5 Haziran 2009
TÜRKİYE rektörleri, bilim adamlarını, araştırmacıları, gazetecileri içeri tıkan, hukuk kurallarının işlemediği bir ülke durumuna getirildi. Bağımsızlığı ciddi ölçüde zedelenmiş olan yargı siyasallaştırıldı.
Bundan demokrasi adına utanç ve endişe duymamak olanaksız.
Bugün Türkiye’de pek çok aklı başında insan bu duyguları paylaşıyor.
* * *
Şimdi şu satırları hep birlikte okuyalım:
"Konuyla ilgili önce sustum. Olmadı. Sonra soyut değerlendirmeler yaptım. Olmadı. Bilim der ki: Siyaset soylu ve özverili bir kamu hizmetidir. Ama bir tutamcık siyaset yargıya karıştırılırsa, virüse dönüşür. Yargı hastalanır, kirli adalet salgılar."
"Ergenekon diye bir dava yoktur. Sadece Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti’ne karşı başkaldırı suçu ve davası vardır. Davanın hukuki adı bu. Siyasi adı ise Ergenekon. Demek davayı siyasileştirme, daha işin başında, ona Ergenekon koyanda başlamıştır...."
".... Ergenekon diye mitolojik ve politik anlam yüklü, toplum bilincini saptırıcı bir dava bu adlandırmayla birlikte daha baştan kirletildi...."
".... Olayda hukuksal yanlışlıklara değinenleri, davayı sulandırmak isteyen, ordu yanlıları; bunları dile getirmeyenleri ordu karşıtı diye göstermek, karalamak sığlıktır. Böylesine sığ bir anlayış, olsa olsa hukuk bilincinin bulunmadığı toplumlarda görülür."
* * *
"Soruşturmanın gizliliği gerekçesi çok insancadır, çok güçlüdür, çok tutarlıdır. Kuşkunun özsaygısı, şerefi örselenmemeli. Suç işledikleri sanılan insanlar incitilmemeli, lekelenmemeli. Ön soruşturma asla bir güç gösterisine dönüştürülmemeli."
"Özel yaşamı ve konut dokunulmazlığını çiğneyen arama, mülkiyet hakkını örseleyen el koyma, birey özgürlüğünü ortadan kaldıran gözaltı, tutuklama gibi işlemler birer önlemdir. Kural gereği istisnadır. Zorunlu olduğunda başvurulması gereken son çaredir, sıra dışıdır. Öyleyse özenle kullanmak gerekir. Bunlar asla bir cezaya, yaptırıma, kurala dönüşmemeli. Gözaltı, tutukluluk süresi gereksiz yere uzatılmamalıdır."
"Dedikodu kanıt değildir. Mahalle kahvesi konusu olabilir ama iddianamenin dayanakları arasında yer alamaz. Yasa, olaylar ayrıntılarıyla anlatılır demiyor. Bilinçli olarak kanıtlarla ilişkilendirilerek açıklanır diyor...
Anayasal düzene karşı suçları bizzat savcı soruşturmak zorundadır. Kolluk ifade alamaz."
Herkesin ve özellikle tutuklu bulunan kuşkuluların iddianameleri makul sürede yazılmalıdır. Yazılmazsa ve hangi eylemden dolayı yargılandıklarını bilme hakkına saygı duyulmazsa, Avrupa İnsan hakları Sözleşmesi’nin 6. maddesine göre adil yargılama hakkı çiğnenmiş olur."
Bu satırlar "Adıyla Siyasallaşan Bir Dava: Ergenekon" kitabından alınmıştır.
Yazan: Yargıtay Onursal Başkanı Sami Selçuk.
Not: Sami Selçuk’un kitabında ortaya attığı, savunduğu görüşlere gözümü kırpmadan imzamı atarım.
Hukuk devletinden, demokrasiden yana olan, yargının siyasallaşmasını rejim için büyük tehlike olarak gören herkes de bu kitaba imzasını atar. (T.T.)
Yazının Devamını Oku 3 Haziran 2009
LİSE yıllarımızda aynı sırayı paylaştığımız, kabına sığamayan, şalteri attığı zaman gözü dünyayı görmeyen, kimseye müdanası olmayan ama sapına kadar dürüst bir arkadaşım vardı. Öyle bir yaşamı oldu ki üstüne roman değil, romanlar yazılır.
Yıllardır görmüyor, ondan haber alamıyordum. Geçenlerde bir mail atmış.
Bu ilginç adamın başına gelenleri hep birlikte okuyalım:
Tufan merhaba...
Epey maceralı geçen bir hayatın son demlerinde gelip ata-baba toprakları olan Rize Ardeşen’e yerleştim.
Yaklaşık 6 senedir rahmetli Aziz Nesin’e sıkı bir hikáye yazdıracak kıvamda bir ikametgáh çıkartma, daha doğrusu çıkartamama olayı yaşıyorum.
Aklıma sana yazmak geldi.
30 yıl orada-burada (İstanbul, Afrika, Avrupa, Patara, Fethiye, muhtelif şantiyeler; Samsun-İskenderun-Aliağa gibi) yaşadığım için adresim olmadı.
Devlet baba kızımı arayıp "Babanız ölü mü, sağ mı?" diye sormuş ve varlığımı kaydettirmekliğimi salık vermiş.
Boynumuz kıldan ince uyalım dedik.
* * *
Şimdi sıkı dur...
Kardeşim dikili ağacım yok, geldim rahmetli amcamın Rize-Ardeşen elmalık köyü Kalaycıoğlu mevkii (kendi arazimiz ama benim resmen payım yok, zira babam beni mirastan mahrum etmiş) denilen yerdeki metruk evinde yaşıyorum.
"İşte nüfus káğıdım, bu da taze alınmış sabıkam olmadığına ve aranmadığıma dair evrak, beni kaydet!"
"Olmaz, en son oturduğun yerden nakl-i hane getir."
Dünya masraf edip uçakla Trabzon-İzmir-Trabzon yaparak Aliağa’ya gidip aldım.
İlave olarak Aliağa Jandarma’ya uğrayıp gerek yok demelerine rağmen ilçemizden vukuatsız olarak ayrılmıştır belgesini de aldım.
Geldim Ardeşen nüfus idaresine...
"Neyin var?"
Devletin vatandaşa hitap şekli bu. Şimdi ben her ne kadar İstanbul’da doğup büyüyüp kolejde okuyup, Avrupa mavrupa gördüysem de DNA’mda koyu Laz’lık var.
Zaten hep yarı sıcak duran ana şalterde ısı artmaya başladı ama kendimi tutup "Devletin bilgisayarına geçir beni, işte belgeler" dedim.
El cevap: "Olmaz, yeni kanuna göre elektrik, su, telefon veya kira kontratı getireceksin."
Amcam ölü, her biri bir yerde 8 çocuğu var, onlar kontrata imza atacaklarmış.
"Yahu kardeşim ben kimliğimle sabıkasızlığımla ve canlı olarak karşındayım, kaydet. Ben değil devlet soruyor ölü mü diye, kaydet devlete!"
"Olmaz..."
Sonunda şalter attı bende: Ne devleti, ne o kanunu yazanı bıraktım...
Neredeyse tevkif olacaktım.
Memur, karşısındakinin işini yokuşa sürmekten mutlu.
* * *
O hızla adliyeye gittim.
"Nedir kardeşim? Kimliği belirtilen şahıs bimekán’dır, adresi madresi yoktur, nerede isterse orada yaşar, diye yazın, imzalayın mühürleyin verin."
Neyse, akrabadan haber alan olmuş, geldiler aldılar beni.
Bu arada banka da 1 Haziran’a kadar ikametgáh getirmezsen bankada hiçbir işlem yapamazsın diyor...
Bu kanunu yazanı da küfür listesine koymak lazım, neymiş vergi kaçıranı yakalayacakmış.
Koy bir limit, bunun üstünde geliri varsa istersin ne isteyeceksen. Ayda hesabına 750 lira gelen adamdan sana ne?
Hikáye belki gazeteciliğe yeni adım atmış bir genci ilgilendirir, verirsin, isterse yazar.
Selamlar.
Mustafa KALAYCIOĞLU
Yazının Devamını Oku 1 Haziran 2009
YILLARDAN beri siyaset sahnesinde hep aynı oyunu izliyoruz. Oyunun adı "tek adam sendromu". Senaryo hiç değişmez.
Bir parti iktidara gelir, partinin lideri başbakan olur.
Hükümeti kurar, istediğini bakan yapar.
Başbakan ilk günlerde hepimizi mutlu edecek kadar demokrattır, hoşgörülüdür, sevecendir.
Ama zaman geçtikçe başbakanın olumlu özellikleri ciddi bir erozyona uğramaya başlar.
Önce yakın çevresini dinlememeye, onlara daha otoriter davranmaya başlar.
Kendisini eleştirmek gafletinde bulunanları hemen çevresinden temizler.
Sonra uzak çevresine gelir sıra.
Halkta hoşnutsuzluklar başladığı zaman da muhalefete, kendisini eleştiren toplum önderlerine, gazetecilere, işadamlarına saldırmaya başlar.
İşte o zaman işler iyice karışır, ülke artık kötü yönetilmeye başladı demektir.
Başbakan artık eski başbakan değildir.
Elindeki siyasi güç onu tartışılamaz olmaya doğru iter.
Ülke artık "tek adam sendromu" yaşamaya başlamıştır.
* * *
Bu sendrom her seferinde Türkiye’yi uçurumun kenarına getirmiştir.
Başbakanlar kendilerine yönelik eleştiriler arttıkça daha da sertleşir.
Yapılan uyarıların hiçbirini dinlemez.
Bütün yetkiler onda toplanır.
Bakanlar, başbakanın korkusundan inisiyatif kullanamaz hale gelirler.
Her şeyi başbakana sorarlar.
İşler yürümez olur.
Hatalar arttıkça daha büyük hatalar yapılmaya başlar.
Bir süre sonra ülke yönetimi hükümetin kontrolünden çıkar.
İşte Türkiye epeydir bu durumdadır.
Bu olumsuzluk her geçen gün daha da belirginleşiyor.
Geçenlerde sağduyu sahibi bir AKP’li, içinde bulunduğumuz durumun vahametini şöyle özetliyordu:
"Tek adam işi buraya kadar getirdi ama artık buradan bir yere götüremiyor. İşler tıkandı. Türkiye artık yönetilemiyor. Bir şeyler yapmak gerekiyor."
* * *
Türkiye gerçekten de şu anda "tek adam sendromu"nu yaşıyor.
İçerde ve dışarda yapılanlara, yürütülen politikalara, alınan kararlara bakarsanız bu durum net olarak görülüyor.
Ülkeyi yönetenler birbirleriyle çelişkili politikalar yapmaya kalkarlarsa devlet sağlıklı bir şekilde yönetilemez.
Devlette uyumu sağlamakla görevli olan Cumhurbaşkanı ile Başbakan’ın derin bir çelişki içinde olduğu Ermenistan’la yürütülen ilişkilerde ortaya çıktı.
Türkiye’nin yazgısını belirleyecek AB projesi tam anlamıyla dumura uğramış durumda.
İktidar, Avrupa Birliği ile sürdürülen görüşmelerin peşini bırakmış.
Egemen Bağış hangi kariyeriyle, hangi deneyimiyle bu zorlu müzakereleri yürütecek?
Ondan önceki başmüzakereci Ali Babacan da hiçbir şey yapmadı.
Demek ki AB ile görüşmeler ikinci plana itildi.
Türkiye’nin içte ve dışta yönetilemez hale gelmesinin en önemli nedeni yaşadığımız "tek adam sendromu"dur.
Yazının Devamını Oku 30 Mayıs 2009
POLİTİKACILARIN söyledikleri yalanlara, "gizli-saklı" oyunlara artık alıştık. Söylenenler, hiçbir zaman birbirini tutmaz.
Seçim öncesi verilen sözler, vaatler, oylar seçimler bittikten sonra hemen unutuluverir.
Böylece halk sürekli aldatılır.
Yıllardan beri yaşadıklarımız bana Frigya Kralı Midas için anlatılan ünlü efsaneyi hatırlattı.
Bir gün çok güzel kaval çalan Kır Tanrısı Pan ile lir çalan Apollon kim daha güzel çalıyor yarışına girişirler.
Dağ Tanrısı Tmolos ile Kral Midas da hakem olurlar.
Önce Pan kavalını inletmeye başlar. Gerçekten güzel sesler çıkarır, dinleyenleri büyüler.
Daha sonra Apollon gümüş lirini çalmaya başlar.
O kadar güzel çalar ki, dinleyenler ve doğadaki bütün canlılar susup büyük bir hazla onu dinler.
* * *
Hakemlerden Dağ Tanrısı Tmolos Tanrı Apollon’u yarışmanın galibi ilan eder ve başarı çelengini ona verir.
Ancak Midas Tanrı Tmolos’un tersi bir kararla Pan’ın daha güzel çaldığını iddia ederek oyunu ondan yana kullanır.
Midas’ın bu kasıtlı kararı Apollon’u çok kızdırır.
Apollon Midas’ı adil davranmamakla, yalancılıkla suçlar ve kralı cezalandırmaya karar verir.
"Güzel müziği ayırt edemeyen kulak insan kulağı olamaz, sana eşek kulağı yakışır" diyerek Midas’ın kulaklarını eşek kulağına dönüştürür.
Kral Midas kulaklarını halkın görmemesi için çaresiz kocaman bir külah giyer.
Midas’ı sürekli külahla gören halk büyük bir merakla birbirine şu soruyu sorar:
"Midas neden külah takıyor?"
Bir gün Midas’ın berberi kralın külah takmasının sırrını öğrenir.
Meğer Midas’ın kulakları eşek kulakları kadar büyümüştür.
Kral onun için külah takıyordur.
Berber bu sırrı kimselere söyleyemez.
Günler ilerledikçe bu sırrı saklamak onu zorlamaya başlar.
Söylediği zaman kralın kendisini öldürteceğini bildiği için susmak zorunda kalır.
Bir süre daha dayanır ama sonunda bu sırrı daha fazla tutamayacağını anlar ve bir kuyuya bağırmaya karar verir.
Issız bir yerde bir kör kuyu bularak eğilir ve defalarca "Midas’ın kulakları eşek kulakları" diye bağırır.
Rahatlar.
Ancak sesi kör kuyudan tarlalardaki sazlara yayılır.
Rüzgár esince sazlardan yankılanan sesi bütün insanlar duyar.
Zor durumda kalan Kral Midas kulaklarını kestirir.
Ama kulaklar kısa zamanda yeniden büyüyerek eski haline döner.
Bunun üzerine Midas Tanrı’ya yalvarır:
"Tanrım bütün servetimi al ama benim kulaklarımı düzelt."
Tanrı onu bağışlar ve kulaklarını geri verir ama onun canını alır.
Kral Midas adil olmamanın, yalan söylemenin cezasını böyle çeker.
Bugün böyle efsaneler geçerli değil.
Yalan söyleyen, adil davranmayan politikacıların böyle cezalara çarptırılması da söz konusu olmaz.
Onun için günümüzde yalan söyleyen söyleyenedir.
Yazının Devamını Oku 29 Mayıs 2009
BU sözcük, Doğuluların mantığını, tutum ve davranışlarını anlatabilmek için Batılıların kullandığı bir deyim. Sistemsizlik, plansızlık, laçkalık, sorumsuzluk, aşırı duygusallık ve Doğuluların daha birçok niteliğini içeren bir deyim.
Yaşadığımız felaketlerden bir türlü kurtulamayışımızın nedenlerini ararsanız hep bu "Alla Turca"lık çıkar karşımıza.
Hemen taze bir örnek verelim.
8 hastanın ölümüyle sonuçlanan hastane yangını...
Bir akıllı hastane yapmışız.
Ama işletmeye açmadan önce içindeki "aklı" çıkarıp atmışız.
En modern aygıtlarla donatmışız ama onları teslim ettiğimiz personeli eğitmemişiz.
Binaya en yeni sistemleri koymuşuz ama elektrik kablolarının en ucuzunu döşetmişiz.
Bir yangında, bir depremde nasıl hareket edileceğini personele öğretmemişiz.
Sonuç; yoğun bakımdaki hastaları destek yaşam ünitelerine bağlayan fişleri çekmek zorunda kaldığımız için 8 hastanın ölümüne neden olmuşuz.
* * *
Bugün karşı karşıya kaldığımız bütün sorunların neden kronik bir çözümsüzlüğe sürüklendiğini düşünelim.
Didişmekten, tartışıp havanda su dövmekten ve uyuşma kültüründen yoksun olmaktan sorunlarımızı çözme noktasına bir türlü yaklaşamıyoruz.
Bir hükümetimiz var, her yasayı yangından mal kaçırır gibi oldu bittiye getirmeye çalışıyor.
Bu tutum doğal olarak zıtlaşmayı körüklüyor.
Muhalefet ile ülkenin çeşitli dinamikleri, iktidara bir türlü güvenemiyor.
Örneğin, sivil anayasa, Kürt sorunu, Ermeni sorunu, Kıbrıs sorunu, ekonomik kriz, demokrasi, Avrupa Birliği ile ilişkiler ve öteki sorunlar...
Son olarak da Güneydoğu sınırındaki mayınların temizlenmesi...
Uzlaşma ile çözülebilecek bu sorunların tümü çözümsüz hale getiriliyor.
Uzlaşma kültürünü işletememek de bir "Alla Turca"lıktır.
Mayınların temizlenmesi işiyle kazanılacak toprakların yabancılara kiralanması sert tartışmalara neden olurken, teröristlerin yollara döşediği mayınlar patır patır patlıyor.
Dün de 6 askerimiz, mayın patlaması nedeniyle şehit oldu.
Yazık!
Genlerimizden gelen uzlaşmazlık inadımız, yani "Alla Turca"lığımız bize çok ama çok pahalıya mal oluyor.
Kocaeli Üniversitesi’ndeki vefa
ÖNCEKİ gün Kocaeli Üniversitesi’ndeki dev spor kompleksinin açılış töreninde hem hüzünlendim, hem de mutlu oldum.
Geçen yıl yitirdiğimiz iki efsane insanı anımsayıp, onların yokluğunun hasretini duydum yüreğimde.
1992’de kurulan, büyümeye başlayan üniversitenin 1999’daki depremde yerle bir olmasını ve Rektör Prof. Dr. Baki Komsuoğlu’nun eğitime bir gün bile ara vermeden üniversiteyi yeniden ayağa kaldırmak için harcadığı insanüstü savaşımı düşündüm.
Sonra Dünya ve Olimpiyat Şampiyonu ünlü güreşçi Gazanfer Bilge’nin eğitime katkıda bulunmak, eğitim yuvaları kurmak için nasıl çırpındığını ve nasıl efsaneleştiğini anımsadım.
En önemlisi de, bu iki güzel insanı anarak Kocaeli insanının, üniversite yöneticilerinin gösterdiği anlamlı ve göz yaşartıcı vefayı gördüm.
Yazının Devamını Oku 27 Mayıs 2009
ÇOCUKLUĞUMDAN beri izlerim ama böyle bir "derbi sonrası" yaşamadım. <br><br>Galatasaray taraftarları ateş püskürüyor. Hakeme değil, Beşiktaşlı seyircilere, futbolculara da değil...
Galatasaraylı futbolculara kızıyorlar ve onları maçı satmakla suçluyorlar.
Kewell’ın sol ayağına oturan topa bilerek vurmadığına inanıyorlar.
Baros’un iki kez kaleciyle karşı karşıya kalmasına rağmen gölü atmadığını söylüyorlar.
Bazıları da "Baros bomboş Sabri’ye topu o kadar kötü attı ki, çocuk yetişip topu boş kaleye yuvarlayamadı" diyor.
Hemen hepsi de Yıldırım Demirören ile Adnan Polat’ın Beşiktaş’ın ilk gölünden sonra öpüşmesini kanıt olarak gösteriyorlar.
Çevremdeki bütün Galatasaraylılar böyle bir ruh hali içindeler.
Bir arkadaşım "Maçı seyrettikten sonra taraftarlığımı askıya aldım arkadaş" diyecek kadar öfke doluydu.
Bir başkası ise "Maçtan sonra görmedin mi, bizimkilerin bir tanesinin bile yüzünde üzüntünün belirtisi var mıydı?" dedi.
Bendeniz işi gücü bıraktım başladım Galatasaray’ı savunmaya.
"Yahu yapmayın, etmeyin. Galatasaray gibi bir takım maç satar mı? Nasıl böyle düşünebiliyorsunuz" demekten dilimde tüy bitti.
Ama derdimi kimseye anlatamadım.
Hepsi "Sen ne dersen de, bizim takım kesin yattı Beşiktaş’a... Baros o golleri atamaz mı?" dediler.
Bugüne kadar hiç aklıma gelmeyen şeylere tanık oldum bu derbi sonrası.
Hele hele Galatasaray’ı Galatasaraylılara karşı savunmayı hiç düşünmemiştim.
Ama futboldaki yenilgiler taraftarları garip ruh hallerine sürüklüyor.
Kolay iş değil, bir Fenerbahçeli olarak iki gündür Galatasaray’ı Galatasaraylılara karşı savunuyorum.
Azınlıklar konusunda doğrular ve yanlışlar
BAŞBAKAN’ın kimilerinin "tarihi itiraf!" olarak kabul ettiği ve alkışladığı sözleri hem bazı doğruları, hem de bazı yanlışları içeriyor.
Doğru... Bu topraklarda yaşayan azınlıklara karşı bir güven ve huzur iklimi oluşturamadık.
Onlar iç ve dış kaynaklı olaylar nedeniyle hep huzursuz oldular.
Benim lisedeki arkadaşlarımın büyük çoğunluğu farklı etnik kimliğe sahipti.
Şimdi onların pek azı Türkiye’de. Diğerleri ülkeyi terk etmek zorunda kaldı.
Birkaç örnek vermek gerekirse, başta "Tehcir" olmak üzere ASALA cinayetleri, en son da Hrant Dink cinayeti Ermeni yurttaşlarımızın büyük bölümünü kaçırttı.
Yunanlılarla yaşadığımız olaylar ile Kıbrıs sorunu da İstanbul’daki binlerce Rum kökenli insanımızı yerinden yurdundan etti.
Yahudi nüfus da bu iklimden olumsuz etkilendi. Onların büyük çoğunluğu İsrail’e göç etti.
Yanlışlarına gelince.
Bir başbakan olarak kendi ülkesini faşist olarak nitelemesi...
Bu suçlamayı yapan başbakan günlerce bu ülkenin meydanlarında Yahudi düşmanlığını körükleyen konuşmalar yaptı.
Türkiye’de çalışan 40 bin Ermeni’yi sınır dışı etme tehdidinde bulundu.
Başbakan’ın sözlerinin nedeni 510 kilometre uzunluğundaki sınır bölgesindeki toprakların yabancılara kiralanmasını eleştiren muhalefete duyduğu öfkeydi.
Dünyada hiçbir ülke sınır topraklarını yabancılara kiralamaz.
Yazının Devamını Oku 25 Mayıs 2009
BAY Roh Moo Hyun sabah eşine bir arkadaşıyla yürüyüşe çıkacağını söylemiş. <BR><BR>Bir süre sonra da evinin arkasındaki dağın tepesinden atlayarak yaşamına son vermiş. Bay Roy omuzlarına yüklenen utançla daha fazla yaşamaya dayanamamış ve ölümü seçmiş.
O, Güney Kore’nin 2003-2008 arasındaki cumhurbaşkanıydı.
Zengin bir işadamından 6 milyon dolar rüşvet almakla suçlanıyordu.
Savcılar onu 10 saat sorguladılar.
Savcılara "Suçlamalar gerçek değil. Bu şekilde karşınıza çıkmak utanç verici. Kimseye bakacak yüzüm kalmadı" dedi.
Duyduğu büyük utancın altında eziliyor, evinden bile dışarı çıkamıyordu.
Sonunda içine sürüklendiği ruh hali bu yükü kaldıramadı...
Türkiye’de böyle bir olay yaşanmaz.
Zaten biz de kimsenin ölmesini istemeyiz.
Bizim rüşvetle suçlanan, hatta aldığı belirlenen politikacılarımız intihar etmesinler.
Ama istifa etsinler.
* * *
Bizde ahlak işleri böyle onurlu davranışları yerine getirmeyi gerektirmez.
Biz yapılan hırsızlıkları, alınan rüşvetleri kısa zamanda unutuveririz.
Zaten rüşvet alanlar da onun utancını duyacaklarına zeytinyağı gibi üste çıkmasını başarırlar.
Bununla da kalmaz, dürüstlük nutukları atarlar.
Bizde namuslular, namussuzlardan bir türlü hesap soramazlar.
Her zaman, çalanın çırpanın yaptıkları yanına kár kalır.
Hatta hırsız insanları zaman zaman över, göklere bile çıkarırız.
Örneğin devlete, vatandaşlara kazık atanlar akıllı insanlar olarak toplumda itibar görür.
Örnekler saymakla bitmez.
Hortumcular, ihale dağıtanlar, komisyon alanlar, devletin malını ona buna peşkeş çekenler, rüşvetle iş bitirenler, her türlü hırsızlık, uğursuzluk yapanlar...
* * *
Ahlaksızları, namussuzları başımızın üzerinde taşır, hatta iktidara getiririz.
Namuslu insanları ise karalamak için onlara her türlü iftirayı atarız.
Dünkü Milliyet’te Uğur Dündar’la ilgili haberi okuyunca bir kez daha bu ülkede inatla dürüst kalan insanlar adına üzüldüm.
Yasemin Dündar’a atılan iğrenç iftiranın aslında Uğur Dündar’ı hedef aldığını biliyorum.
Ülkesini seven pek çok namuslu insan gibi Uğur Dündar da bazı kesimleri rahatsız ediyordu.
Çünkü bir gazeteci, bir televizyoncu olarak namussuzlardan daha cesur davranıyordu.
Büyük bir yüreklilikle onların pisliklerini toplumun önüne seriyordu.
Milliyet’in haberi, Türkiye’nin AKP iktidarında nasıl bir polis devleti haline getirildiğini, laik demokratik cumhuriyeti savunan namuslu insanların nasıl gözaltında tutulduğunu ortaya çıkarıyor.
Polis işi gücü bırakmış, Uğur Dündar’ın, eşinin özgürlük alanlarını, özel yaşamlarını didik didik ediyor.
Sonra da akıl almaz iğrenç iftiralarla oluşturulan senaryo yandaş medyaya sızdırılıyor.
Tayyip Bey ise her gün kürsülerde demokrasi nutukları atıyor.
Yazının Devamını Oku 23 Mayıs 2009
GEÇEN yıl nisan ayında Kültür Bakanı Ertuğrul Günay’la bir kokteylde karşılaştık. Aramızda ilginç bir konuşma geçti. O günlerde İstanbullu sanatseverler yas içindeydi.
Kentin tek kültür merkezi olan AKM’nin boşaltılacağı, hatta yıkılacağı, yerine alışveriş merkezi yapılacağı yolunda etrafta yoğun söylentiler dolaşıyordu.
Bakan Günay’a bunu sordum.
"Hayır yıkılması söz konusu değil. Binanın özelliklerini bozmadan yenileyeceğiz. Hepsi bu" dedi.
İstanbullu sanatseverlerin endişeli olduğunu anımsattım. Garanti verdi:
"Ben bakan olarak söz veriyorum. Mayıs ayının sonunda binayı boşaltıp en kısa zamanda yenileme çalışmalarını başlatacağız. Gerekli parayı buldum. Bina aynı özellikleriyle yenilenmiş olarak 2009 Kasımı’nda açılacak."
Gerçekten de mayıs ayının sonunda bina tamamen boşaltıldı ama aradan bir yıl geçmesine rağmen binaya hálá tek bir çivi dahi çakılmadı.
Bırakın 2009 Kasımı’nı, binanın 2010 kültür yılına yetişeceği de yok.
2010 Avrupa Kültür kenti ilan edilen İstanbul, bir kültür merkezi bile olmadan bu unvanı nasıl taşıyacak?
Bu durumda Bakan Günay maalesef verdiği sözleri tutamadı.
* *Ê *
Harıl harıl 2010’a hazırlanan İstanbul’da bugün tek konser salonu var: Cemal Reşit Rey.
İstanbul’daki orkestralar konserlerini, Kadıköy Belediyesi’nin Caddebostan Kültür Merkezi ile Lütfi Kırdar’da veriyor.
Opera için ise kentte bir tek salon var, o da yine Kadıköy Belediyesi’nin İstanbul’a kazandırdığı Süreyya Operası.
Ancak Süreyya Operası’nın da sahnesi ve sahne arkası küçük olduğu için burada da ancak küçük operalar oynanabiliyor.
İşte 2010 Avrupa Kültür Merkezi İstanbul’un acıklı hali...
Buraya kadar bu kara tabloyu üzülerek çizmek zorunda kaldım.
Şimdi biraz havayı dağıtalım ve bütün olumsuzluklara karşın İstanbul’da sanat adına gerçekleştirilen olağanüstü bir güzellikten bahsedelim.
Geçen pazartesi Cemal Reşit Rey’de olağanüstü bir gece yaşadık.
Dünyanın en ünlü şeflerinden biri olan Lorin Maazel yönetiminde Symphonica Toscanini’yi dinleme şansını yakaladık.
Dünyanın en ünlü şeflerinden biri olan Lorin Maazel, şu anda dünyanın en saygın orkestralarından New York Filarmoni’nin müzik yönetmeni.
Bugüne kadar 5 bin opera ve konser programı gerçekleştiren ünlü şef, bu programlarda 150’den fazla orkestrayı yönetti.
300’den fazla kayıt gerçekleştiren Maazel, tam 10 kez Grands Prix du Disques ödülü kazandı.
Şu anda 79 yaşında olan Maazel, Avrupa ve ABD’nin en büyük orkestralarından gelen konuk sanatçılardan oluşan Symphonica Toscanini’ye Rossini’nin "Cezayir’de Bir İtalyan Kızı" operasının uvertürünü, Beethoven’in 4 ve 8 No’lu senfonilerini çaldırdı.
Maazel’in yönetimindeki konseri dinlerken bunun büyük bir ayrıcalık olduğunu anlıyor insan.
Orkestrayı elleri, başı, gözü ve kaşıyla büyük ustalıkla yönetiyor.
Koca orkestradan çıkan tüm sesleri kontrolü altında tutmayı başarıyor.
İstabullu sanatseverler olarak bize bu olağanüstü şefi ve orkestrayı izleme olanağı sağlayan Cemal Reşit Rey’in Genel Sanat Yönetmeni Yalçın Çetinkaya’ya teşekkür ediyorum.
Ayrıca kendisini ve arkadaşlarını yürekten kutluyorum.
Yazının Devamını Oku