16 Ocak 2009
CUMHURBAŞKANI Abdullah Gül’ün Çankaya sofraları sürüyor. Gül bu kez Türk sinema sanatçılarını ağırladı.
Çağrılı olanlar: Yönetmen Erden Kıral, Yücel Çakmaklı, Sinan Çetin, yapımcı Türker İnanoğlu, senarist Gani Müjde, sinema oyuncuları Şener Şen, Zuhal Olcay, Lale Mansur.
Yemekten sonra gazeteci arkadaşlarımızın sorularını yanıtlayan bu değerli sanatçılar, Çankaya’da ağırlanmaktan çok mutlu olduklarını söylemişler.
Onların söylemlerinden öğrendiğimize göre Gül hoşgörülü, çok sivil ve gülümseyen bir insan.
Sinemayla çok ilgiliymiş. Hatta öğrenciyken Milli Türk Talebe Birliği’nde sinema kulübü başkanlığı yapmış.
Bundan cesaret alarak Türk sinemasının sıkıntılarını anlatmışlar.
Cumhurbaşkanı çok ilgilenmiş ve yemekte bulunan Genel Sekreteri Mustafa İsen Bey’e de bu istekleri gereğinin yapılması için not ettirmiş.
O nedenle sanatçılarımız 1 saat 45 dakika süren yemekten mutlu bir şekilde ayrılmış.
* * *
Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri Mustafa İsen de sanata karşı çok ilgili bir insandır. Eski Türk Edebiyatı profesörüdür.
Bu konuda araştırmaları da vardır.
Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterliği’nden önce Kültür Bakanlığı Müsteşarlığı görevini yürütüyordu.
Onun müsteşarlık döneminde, senfoni orkestralarının da bağlı olduğu Güzel Sanatlar Genel Müdürlüğü’nü bir bağlama sanatçısı yürütüyordu.
Mustafa İsen bir gün de İstanbul AKM’de bale seyrederken Ankara uçağına yetişmek için sanatçıların danslarının sürdüğü sırada beraberindeki görevlilerle salondan çıkıp gitmişti.
Müsteşar Bey sanata ve sanatçıya çok saygılı bir insandır!
Sanatçıları çok mutlu eden buluşmada Mustafa İsen’in rolünün olduğunu sanıyorum.
Çünkü bildiğim kadarıyla Cumhurbaşkanı Gül, sanat işlerine pek meraklı bir insan değil.
Örneğin kendilerinin resim, heykel, bale, opera ve klasik müzik etkinliklerini izlediğini duymadım.
Ama sanatçılarımıza göre kendileri sinemayla çok ilgileniyorlarmış.
Şener Şen’in yaptığı esprilere de çok gülmüşler.
Sanatçılarımız kendisini çok güler yüzlü, çok sivil, çok hoşgörülü bulmuşlar. Ya öteki sorumlulukları? O konuda bir görüş belirtmemişler.
Ne diyelim, sanatçılarımızın değerlendirmesi böyle...
Okula politika sokmak
BUGÜNE kadar gelmiş geçmiş bütün Cumhuriyet hükümetleri, "camiye, orduya ve okula" siyaset sokmamaya özen göstermiştir.
Bunun tersini yapan hükümetler de olmuştur. Ama bunlar hem kendileri ağır faturalar ödemişler, hem de ülkeye büyük zarar vermişlerdir.
Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik, Cumhuriyet’in yazılı olmayan bu ilkesine pek aldırmayan bir politikacıdır.
Son marifeti de Gazze’de ölenler için ilköğretim okulları ile liselerde öğrencilere bir dakikalık saygı duruşu yaptırmak olmuştur.
Evet, Gazze’de İsrail saldırıları nedeniyle yaşanan insanlık dramına vicdanı olan herkes isyan ediyor.
Ama devlet adamlarına düşen, böyle dramların sona ermesi için öğrencileri saygı duruşuna dikerek şov yapmak, okula siyaset sokmak değildir...
Siyasi ağırlıklarını kullanarak dramın sona ermesine katkı sağlamaktır.
Yazının Devamını Oku 14 Ocak 2009
TÜRKİYE’nin zor günleri... Ordu 12 Mart 1971 tarihinde muhtıra verdi. Başbakan Demirel istifa etti, yerine ara rejim hükümeti kuruldu. Ekonomi kötü durumdaydı. Döviz kıtlığı nedeniyle bazı ihtiyaç maddeleri bulunmuyordu. Karaborsa yaygınlaşmıştı.
İşte bu ortamda, 2 Nisan 1971’de Türkiye’nin en büyük 12 işadamı bir araya gelip Türkiye Sanayici ve İşadamları Derneği’ni (TÜSİAD) kurdular.
Derneğin amacı şuydu:
"Atatürk ilkelerine bağlı sanayi ve hizmet alanlarında çalışan meslek, bilim ve işadamlarının bir araya gelerek Türkiye’nin demokratik ve planlı kalkınmasına yardımcı olmak..."
Vehbi Koç o gün derneğin başkanı olan ve 9 yıl bu görevi götüren Feyyaz Berker’in koluna girip "Desene, bugün fikir üreten bir fabrika kurmaya karar verdik" dedi.
Önceki akşam, TÜSİAD’ın en sancılı dönemi olan ilk 10 yılının öyküsünün anlatıldığı iki kitabın basına sunumu yapıldı.
Kitapların mimarı işadamı ve TÜSİAD’ın ilk başkanı Feyyaz Berker.
"Fikir Üreten Fabrika" adlı kitabı Feyyaz Berker ile Güngör Uras, "Ortak Aklı Ararken" adlı kitabı da Mehmet Altun yazdı.
* * *
TÜSİAD kısa zamanda büyüyüp genişledi ve ağırlıklı bir örgüt durumuna geldi.
Yıl 1979... Ülke döviz dar boğazında. Bir sürü ihtiyaç maddesi bulunmuyor. İnsanlar ihtiyaçlarını sağlamak için uzun kuyruklar oluşturuyor.
Bu olumsuzluklar en çok işadamlarını etkiliyor.
İktidarda Ecevit hükümeti var. Çok sayıda üye, hükümetin sert bir şekilde uyarılmasını istiyor.
TÜSİAD, hükümeti önlem alması için uyarmak amacıyla gazetelere ilanlar verilmesi kararı alıyor.
Uzun tartışmalardan sonra ilanlar hazırlanıyor ve dört farklı ilan, yedi gazetede, 13 Mayıs ile 13 Haziran 1979 arasında toplam 24 kez yayınlanıyor.
İlanlara Başbakan Ecevit çok sıkılıyor. Yaptığı konuşmalarda bu eylemi demokratik bir anlayış ve nezaket içinde eleştiriyor.
Ama halkı TÜSİAD’a tepki göstermeye, ilanları yayınlayan gazeteleri almamaya çağırmıyor. Maliye müfettişlerini işadamlarının üzerine yollamayı aklına bile getirmiyor.
Feyyaz Berker bu olayı anlatırken ister istemez bugünü düşündüm.
TÜSİAD bugün böyle bir şey yapmaya kalksa kim bilir neler olurdu?
Halep oradaysa...
BAŞBAKAN, son zamanlardaki ev basma, gözaltına alma, sorgulama ve tutuklamalar konusunda hukuk zedelendiği...
Muhalifler suçlularla aynı kefeye konduğu için eleştiri yapanlara kızıyor.
"Bırakın hukuk işlesin. Kirli işlerin açığa çıkmasından mı korkuyorsunuz?" diyor.
Hay hay...
Herkes hukuku rahat bıraksın. Ama önce Tayyip Bey bıraksın.
Kendisi, bakanları, milletvekilleri, belediye başkanları ve bürokratları için de hukuk işlesin.
Gırtlağına kadar yolsuzluğa bulaşan AKP’lilerin kirli çamaşırları bir bir ortaya dökülsün.
Eğer Tayyip Bey kirli işlerin açığa çıkmasından korkmuyorsa ve de yüreği yetiyorsa şu dokunulmazlıkları kaldırıversin.
Bu kadar basit. Halep oradaysa arşın burada.
Yazının Devamını Oku 12 Ocak 2009
TÜRK toplumunu korku toplumuna dönüştüren Ergenekon Davası ve dalga dalga sürdürülen soruşturması anlaşılıyor ki artık iktidarın da kontrolünden çıktı. Karanlık işler çeviren, cinayetler işleyen, her türlü pisliğe bulaşan devlet içine çöreklenmiş çete mensuplarının arasına laik demokratik cumhuriyet yanlılarını sokma gayretleri yüzünden hem dava yozlaştırıldı, hem de hukuk devleti zedelenmeye başladı.
Bunun suçlusu, soruşturmayı yürüten savcı Zekeriya Öz ve yardımcıları mı?
Yoksa onların arkasındaki görünmeyen, Türkiye’yi bir başka yörüngeye oturmayı amaçlayan "bir üst akıl" mı?
AKP iktidarının hukuk devleti konusunda bu kadar vurdumduymaz olması endişe verici...
Eski İstanbul Barosu Başkanı, dürüst ve saygın bir hukukçu olan Turgut Kazan, Adalet Bakanı Mehmet Ali Şahin’e sorumlu bir yurttaş olarak gereken uyarıyı yapmış, Savcı Zekeriya Öz için soruşturma izni vermesi için başvuruda bulunmuştu.
Bakan bu izni vermedi. Kazan izin verilmemesi işleminin iptali için idare mahkemesine dava açtı.
Son gelişmeler üzerine davanın hızlandırılması için de mahkemeye aşağıdaki dilekçeyi verdi.
* * *
4. İdare Mahkemesi Başkanlığı, ANKARA
DAVACI: Turgut KAZAN, VEKİLİ: Av. Halil SEVİNÇ, DAVALI: Adalet Bakanlığı / Ankara
KONU: Yargılama sürecinin çabuklaştırılması, öncelikli inceleme ve çok çabuk duruşma günü verilmesi isteğinden ibarettir.
Müvekkilim, Ergenekon soruşturmasının daha 5. operasyonunda, soruşturmayı yürüten özel yetkili Cumhuriyet Savcısı Zekeriya Öz’ün, Ceza Muhakemeleri Kanunu’na aykırı ve ucu açık bir soruşturma yürüttüğünü, bu tutumuyla görevini kötüye kullandığını ve bir korku imparatorluğu yarattığını belirterek, (2802 sayılı yasanın 82. maddesi uyarınca) SORUŞTURMA izni verilmesi için Adalet Bakanlığı’na başvurmuştur.
Gerçekten, müvekkilimin 24.03.2008 günlü bu dilekçesinde, CMK’nun ifadeye çağırma, zorla getirme, yakalama ve aramaya ilişkin maddelerinin açıkça çiğnendiği ve ucu açık tutulan soruşturmada, yaşanan gelişmelere denk dalga operasyonlara başvurulduğu, böylece korku imparatorluğu yaratıldığı, ayrıca makul sürede dava açılmadığı için adil yargılanma hakkının hiçe sayıldığı vurgulanmıştır.
Bakanlık süresi içinde başvuruyu cevaplamayınca, ret niteliğindeki menfi işlemin iptali için, bu davayı açtık. Davalı idarenin cevabı geldi. Biz cevaba cevabımızı verdik. Ancak, 5. operasyon aşamasında yapılan başvuru çözülmediği için, 10 ay daha geçti ve 10 operasyon yaşandı.
Dava dilekçesinde belirttiğimiz gibi, bu süreçte makul sürede dava açılıp yargılansaydı, mahkûm olsa bile cumhurbaşkanı affıyla tedavi imkánına kavuşacak bir insan öldü. 2008 Temmuz başında (6. operasyon) tutuklanan insanlar için, henüz dava bile açılmadı. Ve operasyonlarda, 10.’suna ulaşıldı. Yargıtay Başsavcılığı yapmış bir hukukçu, hukuka açıkça aykırı, inanılmaz bir arama uygulamasının mağduru oldu.
Bütün bu gelişmeler, başvurumuzun ve davamızın haklı olduğunu gösteriyor. Ama yargılama süreci geciktikçe, yeni ihlaller ve acılar yaşanıyor. Bu nedenle, yargılama sürecinin hızlandırılmasını, öncelikli inceleme yapılarak çok erken bir duruşma günü verilmesini diliyor, durumu takdirlerinize sunuyorum. Saygılarımla. 09.01.2009
Davacı Turgut KAZAN, Vekili Av. Halil SEVİNÇ
* * *
Avukat Turgut Kazan’ın bu dilekçesi bir hukuk devleti için utanç belgesidir.
Başbakan’ın, Adalet Bakanı’nın dikkatine sunulur.
Gelişmeler çığırından çıkmış, hukuk devleti hırpalanmaya başlamıştır.
Yaşananlar muhaliflere haddi bildiriyor diye el ovuşturulacak, bıyık altından gülünecek boyutu aşmıştır.
Yazının Devamını Oku 10 Ocak 2009
AKP’nin, Avrupa Birliği üyeliğini artık fazla önemsemediğinin bir kanıtı daha ortaya çıktı. Türkiye’nin yazgısını önemli şekilde değiştirecek olan Avrupa Birliği müzakere sürecini yürütecek başmüzakereciliğe sürpriz bir isim, Egemen Bağış atandı.
Gerçi başmüzakereciliğe yeni bir atama bekleniyordu.
Çünkü işler yürümüyordu.
Ali Babacan hem Dışişleri Bakanlığı görevi, hem de kişisel yetenekleri bakımından gerekli performansı gösteremiyordu.
Müzakere süreci zor yürüyordu. Batılı ülkelerin engellemeleri, rezervleri vardı.
Buna, hükümetin Avrupa Birliği heyecanını kaybederek yapılması gereken reformları yaşama geçirmemesi de eklenince ilişkiler durma noktasına geldi.
Bu durum bazı Avrupa Birliği yöneticilerini bile rahatsız ediyor, bu nedenle sık sık Türkiye’yi reformları yapmamakla suçluyorlardı.
Ankara ise yapılan uyarıları önemsemiyordu. İşte Egemen Bağış böyle bir ortamda başmüzakereci olarak atandı.
Bağış ne donanımı, ne bilgisi, ne eğitimi, ne yeteneği bakımından bu görev için yeterli bir isim değildi.
Babasının görevi nedeniyle Amerika’ya 1 yaşında gittiği, eğitimini bu ülkede tamamladığı için İngilizcesi mükemmeldi.
2002’de AKP’de siyasete atılmadan önce New York’ta tercümanlık yaparak geçimini sağlıyordu.
Türkiye’den Amerika’ya giden heyetlere, görevlilere çevirmenlik yapıyordu.
Tayyip Bey’i de belediye başkanıyken Amerika’ya yaptığı seyahatler sırasında tanıdı ve samimi oldu.
* * *
AKP kurulurken dil bilmeyen Tayyip Bey’in güvenilir bir çevirmene gereksinimi vardı.
Amerika’ya gittiğinde kendisine çevirmenlik yapan ve güvenini kazanan Egemen Bağış, bunun için biçilmiş kaftandı.
Amerika’dan getirilip milletvekili yapıldı ve dil bilmeyen Tayyip Bey’in en mahrem konuşmalarında onun dili oldu.
Şimdi de Avrupa Birliği ile yürütülen müzakereler ona emanet edildi.
İyi İngilizce bilmesine rağmen diplomatik dili ve bilgisi olmayan, ekonomik konulara uzak, hayatında uluslararası müzakerelere katılmamış, yöntemini bilmeyen bir insanın başmüzakereciliğe atanması, AKP hükümetinin AB ile ilişkilere verdiği önemi gösteriyor.
Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz:
Bu hükümetin Avrupa Birliği gibi bir derdi yok.
Artık Avrupa Birliği mücahidi rolünü oynamasına da zaten gerek kalmadı.
Nasıl olsa Avrupa Birliği desteği olmadan da içeride istediği gibi at oynatabiliyor.
Mantık dışı gelişmeler
İBRAHİM Şahin, polislik mesleğinin bir erbabı olarak feleğin çemberinden binlerce kez geçmiş bir adam.
En gizli, en karmaşık işleri bitirmiş. Çok önemli birimlerin müdürlüklerini yapmış.
Böyle bir adam, darbe yapmak veya eylemlerde kullanmak için toprağa gömdüğü silahların, patlayıcıların yerlerinin krokisini evinde saklar mı?
Bu adam bunu yapacak kadar saf olabilir mi?
Türkiye’de mantıkları zorlayan garip işler oluyor. Birileri birtakım oyunlar içinde.
Hükümet de bu oynanan oyunları sessiz sedasız, ellerini ovuşturarak izliyor.
Yazının Devamını Oku 9 Ocak 2009
SABİH Kanadoğlu...Türkiye Cumhuriyeti’nin başsavcılığını yapmış saygın bir hukukçu...<br><br>Yargıtay Onursal Başsavcısı... 50 yıldır hukukun üstünlüğü için mücadele veren bir insan...
Önce gün evi, Ergenekon Savcısı’nın başvurusu üzerine alınan mahkeme kararıyla didik didik arandı.
Aramayı yapan polisler, buldukları her şeyi alıp götürdüler.
Bunların arasında Fazıl Say’ın bir CD’si de vardı.
İşin en trajikomik yanı ise...
Arama belgesinde Sabih Kanadoğlu’na yöneltilen suçlamalardı:
Cumhuriyet Gazetesi’nin bombalanması...
Danıştay’a düzenlenen saldırı...
Örgüt mensuplarıyla irtibat halinde olmak...
Arama bittikten sonra, "Size zarar verdik mi?" diye soran polislere, Kanadoğlu’nun verdiği şu yanıtı birileri iyi düşünmeli:
"Maddi zararım yok ama manevi zararım büyük."
* * *
Sami Selçuk...
Yargıtay Onursal Başkanı...
Olaylar üzerine yaptığı değerlendirme şöyle:
"Meslek hayatımda böyle bir iddianame (Ergenekon iddianamesi) görmedim. Böyle iddianame düzenlenemez. Bu soruşturmayı yürüten arkadaşların çok titiz ve önemli görevler yaptığını bilmelerini dilerim."
Mehmet Ali Şahin
Adalet Bakanı...
Gazetecilerin operasyon konusundaki sorularına şu yanıtı veriyor:
"Bu tamamen yargısal bir faaliyettir, siyasal bir faaliyet değildir. Ben Adalet Bakanı olarak bütün bu gelişmelerden siz değerli basın yayın organlarının sayesinde haberdar oldum!!!"
Prof. Kemal Gürüz...
Eski YÖK Başkanı...
Evindeki aramadan sonra polis merkezine götürülürken çekilen ve sakallı bir polisin, otomobile binen eski YÖK Başkanı’nın başına iki eliyle bastırmasını gösteren fotoğraf, Türkiye’nin bir polis devletine nasıl dönüştüğünü açık bir şekilde belgeliyor.
* * *
Devleti, içine çöreklenen, faili meçhul cinayetler işleyen, binbir pisliğe bulaşmış suç çetelerinden kurtarmak için yola çıkıldığı iddialarıyla başlatılan Ergenekon soruşturması ve yargılaması, AKP’nin cumhuriyetle hesaplaşmasına dönüştürüldü.
İktidar kendine karşı olan insanlardan intikam almak, onları susturmak için hukuku kullanmaya başladı.
Türkiye 6.5 yılda bir korku toplumu haline getirildi.
Herkes birbirini "Aman konuşma" diye uyarıyor.
MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli bile partili arkadaşlarına aynı uyarıyı yapıyor, "Dikkat edin. Her şeyi telefonla konuşmayın" diyor.
Türkiye tıpkı Amerika’da 1950’deki McCarthy’nin yarattığı korku dönemini yaşıyor.
Wisconsin Senatörü Joseph McCarthy’nin başlattığı komünist avında, binlerce insan tıpkı bugün Türkiye’de olduğu gibi sorgulanıyor, arkadaşlarını ihbar etmeye zorlanıyor, buna karşı çıkanlar işlerinden güçlerinden ediliyor, cezaevlerine atılıyordu.
McCarthy’nin de elinde somut deliller yoktu.
Binlerce insanın yaşamını perişan eden McCarthy’nin sonunda bir şarlatan olduğu anlaşıldı ve görevden alındı.
Amerika’da 4 yıl süren karanlık, korku dolu dönem sona erdi.
Hiç kuşkunuz olmasın, hukuk bugün Türkiye’de de bir benzeri sürdürülen bu karanlık dönemi ortadan kaldıracaktır.
Yazının Devamını Oku 7 Ocak 2009
Názım Hikmet’in 58 yıl sonra yeniden vatandaşlığa alınması çok önemli bir karar.<br><br>Bu kararı alan hükümeti kutluyorum. Konuyu Başbakan’a açan Kültür Bakanı Ertuğrul Günay’ı, bunu olumlu karşılayan ve hemen gereğinin yapılması talimatını veren Başbakan Erdoğan’ı da kutluyorum.
Dünyanın en büyük şairlerinden biri olan Názım Hikmet’e karşı Türkiye Cumhuriyeti’nin yıllardan beri taşıdığı utancın bir bölümü böylece ortadan kaldırılmış oldu.
Hükümet sözcüsü Cemil Çiçek alınan kararı açıklarken Názım Hikmet’in çektiği çileleri düşündüm.
Yıl 1951... Cezaevinden çıkan ve gözaltında tutulan Názım Hikmet’in kalbi hastadır. Üstelik askerlik yapamaz raporu vardır. Ama zamanın hükümeti hastalığına aldırmadan onu askere almak istemektedir.
Bu, şair için ölüm demektir. Zaten amaç da onu ortadan kaldırmaktır.
İşte o bunalımlı günlerde kız kardeşinin kocası olan Refik Erduran adlı genç, ünlü şairin karşısına dikilir ve yurtdışına kaçmasını önerir.
Kendisini bir sürat motoruyla Bulgaristan’a götürebileceğini söyler ve şairi ikna eder.
Sonradan ünlü bir gazeteci ve yazar olacak bu genç, o sırada askerliğini yapmaktadır.
O nedenle bir pazar günü Názım’la Tarabya’da buluşmaya karar verirler.
* * *
Refik Erduran emanet bir motorla, sözleştikleri saatte Tarabya’dan şairi alır ve Karadeniz’e açılırlar.
Bir süre sonra ufukta bir gemi görürler. Názım, "Doğru üstüne git" der.
Gemiye yaklaşırlar. Plekhanov adlı Rumen gemisinin birkaç personeli güverteye çıkar ve motordan el kol sallayan iki kişeye şaşkınlıkla bakarlar.
Názım adamlara sürekli bağırır:
"Durun, ben Türk şair Názım Hikmet! Gemiye binmek istiyorum."
Adamlar içeri girer. Bir süre sonra gemi yavaşlar ve iskele indirir.
Názım iskeleye çıkar ve Refik Erduran’a dönüp "Hadi sen de gel" der.
Refik Erduran kabul etmez.
O zaman Názım iki vasiyette bulunur:
"Kitap ve mecmua yayıncılığı yap. Filmcilik sahasına gir. Bunlar insanların aydınlanması için çok güçlü aletlerdir."
Sonra kucaklaşırlar. Názım güverteye tırmanır ve Refik Erduran’a son kez el sallar.
Bu onun Názım’ı son görüşüdür.
* * *
Názım Hikmet nasıl kaçtığını ve Refik Erduran adını uzun yıllar en yakınlarından bile saklar.
Kaçışı Türkiye’de büyük olay yaratır ve Türk şair vatandaşlıktan çıkarılır.
Rusya’da yaşadığı her gün Názım Hikmet’in duyduğu vatan hasretini büyütür.
Sonunda 1963 yılında bu hasrete kalbi daha fazla dayanamaz ve büyük şair yaşama veda eder.
Şimdi ona kimliğini iade eden ve Türkiye’nin üzerinden bu utancı kaldıran hükümete bir görev daha düşüyor.
O da bu büyük Türk şairini canı kadar sevdiği ülkesine getirip, vasiyet ettiği gibi Anadolu’da bir tepede toprağa vermek ve başına da bir çınar dikmek...
O zaman Türkiye Cumhuriyeti Názım Hikmet’e karşı yıllarca taşıdığı utançtan tam olarak kurtulacaktır.
Yazının Devamını Oku 5 Ocak 2009
EĞER Türkiye, anayasasında yazdığı gibi bir hukuk devleti olsa... Eğer Türkiye’de hukuk devletine bağlı bir iktidar olsa ve hukuk devletini işletse...
Melih Gökçek ne o belediye başkanlığı koltuğunda bir dakika oturabilir, ne de bir daha o makama aday olabilir.
Hem siyaset dünyasından adı kazınır, hem de yargıda hesap verir.
AKP Keçiören Belediye Başkanı Turgut Altınok 2006 yılında bakın ne diyor Sabah Gazetesi’nden Balçiçek Pamir’e:
"Melih Gökçek Türkiye’nin en zengin adamlarından biri. Nereden geliyor bu para?
(...) Ankara Teksas’a dönmüş durumda. Koruma terörü yaşıyoruz. Herkes susturulmuş durumda."
Bir politikacı da şunları söylüyor:
"Melih Bey her ay düzenli olarak Ankara varoşlarında gıda paketi dağıtıyor. Kömür dağıtıyor. Her şey dağıtıyor... İnanın bana analar kolay kolay böyle birini doğuramaz."
Bir başka ülkede Kemal Kılıçdaroğlu gibi bir politikacı o ülkenin başkentinin belediye başkanının ipliğini bu kadar açık ve net olarak belgelerle pazara çıkarsaydı ne olurdu?
O belediye başkanı programın sonunda halkına döner görevinden istifa ettiğini, siyasetten çekildiğini açıklardı.
* * *
Evet demokratik onurun geçerli olduğu ülkelerde böyle bir programın sonunda bunlar olurdu.
Ama bizde ne oldu?
Yalanla, yoksullukla, yolsuzlukla mücadele için ant içmiş olan AKP iktidarı Melih Bey’i yeniden Türkiye Cumhuriyeti’nin başkentine belediye başkanı adayı olarak gösterdi.
Daha doğrusu kürsülerde bol bol dürüstlük nutukları atıp efelik taslayan, attı mı mangalda kül bırakmayan Erdoğan, Melih Bey’e teslim olmak zorunda kaldı.
Neden?
Bunu da Ankara halkı sandık başına gidince dilerim (pek umudum yok ya) kendi kendine sorar.
Yaşadığı kenti Melih Gökçek gibi bir başkana yarım ton kömür, üç beş kilo makarna, şeker, pirinç, mercimek için teslim etmez.
Bir de dilerim (pek umutlu olmadığımı bir kez daha belirtmem gerekir) Ankara halkı oyunu kullanırken Melih Bey’in Ankara’ya armağanı olan doğalgaz genel müdürü Veysel Karani Demir gibi bir kafanın kurbanı olan o güzelim 7 genci düşünür.
Gazze çığlık çığlığa
UZUN uzun analizlere, derin ve anlamlı değerlendirmelere gerek yok...
İsrail Gazze’yi yok edecek.
Ufacık bir toprak parçasında yaşama savaşı veren 1.5 milyon insana acımadan tankıyla, topuyla ezecek Gazze’yi.
Amerika destek verecek. Avrupa gözlerini kapatacak.
Tayyip Bey ise Ortadoğu’da turlayıp duracak...
Hamas’ı oradan İsrail değil, dünya temizlemeli.
Talihsiz ve bilinçsiz Filistinlileri Hamas teröründen dünya kurtarmalı.
Yıllardan beri vatanlarına kavuşmak için her türlü acıya ve sıkıntıya katlanan, Hamas’a bile tutunmak zorunda kalan bu talihsiz insanlara toprakları geri verilmeli.
Eğer dünyada bir lokması kaldıysa insanlık bunu yapmalı.
Yazının Devamını Oku 3 Ocak 2009
BİR okurumdan yılın ilk günü aldığım mektubu aynen yayınlıyorum:
"TRT 2 TV bugün (1.1.2009) saat 12.10’da canlı yayın olarak Viyana Filarmoni Orkestrası’nın konserini yayınlayacağını duyurdu.
Yarım saat önce TRT 2’yi açtım ve ekranda çok saygıdeğer Başbakanımızı gördüm.
Anlattı da anlattı. Dinlemek istemedim ama mecburen TV açık kaldı. Konser saati geçti, daha konuşuyor. Saat 12.35’te konuşması bitti. Bu sefer de TV sağlık programına başladı. Sonra da bir alt yazı.
’BAŞBAKAN SAYIN RECEP TAYYİP ERDOĞAN’IN AÇIKLAMALARI NEDENİYLE VİYANA FİLARMONİ ORKESTRASI’NIN CANLI KONSERİNİ YAYINLAYAMIYORUZ.’
Yazının Devamını Oku