19 Haziran 2009
BAŞBAKAN AKP Grubu’nda ekonomik durum hakkında bilgi verirken ben saç tıraşı oluyordum. Erdoğan ekonomik göstergelerde iyileşmeler olduğunu ballandıra ballandıra anlatıyordu.
Bir önceki aya göre, kapasite kullanımının 3.6 artış kaydettiğine dikkati çekiyordu.
"Şubat ayından mart ayına işgücü arzı yaklaşık 342 bin kişi artmış. Buna rağmen işsiz sayımız 25 bin kişi azalmış durumda. Yani 367 bin kişi bu dönemde işe yerleşmiş ki bu da son derece sevindirici ve umutlandırıcı bir gelişme olarak karşımızdadır" diyordu.
Başbakan özetle krizin etkisinin azalmaya başladığını vurguluyordu.
Beni tıraş eden berber "Palavra abi. Bütün söyledikleri palavra" dedi.
Geçen gün malzeme almak için Tahtakale’ye gittiğini, sokakların bomboş olduğunu, kimsenin alışveriş yapmadığını anlattı, sonra şöyle dedi:
"Esnaf kan ağlıyor abi. Siftah yapmadan dükkan kapattıklarını söylüyorlar. Başbakan’ın herhalde çevresinin işleri iyi, yoksa halk perişan, piyasa kan ağlıyor."
* * *
Geçenlerde bir arkadaşım evdeki bazı tamiratlar için bir usta çağırmış.
Eskiden eve gelmeye nazlanan usta şimdi ikiletmeden bütün gün dükkánını kapatmış.
Arkadaş nedenini sormuş, "İş yok ki, dükkánda boşu boşuna oturuyoruz" demiş.
Yine bir arkadaşım anlattı:
Bir market reyonlarda çalışacak elemanlar arıyormuş.
Yüzlerce başvuru olmuş.
Market, başvuranlara bir form doldurtuyormuş. En ilginç yanıt da formdaki "Ne ücret talep ediyorsunuz?" sorusuna verilen yanıtlarmış.
Başvuruda bulunanların hemen hemen tamamı o soruya yanıt olarak "Asgari ücret" diye yazıyormuş. Başbakan istediği kadar pembe tablolar çizsin, gerçek böyle.
Başbakan partisinin grubunda konuşurken Merkez Bankası Başkanı Durmuş Yılmaz da Ankara Sanayi Odası meclis toplantısında görüşlerini açıklıyordu.
Yılmaz, Başbakan gibi tozpembe tablolar çizmedi:
"Bu iyileşme artıya geçiş değil, kütleşmenin hızının yavaşlaması. Bir tünele girdik. Zifiri karanlıktı. Bir ışık gördük, bu ışık öbür tarafa çıkış mı, yoksa üzerimize gelen bir araba mı?"
* * *
Gelelim "temiz arkadaş" RTÜK’ün anlı şanlı başkanı Zahid Akman olayına...
Bu arkadaşın yemediği herze kalmamış.
Ama hálá direniyor, hálá yaptıklarının tümünü yadsıyor.
"Temiz arkadaş" hakkında "nitelikli dolandırıcılık" iddiasıyla Almanya’da tam yedi soruşturma yürütülüyor.
Kurdukları konut kooperatifinde 1600 insandan para toplayıp bunları iç etmek suçundan bu "temiz arkadaş" ile 18 kişinin yargılanması sürdürülüyor.
Ama "temiz arkadaş" bütün suçlamaları yadsıyor, kendisine iftira edildiğini kameraların karşısına geçip söyleyebiliyor.
Almanya’ya girdiğinde sorgulanacağı yolundaki belgeyi değiştirip Türk basınına gösteren "temiz arkadaş", Alman makamlarının belgede tahrifat yaptığını açıklamalarına rağmen hálá "Belge sahte değil" diyor.
Ben merak ediyorum, Akman hiç aynaya bakmıyor mu?
Geceleri nasıl rahat uyuyabiliyor?
İnsan bu işlere nasıl bu kadar şerbetli olabiliyor?
Yazının Devamını Oku 17 Haziran 2009
ÖNEMLİ bir olayla karşılaştığımız zaman nedense sağduyu ile hareket edemiyoruz. <br><br>Olaya aşırı öfkeyle yaklaşıyoruz. Esip yağıyoruz, kestirip atıyoruz, hatta kırıp döküyoruz.
Toplumu yatıştırıp rahatlatacağımıza ortamın yay gibi gerilmesine yol açıyoruz.
Sonra her olayda olduğu gibi kısa süre içinde olayın etkisi geçiyor, öfkemiz sönüveriyor.
Sanki o kırıp dökecek kadar celallenen biz değilmişiz gibi olayı unutup gidiyoruz.
Dileyelim ki bu kez böyle olmasın.
Hem Başbakan hem de Genelkurmay Başkanı bu işin peşini bırakmamalıdır.
Olayı sonuna kadar götürüp suçluların cezalandırılmasını sağlasınlar.
Çünkü söz konusu belge gerçekse çok vahimdir, sahteyse durum çok daha vahimdir.
Bu olay unutulamaz, unutulmamalıdır.
Şunu özellikle belirtmek istiyorum.
Hem Başbakan hem de Genelkurmay Başkanı dünkü buluşmaya kadar toplumu yatıştıracak kararlı bir tutum içinde olamadılar.
Keşke olay Taraf Gazetesi’nde yayınlandığı gün bir araya gelselerdi.
Ortalık bu kadar gerilmez, kurumlar arasındaki güven böylesine hırpalanmazdı.
* * *
Gelelim Genelkurmay’da hazırlandığı iddia edilen "İrticayla Mücadele Eylem Planı"na...
Metni okuduğunuz zaman, bunun yazımında bir ilkokul öğrencisinin bile yapmayacağı kadar büyük saçmalıklar olduğunu görüyor insan.
Belgeyi kurmay bir albayın hazırlamış olabileceğine inanmak olanaksız.
Diyelim ki bütün bu saçmalıklara rağmen belge gerçek.
Böyle bir belgeyi Ergenekon sanığı olan bir insanın bürosunda saklamasına ne dersiniz?
İhtilal hazırlığı içinde olan insanlar bu kadar geri zekálı olabilirler mi?
Tarihte arkasından tonlarca belge bırakan ihtilalciler grubu ne görülmüştür, ne de duyulmuştur.
Tersini düşünürsek, yani belge sahteyse ne olacak?
Devletin kurumlarını yıpratmayı, hatta yıkmayı amaçlayan devlet içinde ve dışında yuvalanmış bir çete var demektir.
O çetenin peşine düşülecek mi?
O çetenin uzantıları bir bir açıklanacak mı?
* * *
Belge gerçekse de, sahteyse de devletin işi zor...
Bu olaydan dönüş yok, olmamalı.
İşin sonuna kadar gidilmeli. Bu, demokrasimiz açısından yaşamsaldır.
Bir noktaya daha değinmek istiyorum.
Belgeyi hazırladığı iddia edilen ve altında imzası bulunan Albay "Ben yazmadım" diyor.
Ancak belgenin sahte mi, gerçek mi olduğu kriminal incelemede kesinlik kazanacak.
Bu inceleme sadece askeri savcılık tarafından jandarmaya yaptırılmamalı.
Sivil kurumlar da incelemeli belgeyi.
Bu olayın çözülmesi, suçluların belirlenmesi demokrasimiz açısından çok önemlidir.
Hem siviller hem de askerler, demokrasi için ortak bir çaba içinde olmak zorundalar.
Yazının Devamını Oku 15 Haziran 2009
ATATÜRK’ü diktatör diye karalamak, yaptıklarını küçümsemek, ona iftiralar atmak şimdilerde moda oldu. Hemen her gün Atatürk’ü hedef alan güdümlü, ısmarlama rezil yazılar çıkıyor belli gazetelerde.
Belli kalemlerden.
Onlara bir yerlerden emirler geliyor.
Aslında bu boş, tarihe karşı olan çabalar Atatürk’ü küçültmüyor.
Çağdaşları tarih sahnesinde birer birer küçülüp kaybolurken Atatürk giderek büyüyor.
Atatürk’ün askeri dehası, devlet adamlığı, reformculuğu, tarihi etkileyen söylemleri, öngörüleri daha iyi anlaşılıyor.
Ünlü İngiliz yazar Andrew Mango, Londra’da yaptığı açıklamada Atatürk’le ilgili çok önemli değerlendirmelerde bulunuyor.
Mango, Atatürk’ü anlamayan, anlamak istemeyenlere önemli dersler veriyor.
O, 1926 yılında İstanbul’da doğan ve 21 yaşına kadar Türkiye’de yaşayan, Atatürk’ü ve dönemini yakından tanıyan bir yazar, düşünür.
Türkiye’nin Atatürk önderliğinde verdiği modern devlet olma ve aydınlama dönemine de tanık olmuş.
1947’de Londra’ya yerleşen Mango, "Turkey", "Türkiye’nin Terörle Savaşı", "Atatürk: Modern Türkiye’nin Kurucusu" ve "1938’den Günümüze, Türkiye ve Türkler" isimli çok önemli kitaplar yazmış.
* * *
Türkiye’nin, Batı’nın dışında kalarak modernleşmeyi, uygarlaşmayı, yaşam düzeyini ve bilgi birikimini arttırabilmeyi başarmasının çok önemli olduğunu vurgulayan Mango, bunun diğer ülkeler için de örnek oluşturduğuna işaret ediyor.
Yazar şöyle diyor:
"Unutulmamalıdır ki, Atatürk’ün döneminde Avrupa’nın birçok ülkesi diktatörler tarafından idare ediliyordu. Aynı dönemde Türkiye, Mussolini’nin İtalyası’ndan ve Franco’nun İspanyası’ndan çok daha özgürlükçü, çok daha demokrattı."
Görevlerini yerine getirmek için her gün Atatürk’e saldıranlara da şöyle sesleniyor:
"Atatürk’ün demokrat olmadığı yönünde yapılan eleştirileri tamamen yanlış buluyorum. Atatürk Türkiye’yi önemli ve örnek bir ülke haline getirdi. Liberaller Atatürk’ü ’fazla otoriterdi ve demokrat değildi’ diyerek eleştiriyorlar. Bu eleştirilerin çoğu çağdışıdır."
* * *
Amerikan Wisconsin Üniversitesi profesörü Kemal Karpat da Atatürk’e karşı yürütülen kampanyalara değiniyor ve şöyle diyor:
"Yobazlar ve ultra liberaller Atatürk’ü eleştiriyorlar. Bugünün koşullarına göre 80 yıl önce alınan kararları eleştirmek hiç tarih bilmemektir.
Devlet adamı niteliğine sahip olanlar günlük gelişmelere bakarak değil, geleceği görerek, okuyarak politikalar yürütenler, bu basireti gösterebilenlerdir.
Atatürk böyle bir insandı."
Andre Mango ile Prof. Kemal Karpat’ın bu değerlendirmelerini ultra liberaller anlarlar mı?
Kesinlikle anlamazlar.
Çünkü onlar bunu bilinçli olarak, bir misyonu yerine getirmek için yapıyorlar.
Onlar Atatürk gerçeğini değil, kendilerine verilen emirleri yerine getiriyorlar.
Onun için Atatürk’e saldırmaya, onu karalamaya, ona iftiralar atmaya devam edecekler.
Bu görevlerini yerine getirirken de bugüne kadar olduğu gibi utanmayacaklar, sıkılmayacaklar.
Bundan hiç kuşkunuz olmasın.
Yazının Devamını Oku 13 Haziran 2009
İSTANBUL Lisesi’nin 125. Kuruluş Yıldönümü haziranın ilk haftasında bir dizi kültür etkinliğiyle kutlandı. İstanbul’un en eski ve en köklü liselerinden biri olan İstanbul Erkek Lisesi bugün Osmanlı İmparatorluğu’nun iliğini kemiğini sömüren eski Duyun-u Umumiye (Devlet Borçları) binasında eğitimi sürdürüyor.
İstanbul Lisesi, bu görkemli binaya, 1932 yılında Atatürk’ün emriyle taşındı.
Atatürk bu emri verirken şunları söyledi:
"Bu binayı İstanbul Erkek Lisesi’ne verin. Türk gençleri Duyun-u Umumiye yıllarını unutmadan ve ondan dersler alarak yetişsinler. Ülkelerinin bir daha o günleri yaşamaması için iyi eğitim alsınlar."
Atatürk’ün o dönemdeki adı İstanbul Erkek Lisesi olan İstanbul Lisesi’ne sonsuz bir güven duymasının nedenleri vardı.
İstanbul Liseliler Çanakkale Savaşı’na gönüllü olarak katıldılar.
Kahramanca ülkelerini savundular ve tümü şehit oldu.
Kurtuluş Savaşı’nın en önemli meydan savaşlarından biri olan Sakarya Savaşı’nda da İstanbul Liseliler gönüllü olarak Atatürk’ün emrinde savaştılar.
Atatürk onlara "Sakarya’nın evlatları" diye seslendi.
* * *
İstanbul Lisesi etkinliklerinin son gecesinde aynı okuldan mezun olan sanatçı Erol Evgin unutulmaz bir konser verdi.
Aslında bu bildiğimiz, her zaman izlediğimiz gibi bir konser değildi.
Duygularla, güzel anılarla, fıkralarla ve Erol Evgin’in artık klasikleşerek belleklere kazınmış unutulmaz şarkılarıyla dopdolu bir şovdu.
İstanbul Erkek Liseli olmamama rağmen ben de bu güzel şovu en az onlar kadar duygulanarak izledim.
Erol Evgin sadece şarkı söyleyen bir sanatçı değil, izleyenleri zaman zaman duygulandıran, düşündüren, coşturan ve güldüren usta bir şovmen.
Şovunu, güzel şarkılarının yanında 40 yıllık meslek yaşamının renkli anılarını anlatarak, birlikte olduğu ünlü sanatçıların dönemlerine damga vuran şarkılarını söyleyerek ve yöresel şiveleri kullanarak seslendirdiği fıkralarla süslüyor.
Tam iki buçuk saat süren bu şovu izlerken zaman su gibi akıp geçiyor.
Erol Evgin hálá tığ gibi, hálá yakışıklı ve sempatik, hálá sesi gür ve güzel.
* * *
O gece bazı İstanbul Liseli dostlardan öğrendiğim olayı da sizlere duyurmam gerek.
İstanbul Lisesi öğrencileri ve mezunları nisan ayında, Çanakkale Zaferi’nin yıldönümünde yaklaşık 1000 kişinin katılımıyla bağlılıklarını bildirmek için Anıtkabir’e, Atatürk’ün huzuruna çıktılar.
Dinci gazetelerden biri bunu "İstanbul Lisesi öğrencileri Anıtkabir’e Okul Müdürü Adnan Ersan tarafından zorla götürüldü" diye vermiş.
Gazetenin yazdığına göre öğrenci velileri gazeteye başvurarak bu durumundan şikáyetçi olmuşlar.
Bu şikáyet, gazetenin uydurduğu bir masal.
Dinci gazetelerin devamlı yaptıkları iftira ve yalan haberlerinden biri.
Bir öğrenci dinci gazeteye şu yanıtı vermiş:
"Bizi kimse Atamızın huzuruna zorla götürmedi ama müdürümüz onun huzurundan alıp zorla İstanbul’a getirdi."
O gece İş Kuleleri salonunu dolduran gençlerin çağdaş, laik Türkiye’ye bağlılıkları, Atatürk’e duydukları sevgi görülmeye değerdi.
O geceki tabloyu yaşadıktan sonra Türkiye’yi karanlığa götürmek isteyenlerin boşuna akıntıya kürek çektiklerine bir kez daha tanık oldum.
Yazının Devamını Oku 12 Haziran 2009
MESLEK yaşamım boyunca Zahid Akman olayı gibi bir garipliğe hiç tanık olmadım. Hem Başbakan Yardımcısı, hem de Devlet Bakanı olan politikacı, kendisine bağlı olan RTÜK’ün başkanına "İstifa et" diyor.
Adam aldırmıyor.
Başbakan yardımcısı bakan ısrar ediyor: "Sana yakışan istifa etmektir. Hükümeti de rahatlatırsın."
Adam yine takmıyor.
Hatta orda burda, Başbakan’ın arkasında olduğunu söylüyor.
Sonra meslektaşlar bu garip durumu Başbakan’a soruyorlar.
Başbakan "Evet istifa etmelidir" demiyor.
"Ben karışmam. İstifa isteği Bülent Bey’in şahsi kanaati" diyor.
Akman ise müdanasız: "14 Temmuz’da başkanlığım bitiyor, bir daha aday olmayacağım."
Lütfedip başkanlığa aday olmamayı kabul ediyor.
Ama 2013’e kadar RTÜK üyeliğinde kalıyor.
Peki bu durumda Başbakan Yardımcısı’nın saygınlığı ne olacak?
Kendisine bağlı bir kurumun başkanı tarafından iplenmeyen bir bakan olarak nasıl görev yapacak?
Sayesinde devletin saygınlığına Zahid Akman tarafından vurulan darbe nasıl giderilecek?
* * *
Bülent Arınç acemi bir politikacı değil.
Kaç yıldır siyaset yapıyor.
Çeşitli görevlerde bulundu.
Kurtuluş Savaşı’nı yapan Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin başkanlığını bile yaptı.
Kürsülerde devletin bazı kurumlarına karşı kükrediği zamanlar oldu.
Rejime dönük sert eleştirilerde bulundu.
Hatta kendi kafasına uygun laiklik için anayasa değişikliği istedi.
Ama bakanlığına bağlı bir kurumun başkanına söz geçiremedi.
Burada bir gariplik yok mu sizce.
Yoksa bir danışıklı dövüş ile mi uyutuluyoruz?
Yoksa işin içinde bilmediğimiz bazı pazarlıklar mı var?
Başbakan, yardımcısı Bülent Abisi’nin arkasında niye durmuyor?
Oysa bu zat hakkında Deniz Feneri yolsuzluğu ile ilgili ağır suçlamalar var.
Önemli bir kurumun başkanı olarak yargılama süresinde görevinden ayrılması vazgeçilmez bir koşul değil mi?
Ama Zahid Akman "İstifa etmem arkadaş" diyor.
Merak ettiğim şu; Zahid Akman neye ve kime güvenerek bu yiğitliği yapıyor?
Meclis Onur Ödülü tahmini
BU yıl verilecek Meclis Onur Ödülü’ne 6 aday önerildi.
Adaylar şunlar: Türkan Saylan, Orhan Pamuk, Fazıl Say, Ekmeleddin İhsanoğlu, İlber Ortaylı ve Kemal Karpat.
Gurur duyulacak ama aynı zamanda da ilginç bir liste.
Bence bu listede en az şansı olanlar Türkan Saylan ile Fazıl Say.
Malum sebeplerden.
En şanslı ise Ekmeleddin İhsanoğlu.
Yine malum sebeplerden.
Orhan Pamuk, İlber Ortaylı, Kemal Karpat ise ortada.
Olurlar da, olmazlar da.
Yazının Devamını Oku 10 Haziran 2009
SIRBİSTAN, Kosova, Karadağ ve Makedonya halklarının Adriyatik Denizi’ne ulaşma tutkusu tam yüz yıllık bir rüyaydı. Bu rüya bugün Türk mühendis ve işçilerinin iki yıllık uğraşları sonunda gerçekleşti.
Türk firması ENKA bu zor coğrafyada bilgi, teknoloji ve deneyimi ile bir mucize yaratmış.
Yapılan işin büyüklüğünü anlatabilmek için şu karşılaştırmayı yapmak yeterli.
Bizim Bolu Dağı’nı delen her biri 2800 metrelik iki tüneli İtalyan firması tam 14 yılda tamamladı.
ENKA ise Erik Dağı’nı delen ve Bolu tünellerinin iki katı uzunluğunda olan tüpleri iki yılda açtı.
Otoyol ile tüneller sayesinde şu anda 8 saatte alınabilen Priştina-Tiran yolu 2.5 saate iniyor.
Başkent Priştina’dan gaza basan bir Kosovalı, 3 saat sonra Arnavutluk’un Dures Kenti’nin plajlarından kendini Adriyatik’in serin sularına atabilecek.
Bu, bölge insanı için gerçekten de inanılmayacak bir rüya.
Törende yaptığı konuşmada bu rüyayı gerçekleştiren ENKA’ya ve patronu Şarık Tara’ya üç dört kez teşekkür eden Arnavutluk Başbakanı Sali Berişa’nın bu vefası çok anlamlıydı.
Törenden sonra Şarık Tara’nın Türkiye’ye gönderdiği sitem ise düşündürücüydü:
"Kendi ülkemde neler yaptım ama kimse bana teşekkür etmedi."
* * *
Biz de bu tarihi törene katılmak için İstanbul’dan, bir zamanların kapalı kutusu Arnavutluk’un başkenti Tiran’a uçtuk.
Hızla toparlanan Tiran bir Avrupa kenti olma yolunda.
Enver Hoca’nın tek tip elbiseli, yokluklara mahkûm edilmiş halkı, son moda giysileriyle kafeleri, lokantaları dolduran bir topluma dönüşmüş.
Arnavutluk’un yüzde 70’e yakını Müslüman. Ama bizdeki taassuptan eser yok.
Kapalı kimse görmedik. Din günlük yaşamda etkili değil.
Kosova da öyle. Orada da da halkın tamamına yakını Arnavut Müslüman.
Orada da dinin günlük yaşamda etkisi görülmüyor.
Ancak Makedonya’da durum biraz daha değişik. Dinin yer yer günlük yaşama etkili olduğu hemen fark ediliyor.
Ama bu etki bizdeki gibi mahalle baskısı boyutunda değil.
* * *
Açılış törenin ertesi günü Tiran’dan Priştina’ya uçtuk. Orada bir gece kaldıktan sonra kara yoluyla önce Osmanlı kenti özelliğini yitirmemiş olan Prizren’e, oradan da Makedonya’nın başkenti Üsküp’e gittik.
Sonra yemyeşil ormanlarla kaplı dağları, vadileri aşarak Manastır, Resne ve Ohrid’e uzandık.
Atatürk’ün askeri liseyi okuduğu Manastır’ın adı Bitola olmuş.
Okul şimdi müze. Büyük bir bölüm de Atatürk’e ayrılmış.
Binanın restorasyonuna Türk asıllı işadamı Aydoğan Ademoski’nin büyük katkıları olmuş.
Manastır bizi çok etkiledi. Gittik, saat kulesi meydanındaki havuzu, çeşmeyi, camiyi gezdik.
Atatürk’ün çok sevdiği türküde geçen havuz, çeşme ve cami yerli yerinde.
"Manastır’ın ortasında var bir havuz.
Canım havuz, bu yurdun kızları çok yavuz.
Biz çalar oynarız."
Bir biblo kent olan Manastır’ı gezerken bu türkü hiç ağzımızdan düşmedi.
Yazının Devamını Oku 8 Haziran 2009
JOSEPH Tito’nun Yugoslavya’sı bugün 7 parça. Yugoslavya 1991’de bölünmeye başlayarak bugünkü hale gelmiş. Tito zamanında birlik beraberlik içinde olan ülkede kurulmuş olan 7 bağımsız ülke şunlar:
Slovenya, Hırvatistan, Makedonya, Bosna-Hersek, Karadağ, Sırbistan ve Kosova.
Tito döneminde Rusya’ya bile kafa tutan koca Yugoslavya nasıl paramparça oldu?
Kısaca özetleyelim. (Belki birileri ibret alır.)
Çeşitli etnik grupların yaşadığı topraklar, 1389’dan 1878’e kadar tam 489 yıl Osmanlı İmparatorluğu’nun egemenliği altında yaşadı.
Sonra Birinci Dünya Savaşı faciası geldi.
1941’de ise ülke Hitler’in orduları tarafından işgal edildi.
Yugoslavya halkı kimlik farkı gözetmeden Tito’nun önderliğinde birleşerek Nazilere karşı amansız bir gerilla savaşı verdi.
Almanların yenilmesinden sonra 6 cumhuriyetten oluşan Yugoslavya Federal Cumhuriyeti kuruldu ve Tito devlet başkanı oldu.
Yugoslavya’yı oluşturan bütün etnik gruplar Tito’ya bağlı kaldılar ve Yugoslavya birlik ve beraberlik içinde yaşadı.
Tito Sovyetler’le Batı ülkeleri arasında bir tampon siyaseti oluşturdu ve bunu başarıyla sürdürerek Yugoslavya’nın bağımsız kalmasını sağladı.
* * *
Ancak 1980 yılında Tito’nun ölümü her şeyi altüst etti.
Ondan sonra bir süre dönerli başkanlık sistemi ile ülke yönetilmeye başlandı.
Ama Tito sihri bozulduğu için Yugoslavya’nın birlik beraberliği giderek zayıflıyordu.
1991 yılına gelindiğinde Tito’nun birlikte yaşama tutkalı tamamen etkisiz hale geldi.
Slovenya, Hırvatistan ve Makedonya 1991 yılında bağımsızlıklarını ilan ettiler.
Bir yıl sonra da Bosna-Hersek bağımsız devlet oldu.
Bosna-Hersek’in bağımsızlığını ilan etmesiyle bölgede Boşnaklar, Sırplar ve Hırvatlar arasında çok kanlı savaşlar başladı.
Yüz binlerce Boşnak Müslüman, Sırplar tarafından katledildi. Uygar Avrupa’nın gözü önünde bir soykırım yaşandı.
Sonunda Amerika’nın girişimiyle NATO askeri gücü müdahale ederek akan kanı durdurdu ve barış sağlandı.
Daha sonra Karadağ bağımsızlığını ilan etti. Onu Sırbistan ve Kosova izleyerek parçalanma tamamlandı.
* * *
O topraklarda yaşayan bütün kimliklerin tam 45 yıl bir arada yaşamasını sağlayan Tito mucizesi parçalanma ile son buldu.
Tito Yugoslavya Cumhuriyeti’ni üniter bir devlet yapısına oturtmadığı için onun ölümünden sonra parçalanma kaçınılmaz oldu.
Çeşitli etnik gruplardan oluşan Yugoslavya halkı Tito’nun hatasının faturasını ağır ödedi.
Bölgedeki küçük küçük devletlerin bugün tek güvencesi var, o da Avrupa Birliği’nin koruması altına girmek.
Hepsi büyükler tarafından yutulmaya hazır küçücük lokmalar olduklarını çok iyi biliyorlar.
Ormanlarla kaplı, doğal güzelliklere sahip bu cennet gibi bölgeyi gezerken Atatürk’ün ne kadar ileri görüşlü bir lider olduğunu bir kez daha anladım.
Atatürk’ün Türkiye Cumhuriyeti’ni neden üniter devlet olarak kurduğunu da anladım.
Bugün içte ve dışta Türkiye’nin parçalanması için çırpınanların Atatürk’e neden bu kadar kızdıklarını ise çok daha iyi anladım.
Yazının Devamını Oku 6 Haziran 2009
BAŞBAKAN Erdoğan’ı yine kızdırdık.Bazı gazetecilerin ve politikacıların "AK Parti" yerine "AKP" demelerini Başbakan Erdoğan etik bulmadığını söyledi. Bunu yapanları edebe, adaba uymamakla suçladı.
Sanırım Başbakan, "AK" sıfatını partisinin temizliğinin simgesi olarak görüyor.
Adalet ve Kalkınma Partisi’nin "AK Parti" olarak anılmasını istiyor.
Ben başından beri "AKP" diye yazıyorum.
Televizyonlarda da "AKP" diyorum.
Benim gibi pek çok gazeteci, politikacı da "AKP"yi kullanıyor.
Hatta sokaktaki vatandaşın çoğu da iktidar partisinden söz ederken "AKP" diyor.
Başbakan’ın bu konudaki duyarlığını anlıyorum.
"AK" sıfatının kasıtlı olarak kullanılmadığını düşünüyor.
Bunu, iktidar partisine "AK" sıfatının yakıştırılmaması olarak yorumluyor.
O yüzden de sert tepki gösteriyor.
İyi ama demokrasilerde bu tip zorlamalar olmaz.
İnsanlara zorla "AK Parti" dedirtemezsiniz.
* * *
Bazı sözcükler halkın ağzına yerleşir.
Ne yaparsanız yapın bunu değiştirtemezsiniz.
Bir örnek verelim:
27 Mayıs ihtilalinden sonra Beyazıt’ın adı "Hürriyet Meydanı" olarak değiştirildi.
Ama İstanbul halkı bu yeni adı bir türlü benimseyemedi.
İnsanlar hálá "Beyazıt" diyor.
İktidar partisine bugüne kadar "AKP" diyenler de Başbakan kızıyor diye dönüp kesinlikle "AK Parti" demezler.
Onun için Başbakan bunun üzerinde durmasın.
İsteyen "AK Parti" der, isteyen "AKP" der.
Bunda art niyet aramanın bir anlamı yok bence.
Bu kadar yolsuzluk suçlamalarının yoğun olduğu bir dönemde bunlar olur.
Ben Başbakan’ın yerinde olsam, dokunulmazlıkların kaldırılması için yeşil ışık yakarım.
Bazı kurumlar hakkındaki soruşturmaların önünü açarım.
Böyle bir tutum hem Başbakan’ı, hem de partisini rahatlatır.
Başbakan bazen söylememesi gereken sözleri sarf ediyor, sonra medya, özellikle televizyonlar bunu dillerine doladıkları zaman da kızıyor.
Önceki gün ekonomik paketi açıklarken Başbakan’ın tutup "Vatandaşın cebinde para var" demesine ne gerek vardı.
Ekonomik kriz bir yandan, işsizlik bir yandan vatandaşı bunaltırken Başbakan tutup "Senin cebinde para var" derse bu kez halk kızmaz mı?
* * *
Ben bu yazıyı yazarken yolsuzlukların önlenmesi konusunda önemli bir gelişme oldu.
Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’nın isteği üzerine mahkeme, aralarında RTÜK Başkanı Zahid Akman’ın da olduğu 18 kişinin mal varlığına tedbir koydu.
Nihayet!
Deniz Feneri için Türkiye’de de adalet işlemeye başladı.
Şimdi beklenti, bugüne kadar kaybedilen zamanın, yargılamanın hızlı sürdürülmesiyle kapatılması.
Bu gelişme öteki yolsuzluk ve talan iddiaları için de bir başlangıç olmalı.
Deniz Feneri olayı Türkiye’de bugüne kadar Ergenekon’un gölgesinde kaldı.
Dilerim, Türkiye çetelerden de, hırsızlardan da temizlenir.
Yazının Devamını Oku