı yaratmıştır.

Onun için bu olay yoğun tartışmalara neden olmuştur.

Hiç kuşkusuz, çarşaflı da, türbanlı da, tesettürlü de CHP’ye oy verebilir.

CHP de onları kazanmak için çaba harcamalıdır.

* * *

Şu gerekçenin hiçbir anlamı ve geçerliliği yoktur:

"Efendim onlara yaklaşmazsak, kucak açmazsak, onları AKP’nin kucağına atmış olmaz mıyız?"

Ecevit hem 1973 hem 1977 seçimlerinde o insanların yaşadığı varoşların oylarını silip süpürmedi mi?

Meydanları o insanların sevgilerini kazanarak doldurmadı mı?

Çok partili döneme geçildikten sonra CHP’yi o insanların oylarıyla yüzde 42’lere taşımadı mı?

Ecevit’e "Karaoğlan" adını o kadınlar takmadı mı?

Ecevit bunu varoşlarda, kırsal kesimde yaşayan kadınların kalplerine seslenerek, onların umudu olmayı başararak yapmadı mı?

O kadınların CHP mitinglerini kucaklarında çocuklarıyla nasıl doldurduklarını ben gözlerimle gördüm.

O kadınların gözlerindeki ışıkla Ecevit’i kutsadıklarını da gördüm.

Ama Ecevit’i her iki seçimde de izlemiş bir gazeteci olarak bir gün bile bir kara çarşaflı kadınla yan yana görmedim.

Baykal’ın bu insanlara sıcak bir yaklaşım içinde olması, onlara saygılı davranması, onları önemsemesi siyaseten doğrudur.

Ama o katılım törenindeki görüntü yanlıştır.
Yazının Devamını Oku