Tufan Türenç

Bu ne kin, bu ne büyük nefret

22 Mayıs 2009
ÜLKEYİ yönetenlere yakışmayacak bu düşmanca davranışı üzüntüyle izledik. Bir baş sağlığı bile dilemediler...

Cenazeye bir bakan bile gelmedi.

Bu kadar dışlanması, bu kadar nefret edilmesi için Türkan Saylan’ın suçu neydi?

Ömrünü insan sağlığına, cehaletle savaşmaya adamak mı?

Toplumdan dışlanan cüzam hastalarına yardım elini uzatıp, onları tedavi etmek mi?

Feodalitenin tutsağı olan cahil insanları ikna edip kız çocuklarını okula göndermelerini sağlamak, onları karanlıktan kurtarmak mı?

Tarikatların, cemaatlerin karanlığa mahkûm etmek istediği yavrulara aydınlık, pırıl pırıl bir pencere açmak mı?

Bunları yaptığı için mi bu kin, bu nefret?

Bu kadar iftira, bu kadar eziyet.

Sabahın köründe evinin polis tarafından basılması, her şeyine el konması, hasta hasta saatlerce ifadesinin alınması cehaletle boğuştuğu için miydi?

Bütün bu yapılanlar hangi insanlığa, hangi vicdana sığar?

* * *

Hadi hükümeti geçtik.

Ya kendini bütün milletin cumhurbaşkanı ilan eden Gül?

O neredeydi?

Kendini sevdirmek için herkese mavi boncuk dağıtan, Çankaya’da sofralar kuran Cumhurbaşkanı bir başsağlığı mesajı da mı yayınlayamazdı?

Cenazenin ertesi günkü gazetelere hüzünle baktım.

Dinci gazetelerin tutumları malum. Onların üzerinde bile durmadım.

Yandaş gazeteler de onlardan aşağı değildi. Onları da geçtim.

Topluma mal olmuş bu seçkin insanın ölümünü bile görmemeye çalıştılar.

Onlarda da aynı kin ve nefret...

Aslında cenazede konuşan imamın söyledikleri hepsine verilen en anlamlı yanıttı.

Ama anlamadılar.

Ruhlarını saran kin ve nefret o kadar güçlü ki...

Bu kadar kin ve nefreti, bu kadar sevgisizliği, bu kadar düşmanlığı dilerim Allah affeder.

* * *

Cumhurbaşkanı Gül ile Başbakan Erdoğan’ın nasıl her şeyi kendi açılarından gördüklerine bir örnek daha vermek istiyorum.

Sincan 1. Ağır Ceza Mahkemesi kararını değerlendirmeleri çok ilginç.

Türkiye Cumhuriyeti’nin cumhurbaşkanı kendisini savunmak zorunda kalıyor.

Düşündürücü ve hazin bir durum.

Milletvekili dokunulmazlığı sayesinde hakkındaki davalarda yargılanmaktan kurtulan Erdoğan ise karar için "Anlamakta zorlanıyorum" diyor.

Anlamakta zorlanan Başbakan’a soruyorum:

Türkan Saylan’ın evinin sabahın köründe basılıp talan edilmesini, hastaneden çıkarılıp sorgulanmasını anlamakta zorlanmıyor musunuz?

Ya saygın bilim adamlarının, gazetecilerin, yazarların sırf muhalifler diye somut delil gösterilmeden, hukukçuların "Kabul edilemez" olarak tanımladığı bir iddianameyle suçlanıp cezaevine tıkılmalarını...

Almanya’nın yargılayıp mahkûm ettiği Deniz Feneri çetesinin Türkiye uzantıları için hálá yargılamanın başlamamasını da anlamakta zorlanmıyor mu Başbakan?

Bilmem Başbakan Erdoğan bu sorulara vicdanında bir yanıt bulabilir mi?
Yazının Devamını Oku

O, Tanrı’nın dünyaya gönderdiği bir melekti

20 Mayıs 2009
HEP düşünmüşümdür, acaba bazı insanlar "UFO" mudur diye.

Yani Tanrı’nın mucizeler yaratmaları için dünyaya yolladığı melekler midir onlar?

Örneğin Atatürk...

Bir insanın ömrüne sığdıramayacağı zaferleri, reformları 15 yıl gibi bir zaman diliminde başarmıştır.

Savaştığı düşmanlarıyla barış yapmış, bütün insanlığa, ülkesini işgal etmek için savaşa gelip bu topraklarda ölen askerlerin annelerine "Onlar artık bizim evlatlarımızdır, burada huzur içinde yatmaktadırlar" diyerek bir insanlık dersi vermiştir.

Yazının Devamını Oku

Türkiye’nin içeri tıktığı Haberal’ın onur karnesi

18 Mayıs 2009
1944’te Rize’nin Pazar İlçesi Subaşı Köyü’nde doğdu. 1967’de Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi’ni bitirdi. 1971’de Genel Cerrahi uzmanı oldu.

1973’te Teksas Shriner’s Yanık Enstitüsü’nde üst ihtisas yaptı.

1974-75’te Colorado Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde transplantasyon üst ihtisasını tamamladı.

1975’te Hacettepe Üniversite Hastanesi Genel Cerrahi Bölümü’nde Yanık ve Organ Nakli Ünitelerini kurdu.

Türkiye’de ilk kez canlı donörden böbrek naklini gerçekleştirdi.

Dünya Yanık Derneği ulusal temsilcisi seçildi.

1976’da doçent, 1982’de profesör oldu.

1978’de Avrupa Organ Nakli Vakfı’ndan temin edilen organla Türkiye’de ilk kez kadavradan böbrek naklini gerçekleştirdi.

1982’de Ankara’da ilk Hemodiyaliz Merkezi’ni kurdu.

Ortadoğu’da organ paylaşımı ve teminini kolaylaştırmak için Ortadoğu Diyaliz ve Organ Nakli Vakfı’nı kurdu.

1992’de dünyada bir ilk olan aynı canlı donörden kısmi karaciğer ve böbrek naklini gerçekleştirdi.

New York Bilim Akademisi üyesi oldu.

1993’te "Türkiye Organ Nakli ve Yanık Tedavi Vakfı", "Haberal Eğitim Vakfı" ve "Başkent Üniversitesi"ni kurdu.

Türkiye’nin birçok ilinde hastane ve sağlık merkezleri açtı.

* * *

Dünya Transplantasyon Derneği’nin Roma’daki kongresinde kendisine Türkiye ve dünyada organ naklinin gelişimine yaptığı katkılardan dolayı "Milenyum Madalyası" verildi. Amerikan Cerrahi Birliği "Onursal Üyesi" seçildi.

2004’te Cerrahi Araştırmalar Akademisi (Academy of Surgical Research) Üyesi ve Türkiye Temsilcisi oldu.

Aynı yıl Japonya’da yapılan Dünya Yanık Derneği Kongresi’nde 2006-2008 dönem Başkanlığı’na seçildi.

Uluslararası Cerrahlar Birliği üyesi seçildi.

Dünyanın birçok üniversitesinden kendisine doktora unvanı verildi.

Kuveyt Sağlık Bakanı Şeyh Ahmad Al-Abdulla Al-Sabah’tan "Ömür Boyu Başarı Ödülü" aldı.

Washington Üniversitesi Konuk Profesörlüğü’ne getirildi.

Prague Yanık Merkezi’nde (Prague Burn Center) Prof. Dr. Radana Königova tarafından Onursal Üyelik Ödülü takdim edildi.

* * *

Prof. Mehmet Haberal bugüne kadar 1730 böbrek, 320’den fazla karaciğer nakli yaptı.

22’den fazla ulusal ve uluslararası bilimsel kongre düzenledi.

35 ulusal ve uluslararası tıp derneği üyeliğine seçildi.

1428 Türkçe ve İngilizce bilimsel yayın yaptı. 2 İngilizce, 4 Türkçe kitabı var.

Tıp alanında 25 ulusal ve uluslararası ödül sahibi.

8500 çalışanı olan Başkent Üniversitesi bünyesinde 10 hastane, 1 poliklinik, 13 diyaliz merkezi, biri Adana biri Ankara’da olmak üzere 2 kolej, 2 otel, 6 vakıf, 4 vakıf iktisadi işletmesi kurdu.

Türkiye’nin en çok bilimsel yayın yapan bilim adamıdır.

Burada yerimizin darlığı nedeniyle Prof. Mehmet Haberal’ın onur karnesindeki başarıların büyük bölümünü yazamadım.

AKP Türkiye’si, ülkesinde ve dünyada böylesine büyük başarılar kazanan saygın bilim adamı Prof. Dr. Mehmet Haberal’ı içeri tıkmakla ne kadar övünse azdır!
Yazının Devamını Oku

İlginç bir masada ilginç bir sohbet

16 Mayıs 2009
ÖNCE masadakileri saymalıyım: Gürer Aykal, Fazıl Say, Hıncal Uluç, Ece Sükan, Ceyda Düvenci, ben ve Kürşat Başar... İki gazeteci, iki müzisyen, bir oyuncu, bir manken, modacı ve oyuncu...

Ve tabii bir de programın yapımcısı...

Bu kadar ilginç kişi bir masanın çevresinde toplanırsa hiç kuşkusuz orada ilginç bir sohbet de olur.

Önce herkes kendi mesleğinde yaşadığı ilginç anıları anlattı.

Hepsi insanı kahkahaya boğan garip ve komik olaylardı.

Bu uzun sohbetin bana göre en ilginç olan bölümünü biraz ayrıntılı anlatmam gerekiyor.

Kürşat Başar, önce Hıncal Uluç’a sordu:

"Türkiye’nin geleceğini nasıl görüyorsunuz?"

Hıncal Uluç deneyimli bir gazeteci. Bizim mesleğe yıllarını vermiş, çok şey görmüş, çok şey yaşamış...

Özetle şöyle dedi: "Türkiye’nin geleceği konusunda en ufak bir endişe duymuyorum. Çünkü ben okulları çok dolaşıyorum. Orada gençlerle konuşuyorum. Çok kaliteli bir gençlik geliyor. Onlara çok güveniyorum."

* * *

Başar bu kez Gürer Aykal’a sordu. Ünlü şef de Hıncal Uluç gibi düşündüğünü söyledi:

"Ben Anadolu’yu sürekli dolaşıyorum. Oralarda konserler yönetiyorum. İnanın bu halkı iyi tanıyorum. Onun için Türkiye’nin geleceğinden endişe duymuyorum."

Burada Ceyda Düvenci girdi söze.

Genç tiyatrocu ve dizi oyuncusu, Türkiye’nin geleceğinden büyük endişe duyduğunu söyledi.

"Ciddi şekilde geriye gidiş var. Ben bunu bir sanatçı olarak gözlemliyorum. Cumhuriyet değerlerine, Atatürk ilke ve devrimlerine bir karşı duruş var. Bu giderek güçleniyor. Açıkçası gelecek için umutlu değilim" dedi.

Ece Sükan da Ceyda Düvenci gibi düşündüğünü vurguladı. O da geriye doğru bir gidişin olduğunu söyledi.

"Ben Ankara’da büyüdüm. Her Ankara’ya gidişimde toplumdaki olumsuz gelişimi daha net görüyorum" diye konuştu.

* * *

Ben bu tartışmalar yapılırken şunu düşündüm:

"Gençler daha karamsar. Neden acaba? Sonra kendi kendime ’Ben umutlu muyum?’ diye sordum. Evet umutluydum. Çünkü umudumuzu yitirmememiz gerekiyor. İnatla direnmemiz, dik durmamız, kafamızı ve ruhumuzu satmamamız gerekiyor." Yanıtım kısaca buydu.

Ünlü piyanistimiz Fazıl Say, benim anlatmaya çalıştığımı fazlasıyla yerine getiren, laik ve demokratik cumhuriyet için, Atatürk aydınlanması için sorumlulukla dik duran ve bunu söylemleriyle gösteren bir sorumluluk içinde şöyle dedi:

"Ben bu ülkenin değerlerini savunduğum için, Atatürk aydınlanmasından yana tavır koyduğum için bu ülkede bazı kesimler bana ’Faşist’ diyorlar. Kendileri, yani ülkenin bütün değerlerini yadsıyanlar demokratmış. Böyle bir saçmalık olur mu?"

Sonra döndü ve Gürer Aykal’a, "Gürer Hoca, senin için de aynı şeyi söylüyorlar" diye konuştu.

Gürer Aykal güldü, "Desinler. Hiçbir önemi yok" dedi.

Sohbet siyasi olayların değerlendirilmesi, moda, sinema, tiyatro ve de medya ile sürüp gitti.

Hemen her konudaki bu ilginç sohbet, "Kürşat Başar’la" programında gelecek hafta cumartesi günü yayınlanacak.
Yazının Devamını Oku

Köşe yazarının saygısızlığı

14 Mayıs 2009
ARTIK iş çığırından çıktı.

Yazının Devamını Oku

Cindoruk’un özverisi

13 Mayıs 2009
NİHAYET! Merkez sağda ciddi bir hareket başlatıldı. <br><br>Bu, beklenen ve daha fazla geciktirilmemesi gereken bir hareket. Eğer bazı iç ve dış dinamikler engellemezse hareket bir yıl içinde merkez sağda güçlü bir siyasi parti yaratır.

Bu güç işi, deneyimli politikacı Hüsamettin Cindoruk üzerine aldı.

Yıllarını siyaset arenasında mücadele ile geçiren deneyimli politikacılara göre Cindoruk’un bu güç görevi yüklenmesi çok büyük bir özveri.

Cindoruk’un 16 Mayıs’taki kongrede aday olacağını açıklamasından sonra dinci basından anında eleştiri bombardımanı başladı.

Bu salvolar doğaldı.

Ama daha ilginç olanı beklenmeyen kişilerden ve kesimlerden gelen tepkilerdi.

Bu tepkilerin hemen hepsinin dayandığı gerekçe Cindoruk’un yaşı oldu.

Oysa Cindoruk siyasi lider olma isteği ile bu işe girmiyor ki.

Onun hedefi, merkez sağdaki dağınık tabanı toparlamak ve DP’yi güçlü bir parti haline getirmek.

Ondan sonra yerini genç bir lidere bırakıp çekilmek.

Cindoruk’a nezaket sınırlarını aşan eleştiriler yapanlar da bunu biliyorlar.

Amaçları hareketi baltalamak.

* * *

Peki lider kim olacak? Herkes bunu merak ediyor.

Hareket tabanda büyüyüp geliştikçe, yeni yeni lider adayları ortaya çıkar.

Siyasi hareket kendi liderini yaratır.

Hiçbirimizin aklına gelmeyen bir isim bakarsınız bir gün birdenbire ortaya çıkıverir.

Türk siyasetindeki tüm liderler hep oluşum süreçlerinde çıkmıştır.

Kimi başarılı olmuş kalmış, kimi tutunamayıp gitmiştir.

Cumartesi günkü kongreden sonra hareket dalga dalga yayılacaktır.

Bir yıl içinde beklenti içinde olan seçmenin karşısına güçlü bir alternatif konacaktır.

Güçlü bir merkez sağ parti Türk siyasetindeki bugünkü dengeleri değiştirebilir.

Lider konusunda bazı isimler konuşulmaktadır.

Bu isimlerin üçü çok güçlü görülüyor.

Bu adayların ikisi içerden, biri dışardan...

Ama bu isimleri açıklamanın henüz zamanı değil.

Döne döne kafamız döndü

KÜLTÜR Bakanı Ertuğrul Günay 12 Eylül’de toplumun aklının karıştırıldığını söyledi ve o dönemle ilgili olarak şu örneği verdi:

"En iyi erkek sanatçı Zeki Müren, en iyi kadın sanatçı da Bülent Ersoy seçildi."

Bu örnek kamuoyunda tepki ile karşılanınca Kültür Bakanı sözlerini düzeltme gereği duydu.

Aslında dedikleri doğruydu. Toplumun kafası karıştırılmıştı.

Ama bu yalnız 12 Eylül’de mi oldu?

AKP iktidarında ise kafalar mikserlendi.

Solcular dinci oldu, dinciler demokrat...

Marksistler liberal, liberaller muhafazakár...

Maocular da ulusalcı...

Ya dönekler ne oldu derseniz.

Onlar fırdöndü oldu.
Yazının Devamını Oku

Mersin’in müzik neferleri

11 Mayıs 2009
BU yazıyı, tam 15 gündür çatışmalardan, katliamlardan, yani her türlü felaketten başımı kaldırıp yazamadım. Mersin Devlet Operası’nı ve orada büyük özveriyle çalışıp çok sesli müziği Anadolu’ya yaymak için çırpınan sanatçıların olağanüstü çabalarını anlatmak istiyordum.

Ama bir türlü olmadı.

Artık bugün dünya yıkılsa yazacağım sanatın o eşsiz misyonerlerini...

Dostum ünlü operacı Mete Uğur’la birlikte yaşadığımız bir günlük harika gezimiz Mersin Devlet Opera ve Balesi Müdür ve Sanat Yönetmeni Selman Ada’nın nazik davetiyle gerçekleşti.

Selman Bey davet mektubunda Guiseppe Verdi’nin Luisa Miller Operası’nı Türkiye’de ilk kez sahneye koyduklarını ve 25 Nisan’daki galaya mutlaka beklediklerini yazıyordu.

Luisa Miller Türkiye’de ilk kez oynanacaktı. Bunu da Mersin operası gerçekleştiriyordu.

Türkiye’nin yetiştirdiği en ünlü bariton Mete Uğur’la büyük bir heyecanla bize ayrılan koltuklarda yerimizi aldık.

* * *

Orkestrayı Selman Ada yönetiyordu. Rejiyi Kenan Korbek yapmıştı.

1940’lı yılların başında yapılan daha sonra opera binası haline getirilen yapıda izliyorduk Luisa Miller’i.

Oyuncular, koro büyük bir heyecanla seslendirdiler bu eşsiz operayı.

Selman Ada’nın yönettiği orkestra kusursuz çaldı. Belli ki Ada orkestraya büyük emek vermiş.

Verdi’nin bu zor operasını olanakların son derece kısıtlı olduğu bir ortamda oynamanın ne kadar zor olduğunu opera izleyicileri çok iyi bilir.

Yaratılan gerçek bir mucizedir.

Selman Ada başta olmak üzere bütün sanat yöneticilerini, oyuncuları, orkestra elemanlarını ve teknik adamları yalnız kutlamıyor, onlara Türk sanatı adına binlerce kez teşekkür ediyorum.

Verdi hiç kuşkusuz bir opera dehasıdır. İlk operası Oberto’yu 36 yaşında besteledi.

1901’de 87 yaşında yaşama veda ettiğinde arkasında her biri başyapıt olan 30’dan fazla opera bıraktı.

Yaşamının son 4 yılında beste yapamayan eşsiz bestekar 54 yıl bir fabrika gibi harika operalar üretti.

Mersin yöresinde okul okul, köy köy dolaşıp çok sesli müziği, operayı, baleyi sevdirmek amacıyla gösterdikleri insanüstü çaba için Mersin Devlet Opera ve Balesi’nin tüm sanatçı ve emekçilerinin önünde yaptıkları bu kutsal görev için saygıyla eğiliyorum.

O ne finaldi

Borusan Flarmoni’nin verdiği bu yılın son konseri olağanüstüydü.

Solist Fazıl Say’dı.

Saint Saens’ın 2 No’lu Sol Minör Piyano Konçertosu’nu çaldı.

Fazıl Say’ı anlatmaya gerek yok. Ama yorumunun sarsıcı ve büyüleyici olduğunu belirtmek isterim.

Konçertoyu bitirdikten sonra ısrarlı alkışlar nedeniyle iki kez bis yaptı. Buna rağmen defelarca sahneye çağırıldı.

İkinci bölümde de orkestra şef Gürer Aykal yönetiminde Ludwig van Beethoven’in 5. Senfonisi’ni seslendirdi.

Orkestranın bütün elemanlarını gösterdikleri performanstan dolayı kutluyorum.

Hiç kuşkusuz Borusan Flarmoni büyük bir gelişme içinde.

Ünlü şef Gürer Aykal’a da bu orkestraya verdiği emeklerden dolayı bir sanatsever olarak özellikle teşekkürler ediyorum.
Yazının Devamını Oku

Zamanı gelince açıklayacağım

9 Mayıs 2009
Birkaç ay önce emekli Genelkurmay Başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt ve eşi Filiz Büyükanıt’la bir oyunun galasında tesadüfen bir araya geldik. Sohbet sırasında Yaşar Paşa’ya Dolmabahçe’de Başbakan Erdoğan’la ne konuştuklarını sordum.

Yaşar Paşa, "Zamanı gelince neler konuştuğumuzu anlatacağım" dedi ve ekledi: "Yalnız size şunu söyleyebilirim. 27 Nisan bildirisini çok dikkatli okuyun. Satır aralarını çözmeye çalışın. Orada ne söyleniyorsa Dolmabahçe’de işte onlar konuşuldu."

DİLEK Türker’in Misery adlı oyununun galası vardı. Eşim Pınar Türenç’le bu ilginç oyunu izlemeye gittik.

Tiyatronun fuayesine girdiğimizde bir sürprizle karşılaştık.

Kısa bir süre önce emekli olmuş ve medyada hakkında bir sürü suçlamalar yapılmış olan Emekli Genelkurmay Başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt ve eşi Filiz Büyükanıt’a rastladık.

Birkaç öy önceki bu karşılaşmayı, o zaman bir dost sohbeti olduğu için yazmamıştım, ama Paşa 32. Gün’de bazı açıklamalar yapınca, bize söylediklerini artık yazmakta bir sakınca görmüyorum.

Şimdi o ilginç güne dönelim:

Yaşar Paşa ve eşiyle emeklilikten sonra ilk görüşmemizdi.

Emekliliğin tadını çıkarıyorum

Büyükanıtlar
fuayede oturmuş kahve içiyorlardı. Bizi görünce Yaşar Paşa her zamanki sıcaklığı ve içtenliğiyle yerinden fırladı.

Ben Paşa’yla, Pınar da eşi hanımefendiyle kucaklaştı.

Paşa bizi masasına davet etti. Oturduk.

Kahveler tazelendi ve kısa bir hoşbeşten sonra sohbete daldık.

Konuşmaya başlar başlamaz Paşa’nın büyük bir yükü sırtından atan insanların rahatlığı içinde olduğunu gördüm.

"Emekliliğin tadını çıkarmaya başladım. Bol bol dinleneceğim, okuyacağım, sanatsal etkinleri izleyeceğim ve ilk kez rahat rahat tatil yapacağım" dedi.

Sohbet ilerledikçe ister istemez tüm Türkiye’nin merak ettiği konular açıldı.

Dolmabahçe’de ne konuştunuz?

Pınar’la birlikte ortak sorumuzu direkt sorduk Paşa’ya:

- Paşam, Başbakan’la Dolmabahçe’de saatlerce konuştunuz. Neydi konu? Çok çeşitli yorumlar yapıldı, senaryolar yazıldı.

Paşa güldü. Sonra sigarasından derin bir nefes çektikten sonra tane tane şunları söyledi:

- O konuşmayla ilgili hiçbir şey söylemem. Çünkü baş başa bir konuşmaydı. Konuşulanlar Başbakan’la benim aramda kalacak. Ama ilerde, zamanı gelince neler konuştuğumuzu anlatacağım. Şimdi kesinlikle tek kelime bile söylemem.

- Ama Paşam, açıklamayınca biliyorsunuz sizi ve hanımefendiyi üzen söylentiler çıkarılıyor ve bunlar yazılıyor.

- Haklısınız. Yazılanlar bizi karı-koca olarak çok ama çok üzdü. Çünkü hepsi de yalandı. Yani hakkımızda yargısız infaz yapıldı. Bunların bazıları alçakça iftiraları da içeriyordu. Bu çok büyük haksızlıktı. Özellikle benim eşim için söylenenler. Yok Başbakan önüme dosya koymuş, yok beni tehdit etmiş, ben de onun için susmuşum. Bütün bunlar alçakça iftiralardı. Hepsini dava ettim.

Filiz Büyükanıt: Günlerce uyumadık

Burada söze Filiz Büyükanıt girdi:

- Bakın, ben hiçbir zaman çok para harcayan, lüks merakı olan bir insan değilim. Bizim mütevazı bir hayatımız var. Konumumuz nedeniyle buna aşırı bir şekilde, titizlikle uyduk. Alışveriş yapacaksam hep ucuzluk kampanyalarını beklerim. Neler uydurdular. Ben çok para harcıyormuşum, büyük faturalar getiriyormuşum. Neler neler. İnanın bu iftiralar karşısında günlerce uyuyamadık. Bu kadar haksızlık olmaz.

Paşa, eşinin anlattıklarını aynen onayladı, "Gerçekten de inanılmaz bir yargısız infazla karşı karşıya kaldık" dedi.

Ben konuyu yeniden Dolmabahçe görüşmesine getirdim:

- Paşam, aslında bu söylentileri ve iftiraları önlemek için bu konuşma açıklanmalı diye düşünüyorum. Gizlilik daima spekülasyonlara neden olur.

- Haklısınız ama açıklayamam. Dediğim gibi daha zamanı değil.

27 Nisan bildirisini dikkatli okuyun

Kısa bir sessizlik oldu. Paşa bir süre düşündü. Sonra tane tane şunları söyledi:

- Yalnız size şunu söyleyebilirim. 27 Nisan bildirisini çok dikkatli okuyun. Satır aralarını çözmeye çalışın. Orada ne söyleniyorsa Dolmabahçe’de işte onlar konuşuldu. Defalarca okuyun. Dönüp dönüp okuyun. O bildiride neler vurgulanmış, hangi konularda uyarılar yapılmış. Bugün yaşadıklarımızı düşünürseniz 27 Nisan bildirisinin ne kadar önemli olduğunu anlarsınız. Bizim ne kadar haklı olduğumuz da ortaya çıkar. Çünkü o bildiride söylenmesi gereken her şey vardır.

Paşa’nın bu sözleri üzerine hızla gözlerimin önünden, daha önce defalarca okuduğum 27 Nisan bildirisi bir film şeridi gibi geçti.

O bildirinin özü, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin laiklikle ilgili duyarlılığı kararlı bir ifadeyle vurgulanıyor ve bu konuda kurum olarak kesinlikle ödün verilmeyeceği açıklanıyordu.

Kendi kendime, "Demek ki, Dolmabahçe’de Büyükanıt Paşa, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin 27 Nisan bildirisindeki endişelerini, duyulan rahatsızlığı Başbakan’a bir kez daha hatırlatmış" diye düşündüm.

Otomobili neden kabul ettiniz?

Bu kez kafamıza takılan bir soruyu Pınar sordu Paşa’ya:

- Peki neden o otomobili kabul ettiniz? Keşke kabul etmeseydiniz.

Paşa bir sigara yaktı ve yine hafifçe gülümseyerek milyonlarca insanın merakla beklediği yanıtı şöyle verdi:

- Bakın bu konu da o kadar yanlış aktarıldı ki. Alınan normal bir otomobil. Tek farkı zırhlı oluşu. Zırhlı otomobili tek kullanan ben değilim. Sonra otomobilin fiyatı o kadar abartıldı ki... Ben bile şaşırıp kaldım. Bana bir otomobil verilecek. Devlet bunu bütün komutanlara veriyor. Benim için de bunu tahsis ettiler. Kesinlikle ben istemiş değilim. Ama medya öyle bir şişirdi ki, sanki bu otomobil benim için özel olarak imal edilmiş. Yok öyle bir şey.

Halkın sevgisi insanı çok mutlu ediyor

Biz bu sohbetleri yaparken zaman zaman kesintiler oluyordu. Çünkü masanın önünden geçen insanlar duruyorlar ve Paşa’yı selamlıyorlar, onunla ve eşiyle konuşmak, sevgilerini bildirmek istiyorlardı.

Paşa her zamanki sıcaklığıyla sohbete ara veriyor ve ayağa kalkıp vatandaşların ellerini sıkıyor, onlara teşekkür ediyordu.

Oyunu izlemek için kalktığımızda hemen karşıdaki dükkánın sahibi geldi yanımıza. Elinde küçücük bir paket vardı. Filiz Hanım’a şöyle dedi:

- Efendim, demin bizim dükkána girip bu küpeye bakmıştınız. İzin verirseniz bunu size armağan etmek istiyorum. Bu küçük armağanımızı bir anı olarak kabul ederseniz size minnettar kalırız.

Filiz Hanım teşekkür etti, "Ücretini ödemek koşuluyla kabul ederim" dedi.

Dükkán sahibi, "Hanımefendi küçücük bir armağan. Fiyatı da küçücük, lütfen bunu kabul ediniz. Bizi çok mutlu edersiniz" diye ısrar etti ve küçük paketi Filiz Hanım’a verdi.

Tiyatro salonuna girerken Büyükanıt Paşa, "İşte Tufan Bey, halkın gösterdiği bu sevgi benim için en büyük güç kaynağı. İnsan mutlu oluyor. Bu çok güzel bir şey" dedi./images/100/0x0/55ea8616f018fbb8f8859319

Sır kalan görüşme

BAŞBAKAN Erdoğan ve dönemin Genelkurmay Başkanı Orgeneral Büyükanıt, 5 Mayıs 2007’de Dolmabahçe Sarayı’nda bir araya geldi. SHP eski Genel Sekreteri Fikri Sağlar Birgün Gazetesi’nde, Erdoğan’ın, Büyükanıt’a, "Harcamalarına dikkat etmesi gerektiği"ne ilişkin dosya sunduğunu yazdı. Sağlar’ın iddialarını Başbakanlık yalanladı. Başbakanlık’ın açıklamasında, "Anayasamızda tanımlanan görev, yetki ve sorumluluklar çerçevesindeki görüşmenin bilgiye dayanmayan asılsız spekülasyonlara konu edilmesi üzücüdür" denildi. Bugüne kadar her iki taraf da görüşmenin içeriğine ilişkin hiçbir şey söylemedi.

TSK’nın değil şahsi görüşü

GENELKURMAY Başkanlığı’nda haftalık bilgilendirme toplantısında emekli Orgeneral Yaşar Büyükanıt’ın, "Dinlendim", "Laiklik kaygısıyla hareket edildi" yönündeki sözleri ve karargáhta dinleme endişesinin devam edip etmediğiyle ilgili soruları, İletişim Daire Başkanı Tuğgeneral Metin Gürak , şöyle yanıtladı: "TSK’den emekli olmuş personelin kamuoyuna yansıyan görüş ve düşünceleri, tamamen o görüşleri ifade eden kişilerin görüşleri olup, o görüşler üzerinde bizim bir değerlendirme yapmamız doğru değildir. TSK, görev ve sorumluluk alanı kapsamında ve kendisine verilen yasal sınırlar içerisinde çalışmalarını ve ilişkilerini yürütmekte, olabilecek görüş ve önerilerini de ilgili makamlara iletmektedir."

27 Nisan bildirisi/images/100/0x0/55ea8616f018fbb8f885931b

GENELKURMAY Başkanlığı 27 Nisan 2007 gecesi saat 23.17’de internet sitesinden BA-08/07 numaralı bir metin yayımladı. Siyaset tarihine ’E-muhtıra’ olarak geçen bildiride, "Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin, başta laiklik olmak üzere, temel değerlerini aşındırmak için bitmez tükenmez bir çaba içinde olan bir kısım çevrelerin, bu gayretlerini son dönemde artırdıkları müşahede edilmektedir" denildi. İşte bildiriden satırbaşları:

Alternatif bayramlar

Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin, başta laiklik olmak üzere, temel değerlerini aşındırmak için bitmez tükenmez bir çaba içinde olan bir kısım çevrelerin, bu gayretlerini son dönemde artırdıkları müşahede edilmektedir.

Uygun ortamlarda ilgili makamların, sürekli dikkatine sunulmakta olan bu faaliyetler; temel değerlerin sorgulanarak yeniden tanımlanması isteklerinden, devletimizin bağımsızlığı ile ulusumuzun birlik ve beraberliğinin simgesi olan milli bayramlarımıza alternatif kutlamalar tertip etmeye kadar değişen geniş bir yelpazeyi kapsamaktadır.

Dini istismar

Bu faaliyetlere girişenler, halkımızın kutsal dini duygularını istismar etmekten çekinmemekte, devlete açık bir meydan okumaya dönüşen bu çabaları din kisvesi arkasına saklayarak, asıl amaçlarını gizlemeye çalışmaktadırlar. Özellikle kadınların ve küçük çocukların bu tür faaliyetlerde ön plana çıkarılması, ülkemizin birlik ve bütünlüğüne karşı yürütülen yıkıcı ve bölücü eylemlerle şaşırtıcı bir benzerlik taşımaktadır.

İrticai anlayış

Cumhuriyet karşıtı olan ve devletimizin temel niteliklerini aşındırmaktan başka amaç taşımayan bu irticai anlayış, son günlerdeki bazı gelişmeler ve söylemlerden de cesaret almakta ve faaliyetlerinin kapsamını genişletmektedir.

Bölgemizdeki gelişmeler, din ile oynamanın ve inancın siyasi bir söyleme ve amaca alet edilmesinin yol açabileceği felaketlerin ibret alınması gereken örnekleri ile doludur. Kutsal inancın üzerine yüklenmeye çalışılan siyasi söylem veya ideolojinin inancı ortadan kaldırarak, başka bir şeye dönüştüğü, ülkemizde ve ülke dışında görülebilmektedir.

Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin çağdaş bir demokrasi olarak, huzur ve istikrar içinde yaşamasının tek şartının, devletin Anayasamızda belirlenmiş olan temel niteliklerine sahip çıkmaktan geçtiği şüphesizdir.

Laiklikte tarafız

Cumhurbaşkanlığı seçimi sürecinde öne çıkan sorun, laikliğin tartışılması konusuna odaklanmış durumdadır. Bu durum, TSK tarafından endişe ile izlenmektedir. Unutulmamalıdır ki, TSK bu tartışmalarda taraftır ve laikliğin kesin savunucusudur.

Gerekirse tavır koyarız

Ayrıca, TSK yapılmakta olan tartışmaların ve olumsuz yöndeki yorumların kesin olarak karşısındadır, gerektiğinde tavrını ve davranışlarını açık ve net bir şekilde ortaya koyacaktır.

Cumhuriyet düşmanları

Özetle, Cumhuriyetimizin kurucusu Ulu Önder Atatürk’ün, ’Ne mutlu Türküm diyene!’ anlayışına karşı çıkan herkes Türkiye Cumhuriyeti’nin düşmanıdır ve öyle kalacaktır.

Türk Silahlı Kuvvetleri, bu niteliklerin korunması için kendisine kanunlarla verilmiş olan açık görevleri eksiksiz yerine getirme konusundaki sarsılmaz kararlılığını muhafaza etmektedir ve bu kararlılığa olan bağlılığı ile inancı kesindir.
Yazının Devamını Oku