6 Haziran 2010
Bir dekor aramışlar. Snob, yarı kokoş yarı bohem ama içten içe feminist, şehirli, özgür kadın stereotipini başka nerede gösterebiliriz...
Başka nerede insanların gözüne sokarız demişler... Akıllarına Ortadoğu gelmiş. Sex and City’deki 4 kadının New York davranışlarını alıp Abu Dabi’ye koydukları zaman da ortaya bir karikatür çıkmış.
“Görmemiş” Ortadoğulu erkekleri şaşırtmaları... “Geri kalmış” Ortadoğulu kadına özgür olmayı öğretmeleri... Gelişmiş Batılı, çağdışı Müslüman...
Hiç de şaşırtıcı yanı kalmayan bir klişe bu. New York’un ortalama tavrı. Ancak benim asıl anlamadığım, Amerika’da Sex and City 2 hakkında yapılmış birkaç zayıf yorum dışında kıyıda köşede kalmış bu eleştirinin Türkiye’de Gazze yüzünden gösterim erteletmeye kadar varması...
70’lerin sonunda Geceyarısı Ekspresi’ni yaşayan kuşağın mirası, ortak bir refleks var Türkiye’de. Yabancı bir film seyrederken, netameli konularda Türklerin değerlerine laf uzatılsa da bir küfretsem deniyor... Televizyon başında tetikte bekleniyor... Sonra da skandalı ilk haber veren olmak için bir yarışa giriliyor.
Geçen ay HBO’da gösterilen “You Don’t Know Jack” filminde aynısı oldu. Hikâye, iyileşme umudu olmayan hastalarının intiharına yardım eden “Dr. Ölüm” üzerine. Konusu, Jack Kevorkian. Oynayan Al Pacino.
Filmin bir yerinde, Kevorkian’ın kişiliği hakkında bana kalırsa şimdiye kadar anlatılmış en can alıcı ayrıntıya değiniliyor. Fonda yaptığı ölüm temalı resimler... Kızkardeşi, yanındakine Kevorkian’ı anlatıyor. “Küçükken biz Ermeni katliamı hikâyeleriyle büyüdük, korkardık” diyor. Hem bir Ermeni ailesinin ilişkisini anlatan hem de dünyada ötenazi tartışmasını sürükleyen doktorun geçmişini aralayan harika bir anektod. Ama n’oldu?.. Birkaç hafta sonra Türkiye’de “Ayıp ettin Al Pacino” diye bir yazı çıktı. Soykırım savunuculuğu yapmış...
Başa dönersek... Sex and The City’nin Müslümanlıkla ilgili ne anlattığının hiçbir önemi yok!.. Çünkü son bölümün pastel renkli kreasyonu için seçilmiş bir fon sadece çöl. Çöldeki Bedeviler ise fonun figüranları... Olmayan bir şeyi anlatmasını istiyorsanız, Abu Dabili kadınların New Yorklulardan daha özgür yaşadığını savunuyorsanız bilemem tabii... Ama Sex and City 2, çoğu Hollywood yapımı gibi klişelere hapsolmuş, esas oyuncuların figüranlardan her zaman daha cool, daha zeki, daha estetik göründüğü, sıradan, daha çok bir Fashion Week defilesi gibi izlenecek, sabun köpüğü bir film.
Yazının Devamını Oku 30 Mayıs 2010
THINK TANK’Çİ
Beni duymuşsunuzdur. Arada başımı çıkarıp gazetelerde kendimi gösteririm. Şu Washington dedikleri, siyasetin laf olsun diye değil, dünyayı yönetmek için yapıldığı yer var ya... Oranın beyni işte benim. En iyi okullarda okudum. Nerede okuduysam oralardan da en iyi derecelerle mezun oldum. Şimdi burada yapmayı en çok sevdiğim şey için, oturup düşünmek için para alıyorum. Benden çok var kentte. Hepimizin de yakın olduğu bir yer... Uluslararası bir bağlantı... Bir güç odağı... Ama sipariş kabul ediyor musun derseniz. Asla!.. Benimkisi olsa olsa eğilim. Pazar yeri gibi düşünün. Kendine Washington’da yaslanacak bir minder arayan herkes, benden meşrebine göre bir tane bulur. Bazen imza atarım yazdığıma. Bazen kulağa fısıldarım. Bazen aracılık yaparım. Laf taşırım. Bazen de gider kendim kulis yaparım. Herkes birinci sayfa okur bu kentte. Ben iki gün sonra büyüyüp manşet olacak, etekteki haberim.
POLİTİKACI
Çok uğraştım. Kampanyaya para bul. Kasabaları dolaş. Para bul. Reklam yap. Para bul. Televizyona çık. Herkesin dinlenmeye hakkı yok mudur!.. Seçildim bitti zannetmeyim zaten. Milletvekiliyim ben. Sanki bizim seçimleri huzur bulmayayım diye iki yılda bir yapıyorlar. Senatörler 6 yıl rahat halbuki, böyle bir haksızlık olabilir mi!.. E o zaman ben de ne yapıyorum!.. Bir yıl çalışıyorum, bir yıl dinleniyorum. Bu arada size bir sır... Benim için her şeyin başı paradır. Hayır hayır, yanlış anlamayın. Rüşvet değil. Bağıştan bahsediyorum. Dedim ya, iki yılda bir seçime giriyorum diye. O kampanyalar suyla mı dönüyor zannediyorsunuz. O yüzden senin işin ne derseniz, benim işim aslında bağış toplamak. Kim bağış yapıyorsa, kim oy veriyorsa da, onun vekilliğini yapmak. Onun dışında ne başkan tanırım ne parti...
LOBİCİ
Bazen kendimden iğreniyorum. Ne yapıyorum diyorum kendi kendime. Bu taşralı, bu cahil, bu sonradan görme adamlara niye laf anlatmaya çalışıyorum. Hayatımı verdim ben bu ülkeye. En parlak dönemimde, milyonlarca dolar kazanabilecekken üç otuz paraya bir masanın arkasında ömrümü çürüttüm. Artık biraz rahat etmeyi haketmiyor muyum!.. Bize etmedikleri hakaret kalmaz. Evet, çok kazanıyoruz. Evet, müşterimiz kimse onun için kulis yaparız. Evet, bizim işimiz politikadan para kazanmak. Ama size bütün samimiyetimle bir şey söyleyeyim mi? Yıllarca kendimizi vakfettik biz devlete, şimdi bu paraları kazanmayı fazlasıyla hakediyoruz. Ama en önemlisi, o taşralı, o cahil, benim gidip kampanyasına para akıttığım politikacı var ya... Ben olmasam o Kongre salonunda neyin oylandığını bile bilmez. Dua edin, vatansever insanlarız. Bu ülkeyi biz yönetiyoruz ama ne yapıyorsak vicdanımızı da ekliyoruz. Bütün samimiyetimle söylüyorum...
BÜROKRAT
İki yol var önümde. Ya kendi halimde, etliye sütlüye bulaşmadan işimi yapacağım. Ne uzayacağım ne kısalacağım. Ya da iki partiden birine yakınlaşacağım. İşimi kaybetme ihtimalim var o zaman. Ama hiç değilse, benimkiler gelince en tepede olurum. Düşünce de lobicilik, think tank, yapacak bir şeyler bulurum. Washington rotasyonuna girerim. Dalga mı geçiyorsunuz... Politikanın en çok para ettiği yer burası. Aç kalacak halim yok ya!.. Onun dışında, benim işim susmak. O yüzden konuşurken bile sesim kısıktır. Bürokrat volümü... Başkaları konuşur, işi ben bitiririm. Başkaları karar aldığını zanneder, ben doktrin yaratırım. Kimseye bir şey söylemeyin. Amerika’yı yönettiklerini düşünmeye devam etsinler.
GAZETECİ
Kalabalığın ortasında, herkes beni izlerken çırılçıplak dövüşüyorum sanki. Bu kadar göz önünde bulunurken, etrafta sürekli kusur aramak nasıl riskli bir iştir hiç düşündünüz mü!.. Hatalar yapıyorum ben de tabii. Think tank’çiler gibi pozisyon almaya kalkıyorum bazen... Ya da tam tersi bazen duyarsızlığı tarafsızlık zannediyorum. Ama hırstan geçmişini bile değiştiren bu kadar insanın arasında gerçeği aramak kolay mı zannediyorsunuz? Ayrıca söyler misiniz, benim dışımda bu kentte çalışanlardan hangi kesim bu kadar rekabet yaşıyor. Sizi temin ederim çok yetenekliyim. Ama sorun şu ki, yeteneğimi her gün kanıtlamak zorundayım. Bir vahşi at sürüsünün ortasında rodeo yapmak gibi... Önce bineceğim atı bulmak, sonra da atın üzerinde kalmak zorundayım. Çünkü düşersem, ezilir giderim...
Başkentler politik hayvanlara emanet edilmek zorunda mı
Hafta içi German Marshall Fund’un Türkiye uzmanı Ian Lesser ile İran meselesini konuşuyorduk. Washington’un en “derin” think tank’çilerinden biridir. Bir ara iki ülke arasındaki ilişkilerin ne kadar politikaya endekslendiğinden şikâyet etti Lesser. Kültürel konuların ne kadar geri planda kaldığından yakındı. Ben de bunun üzerine iki ülkenin karşılıklı atadığı büyükelçilerin profili değişmediği müddetçe bunun devam edeceğini savundum.
Namık Tan yine nispeten... Gazetecilerin Namık Abi’si... Kentteki sosyal çevrelere yakın. Geçen hafta New York’taki Türk Günü’nde 8 yıldır Türk kökenlilere mesafeli duran Belediye Başkanı Michael Bloomberg ile kahvaltı masasına oturmuş biri...
Ama ya Amerika’nın elçileri... Şimdiki elçi James Jeffrey Bağdat’a gidiyor. Onun yerine atamayı düşündükleri isim Afganistan Büyükelçiliği Müsteşarı Francis Ricciardone. Kimdir diye biraz araştırdım, Necip Hablemitoğlu zamanında hakkında yazmadığını bırakmamış. Ne CIA ajanlığı kalmış ne pervasız ilişkileri... Hepsi doğrudur diye savunmuyorum ama iki ülkenin büyükelçi profilleri sürekli böyle mi olmak zorunda?
Amerika’nın Paris, Londra, Berlin büyükelçilerine bakın ne dediğimi anlayacaksınız. Hepsi de daha önce özel sektörde çalışmış, bankacı, medya yöneticisi profesyoneller. Sosyal ilişkileri hep daha önde. Peki her yerde yeni yükselen müttefik diye övdükleri Türkiye’ye neden bu profilde bir büyükelçi atamıyorlar? İşleri politik hayvanların (political animal) eline bırakıyorlar!..
Washington’da Kuveyt Büyükelçisi Salem Al-Sabah var. Kentin tozunu attırıyor. Bütün toplantıların yıldızı. Laura Bush kitap yazdığında tanıtımını onun verdiği bir davetle yapıyor. Ya da Vanity Fair dergisi kentte bir parti vermek istediği zaman Fransız Büyükelçisi’ne gidiyor. 80’lerde Kanada’nın büyükelçiliğini yapan Allan Gotlieb ve eşi Sondra Gotlieb gibi... Sosyal ilişkileri sayesinde Washington’daki politik dengeleri nasıl etkiledikleri şimdi bile örnek vaka olarak anlatılır.
Bizde de bir gün Washington’daki elçilik koltuğuna Coca Cola’dan sonra Muhtar Kent otursa... Türkiye’nin elçilik rezidansı kentin en güzel binalarından biri. O bina Türkiye’den gelen Türkleri ağırlamaktan başka işlerde de kullanılsa... Olmaz mı!..
Yazının Devamını Oku 23 Mayıs 2010
İlk önce eksantrikler girdi. Dengesiz, saldırgan, utangaç olmayanlar... Sonra sevişgenler... Sonra düşmüş ünlüler... Sonra aylak ama dengeliler derken... İş nispeten makul olanlara kadar vardı. Mockumentary (parodik belgesel) gibiydi daha önce reality şovlar. Genele dair fikir vermeyen marjinal işler. Ama bugün o kadar çoğaldılar ve herkesi oyunun içine çekmeyi o kadar iyi becerdiler ki, toplumsal bir laboratuvara dönüştüler.
Desperate Housewives dizisinden çıkan “Gerçek Ev Kadınları” şovu bu konuda en iyi örnek. Proje, 4 yıl önce California Orange’da yaşayan ev kadınlarının hayatlarıyla başlamıştı. Sonra New York, Atlanta, New Jersey her tarafa yayıldı... Şimdi de Beverly Hills ve Washington DC’ye geliyor...
Tamam, aralarında sürreel konuşmalar geçiyor bazen. Sen benim arkadaşım değilsin, diyor mesela biri ötekine. Öbürü de, “A ben arkadaş olduğumuzu zannediyordum” deyip üzülüyor. Bunun üzerine, tersleyen, kocandan ayrıldığında sana bir hediye sepeti yollamıştım ama, diye karşısındakinin gönlünü alınca, birden barışıp birbirlerine sarılıyorlar. Ya da Atlanta’daki kadınların zengin kocalarının paralarını nasıl acımasızca harcadıklarını izliyorsunuz. Galeriye giriyor, şu cipi istiyorum diyor ve çıkıyor.
Bunların hepsi bana da önceki reality şovlar gibi gelmişti... Kamera görünce oynayan, sıradan insan taklitçileri... Ama her yeni çıkan Real Housewives serisinin aslında çekildiği kente göre nasıl karakteristik olduğunu gördüğümde, hikâyenin oyunculuk eşiğini çoktan aştığını fark ettim. Galeri meselesinde de, düşününce gerçek hayatın aslında tam da böyle bir şey olduğunu hatırladım.
Bu durumun şovların çoğalması dışında çok temel bir sebebi var. Çünkü televizyoncular sonunda Manhattan’ın dışına çıkmayı akıl ettiler.
New York’un Amerika olmadığını, herhangi bir Amerikan kasabasına gittiğinizde anlarsınız. Ne o iyi eğitimli, bakımlı, zayıf, kendini beğenmiş insanları genel Amerikalı profiline uyar... Ne de kent yaşantısının başka yerde bir benzerini bulabilirsiniz. Amerika’yı en az yansıtan yerdir aslında New York. İşte bu reality şovların tutması, bu gerçeğin de yeniden tescili gibi oldu.
Reklamcılar, New Jersey’deki reality şovlara milyonlarca dolar para döküyor şimdi. New Jersey de bu yüzden her geçen gün daha çok bir film setine dönüyor. Sadece ev kadınları değil, gençler, esnaf, herkes televizyonda. Niye diye sormuşlar... Niye suyun öteki tarafındaki New York’tan buraya geliyorsunuz?.. Çünkü Amerika’yı asıl burası temsil ediyor demişler.
Mal satacak. Sırf hava olsun diye niye bir New York şovuna milyonlarca dolar döksün ki...
NEW JERSEY DEVRİMİ
Televizyon eğer popüler kültürün en baskın unsuruysa... İleriye dönük en keskin sosyolojik ipuçlarını veren yerse... Reality şov tercihlerine bakıp halkın televizyonu iyice ele geçirdiğini söyleyebilirsiniz. Bitmeyecek bir tartışmadır. Televizyon halkın istediğini mi verir, yoksa verdiği şeyi halka empoze mi eder meselesi. 80’lerde Robin Leach’in sunduğu “Zengin ve Ünlülerin Yaşamları” programını izleyen o halk, şimdi magazin programlarıyla aynı sınıf röntgenciliğini yine yapıyor. Ama bir yandan da New Jerseylilerle kendisinin meşhur oluşuna tanıklık ediyor. Politikada Anadolu devrimi, varoş devrimi diyorlar ya. Bu da onun gibi. New Jersey devrimi...
Lost izleyicisine saygı
Sadece ilk sezonunu izleyip bırakanlardanım ben. O kadar iyi başladı, aksiyon, kurgu, senaryo o kadar güçlüydü ki, uzatıp saçmalamalarından korktum çünkü. 6 sezon sürdü. Reytingleri ilk bölümlerine göre 3’te 2 azaldı. Ama sonunda televizyon tarihinin en çok tartışılan finallerinden birini yarattı. Haklı çıktım mı, bilmiyorum. İzlemedim çünkü. Bu akşamki son bölümünü de muhtemelen izlemeyeceğim. Ama Lost, her halükârda, reality şovlar dışında son dönem yaşadığımız zamanı en iyi yakalayan televizyon projesi oldu. Bir online izleyici yarattılar. İşi diziden FRP’ye (fantastik rol yapma oyunu) çevirdiler. Üstüne yan yapımlar, ARG’ler (alternatif gerçeklik oyunu) oluşturdular. Ve finali de, o genç, kaliteli, meraklı kitleyle birlikte oluşturdular.
Romancı gazeteciler
Davos’taki one minute’ün moderatörü gazeteci David Ignatius’u hatırlarsınız. Washington Post yazarı. Bu ay Ignatius’un yeni bir kitabı çıktı. The Increment (Artış). İran’ın nükleer programı etrafında dönen bir casusluk romanı. Ondan önce Body of Lies (Yalanlar Üstüne) gibi filme de çekilmiş başka romanları da vardı.
Geçen yıl mart ayında, Ignatius, New York Columbia Üniversitesi’ne “Edebiyat ve Terör” başlıklı bir konuşma yapmaya geldi. Davos’un da üzerinden daha bir ay geçmiş... Konferanstan sonra ayak üstü biraz konuştuk. Hem Davos’u sordum ben hem de bir gazetecinin roman yazarken aynı anda gazete makalesi de yazmayı nasıl başarabildiğini... Bir aşk romanı da yazmıyor çünkü. Gazeteciliğiyle iç içe, casusluk hikâyeleri yaratıyor her seferinde. Romana kendini fazla kaptırıp makalelerine kurgu bulaştırma riski olup olmadığını öğrenmek istedim!..
Ignatius, o gün “İki odam vardır benim” dedi. “Gazeteye makale hazırladığım oda farklı, roman yazdığım oda farklı. Bir odadan ötekine geçerken her şeyi bir önceki odada bırakırım. Ve ikisini birbirine asla karıştırmam.”
Romancı gazeteciler... Bazıları dürüst davranıyor, bu roman deyip öyle basıyor. Bazıları da her şeyi tek bir odada, tek bir yazıda hallediyor. Gazete yazısında...
Rezilliğin sonu oluyormuş
Romancı gazeteciler demişken... Geçen hafta Baykal kasediyle ilgili “Türk devletinin teknik kapasitesinden utanıyorum” diye yazmıştım. Bütün sözlerimi geri alıyorum. Ulusal Kriminal Bürosu’nu görmeden konuşmuşum. Demek beterin beteri de varmış. Demek rezilliğin sonu olmuyormuş... Haksızlık etmişim, özür dilerim...
Yazının Devamını Oku 16 Mayıs 2010
* Olmazdı. Ünlülerin ne kadarı danışıklı dövüş olduğu anlaşılmayan seks kasetlerinden bahsetmiyorum. Amerika’da hemen her gün politikacılarla ilgili de seks skandalları ortaya çıkar. Ama ya gazeteciler yakalar ya da işin içindeki kadınlar konuşur. Odalara yerleştirilmiş gizli kamera görüntüleri çıkmaz.
* Sene başında başkan adaylarından John Edwards’ın bir kasedi olduğu anlaşıldı. Ama birkaç uzman dışında kimse hiçbir yerde izleyemedi. Görüntüleri de başkaları değil Edwards ve videocu sevgilisi fantezi olsun diye çekmişti.
* Olmaz, çünkü bunu yapacak kişiler sonunda yakalanacaklarını bilirler. Odayı ayarlayan kaçsa, kamerayı satın alan... Kameracı saklansa, görüntüleri internete koyan... Sonuçta birinden biri mutlaka istihbarat ağına takılır!..
* Varsayalım, oldu. Soruşturma safhasında, görüntüleri çekilen politikacı polisi düşmanı gibi görmez. Güvenmemesi için bir sebep yoktur çünkü polis burada hükümetin özel güvenlik şirketi gibi davranamaz.
* Bu durumda ne biliyorsa anlatır. Görüntüler ne zamana ait... Nerede çekilmiş... Anlatır ki, çözülsün. Er geç ortaya çıkacaklardan korkup saklamaya çalışmaz.
* Olay gazetelerde, televizyonlarda sakıza döner. Hiçbir medya kurumu, etik davranacağım diye skandal olmamış gibi davranmaya cesaret edemez. Böyle bir karar alan yönetici, olay büyüyüp ülke tarihinin en karmaşık komplosuna dönüştüğünde işini kaybedebilir.
* Olayın kahramanı istifa edebilir de etmeyebilir de... Göreve talip biriyse büyük ihtimalle direkt gider. Daha kaset çıkmadan ilişkisi duyulan Edwards gibi... Ama görevdeki biriyse kalma ihtimali yüksektir. Gazetelerin atacağı manşete göre...
* Ancak meselenin aydınlanması uzarsa, devletten istifalar olur. Üst düzey bir politikacının bile böyle bir rezalete maruz kalabiliyor oluşu insanların kafasındaki kişisel güvenlik algısını alt üst edeceği için, skandalın karanlıkta kalmasına kimse izin vermez. Çözemeyen çantasını toplar.
Türk devletinin teknik kapasitesinden utanıyorum
Dışarıdan bakınca şöyle utanç verici bir durum yaşanıyor.
Darbe planlarından ıslak imza meselelerine, CD kopyalamalara Türkiye’deki her komplo tartışmasında iş dönüp dolaşıp teknik inceleme kısmına dayandı. Ve her seferinde, devlet adına bu işleri üstlenenlerin yetersizlikleri açığa çıktı. İmzayı incelerim ama kağıt hasar görür kepazeliği... CD’ye baktım, kayıtlı tarih tutuyor ama değiştirilebilir de, ben bilmem saçmalığı... 70 milyonluk ülke bir avuç beceriksiz uzmanın elinde oyuncak oldu...
En son kaset skandalında yine öyle... Savcılık Amerikan Adalet Bakanlığı’na bir yazı gönderip Toronto merkezli Tucows Inc’e ait Metacafe ile ilgili bilgi istemiş. Baykal kasedinin çıktığı ilk internet sitesi...
Bilgisayarı bir tek açıp kapatmaktan anlarım, ben bile biliyorum... Tucows, internet sitelerine alan ismi (domain name) sağlayan bir şirket sadece. Metacafe’nin sahibi değil... Ama koskoca Türkiye Cumhuriyeti devleti, resmi belgesinde böyle bir hata yapacak kadar konudan uzak...
Amerikalılar devletin güvenliğinden sorumlu National Security Agency içinde iki birim kurdular. İki hacker grubu... Biri devlete ait internet sitelerinin güvenliği için çalışıyor. Öteki başka sitelerde güvenlik açığı bulmak için uğraşıyor. İki grubun arasındaki çekişme dergilere haber oldu hatta. Google bile hacklenince bu gruplardan yardım istiyor...
Peki Türkiye’de ne oluyor?.. Bir avuç tekniker, ne olduğu bir türlü anlaşılamayan belgelerle, video kasetlerle koskoca bir ülkenin alt üst olmasının önüne geçemiyor.
Sabaha kadar konuşun istiyorsanız. Bu işlerin arkasında bilmem kim var... Şunu falanca devlet yapıyor... Ötekini filanca... Hepsi boş!..
Bu karışıklıkları asıl çözecek kişiler devletin teknoloji uzmanları... Ama hiçbir meselede... İstisnasız hiçbir meselede... Teknik uzmanlar şimdiye kadar hiçbir işe yaramadılar. Yaramadıkları gibi bir de başka ülkelere gönderdikleri yazılarda bütün bir ülkeyi rezil ediyorlar.
Suikasti önleyemezler ama kaçamağı saklarlar
Amerika çok mükemmel, orada asla kötü şeyler olmaz diye anlatmıyorum bunları.
İki ay önce bir kitap çıktı burada da. Amerikan Komploları... Yazarı eski Minnesota Valisi Jesse Ventura. İçinde anlatılanların onda biri bile doğru olsa, okuduğunuzda Amerika’da da devletin ne işler karıştırabildiğini görüyorsunuz.
Ama ilginç bir şekilde, burada sistem özel hayat meselesinde hiçbir konuda olmadığı kadar katı... Başkana suikast yapılmasını önleyemiyorlar. Ama başkanın bir aktristle ilişkisi olunca, saklamak için her şeyi yapıyorlar.
Malezya Sağlık Bakanı, Türkiye anamuhalefet lideri bir kasetle gidiverir. Ama Washington’da böyle şeyler olmaz...
Ventura’ya gelince... Eski güreşçi... Şovmen yönü var... Vali seçilmesi halen tartışmalıdır ama dediğim gibi kitabında anlattıklarından onda biri doğru olsa bile vahim... İşte Ventura’dan alıntı 10 seçme Amerikan komplosu...
10 Amerikan komplosu
1) WALL STREET DARBESİ Başkan Franklin D. Roosevelt, 1934’te Wall Street patronları tarafından askeri bir darbeyle devrilmek istendi. Resmi görüşe göre her şey Tümgeneral Smedley Butler’ın o yıl Kongre’ye verdiği ifadesindeki iddialardı sadece. Basın dalga geçti. Devlet soruşturma açmadı. Ancak olay, aslında Amerika’yı faşist bir rejime çevirip tüm kontrolü patronlara verme teşebbüsüydü.
2) KENNEDY SUİKASTİ Başkan John F. Kennedy, 1963’te öldürüldü. Resmi görüşe göre vuran Lee Harvey Oswald adında komünizm sempatizanı eski bir donanma askeriydi. Ancak aslında olayda ikinci bir tetikçi daha vardı ve komplo CIA, Pentagon ve mafya bağlantılı aşırı sağcılar tarafından planlanmıştı.
3) MALCOLM X SUİKASTİ Müslüman siyah lider Malcolm X, 1965’te öldürüldü. Resmi görüşe göre katiller Malcolm X’in rakibi başka bir siyah Müslüman lider Elijah Muhammad’e bağlı fanatiklerdi. Ancak aslında olayın arkasında, Malcolm X’in siyah lider Martin Luther King ile birleşmesinden korkan CIA ve FBI vardı.
4) LUTHER KING SUİKASTİ Martin Luther King, 1968’de öldürüldü. Resmi görüşe göre vuran James Earl Ray adında bir ırkçıydı. Ancak Ray, aslında Oswald gibi sadece bir yemdi ve asıl katil o gün çalıların arkasından ateş etmişti. King’i mafya, ordu ve sağ kanat beraber öldürdü.
5) ROBERT KENNEDY OLAYI Robert F. Kennedy, 1968’de öldürüldü. Resmi görüşe göre vuran o gün yakından 8 el ateş eden Sirhan Bishara Sirhan adında genç bir Filistinli idi. Ancak aslında arkasında başka bir tetikçi daha vardı ve Sirhan CIA tarafından uygulanan bir yöntemle cinayet için programlanmıştı.
6) WATERGATE SKANDALI Hırsızlar, 1972’de Demokrat Parti’nin Watergate binasındaki merkezine girince yakanlandı. Resmi görüşe göre olay 1974’te Başkan Nixon’ın istifasıyla sonuçlandı. Ancak aslında Nixon, Kennedy Suikasti’ne burnunu soktuğu için CIA ile bir güç savaşı yaşıyordu ve CIA için çalışan, kendini bilerek yakalatan çifte ajanlar tarafından tuzağa düşürüldü.
7) İRAN KONTRA SKANDALI 1986-88 arası Reagan Hükümeti İran’ın elindeki Amerikalı 6 rehinenin kurtarılması ve Nikaragualı gerillalara para aktarılması için ambargo kararını delerek İran’a silah sattı. Resmi görüşe göre 11 yetkili ceza aldı ve olay çözüldü. Ancak aslında Kongre bu olay sayesinde CIA’nin uyuşturucu işindeki rolünü örtbas etti. Amerikan ekonomisi uluslararası uyuşturucu trafiğinden beslenir. Aynı durum bugün Meksika ve Afganistan’da sürüyor.
8) ÇALINAN SEÇİMLER 2000 ve 2004’te George W. Bush seçimleri kazanıp başkan oldu. Resmi görüşe göre 2000’de Yüksek Mahkeme’nin kararıyla seçildi. Ancak aslında iki seçimde de Cumhuriyetçiler elektronik oy verme makineleriyle oynayıp hile yaptı. Olayı anlatmaya hazırlanan bir tanık, 2008 seçimlerinin hemen ardından bir uçak kazasında öldü.
9) 11 EYLÜL SALDIRISI 2001’de 4 uçak kaçırıldı ve İkiz Kuleler ile Pentagon’a saldırı düzenlendi. Bir tanesi de Pensilvanya’da bir tarlaya düştü. Resmi görüşe göre 19 korsan da Usame Bin Laden’e bağlı El Kaide üyesiydi. Ancak aslında Bush Hükümeti olayda hükümetin rolü olduğu halde bunu örtbas etti. Hükümet ya planı biliyordu ama önlemedi ya da bizzat işin içindeydi.
10) EKONOMİ KOMPLOSU Amerika, 2008’de Büyük Buhran’dan beri tarihinin en büyük ekonomik krizini yaşadı. Resmi görüşe göre AIG, Goldman Sachs gibi finans kurumları batmamak için devletten büyük yardımlar aldılar. Ancak aslında hükümeti yöneten büyük kurumlar, böyle bir karışıklığı kendileri yarattı ve vergi verenlerin paralarını çaldı. Aynı oyunu oynamaya bugün de devam ediyorlar.
Yazının Devamını Oku 9 Mayıs 2010
Çünkü New York’ta Tanrı yoktur!.. O yüzden mucizelerine de rastlayamazsınız. Her zamanki gibi yalnız kaldığınız münzevi bir gecede... Polisin hava kararır kararmaz kapadığı Central Park’ın sessizliğine nazır... Junk maillerin arasından size özel yollanmış bir şeyler bulmaya çalışırken... Sıkılıp birilerini aradığınızda karşınızda telesekreterleri bulur... Aldığınız yatıştırıcılar da uyumanıza engel olduğu için aşağıdaki o aylardır kaldırmadıkları bet iskeleye bakıp... Uzun süredir düşündüğünüz şeyi yapmaya karar verir ve o anda etrafınızda sizi durduracak kimseyi göremezsiniz!..
En sevdiğiniz kişiyi düşünür, bir not hazırlar ve o ana kadar New York’ta ayakta durmanızı sağlayan demirden kararlılığınızla ölüme yürürsünüz. İntihar edersiniz.
Niye?.. Ali Can Ertuğ’un pazartesi akşamı kendini aşağıya atmaya karar verdiğini duyduğumdan beri ben de bunu soruyorum işte. Neden?..
ALMAN LİSESİ MESELESİ
Uzaktı Ertuğ. New Yorkluydu. Mesafeli... Ölçülü... İşini kusursuz yapan bir disiplin timsali. Alman Lisesi’ne hiçbir zaman ısınamadım. Çocukları ufacık yaşta alıp hepsinin omzuna hayatları boyunca taşıyacakları takıntılı bir sorumluluk duygusu yüklemeleri hiçbir zaman hoşuma gitmedi. Bir Alman Liseliydi o da.
EVİ BLACKBERRY’SİYDİ
New York’ta zaman dilimi olmaz. Nereyle çalışıyorsanız oranın saatine göre yaşarsınız. Ertuğ da New York’u, İstanbul’u, Londra’yı aynı anda yaşamaya çalışanlardandı. Central Park dedim ama evi aslında Blackberry’siydi. Bir sabah yine sabahın 7’sinde buluştuk. Nasıl dayanıyorsun dedim. Burası çokuluslu bir yer, hepsine yetişmek zorundayım, dedi.
HAYATIYLA İNTİKAM ALDI
Eşcinseldi!.. İntiharı bile o yüzden tırnak içinde oldu. İnandıramazsınız çünkü!.. Kesin başka bir şey vardır!.. Aslında bu açıdan belki de dünyada en rahat olabileceği kentte yaşıyordu. Ama tam da bu yüzden, belki de en karmaşık ilişkilerin olduğu yerdeydi. New York sadece Amerika’nın değil dünyanın eşcinsel gettosudur. Ve gettoda oyun çoğu zaman kuralsızdır. New York’taki sürgününde yaralandı. Ve hayatı pahasına bir intikam aldı belki de.
KOSTÜMÜ TEBESSÜMDÜ
Gülerdi. Herkesin psikiyatra gittiği, gitmeyenlerin hasta sayıldığı şehirde neşeliydi. Emlakçılar ve Kanada’dan gelenler dışında kimse sebepsiz gülmez halbuki New York’ta. Ama şimdi düşününce fark ediyorum. İçinden öyle hissetmiyor olsa bile öyle görünmek için demek kendini zorluyordu. Demek maskeli baloda kendine seçtiği kostümdü tebessüm. Ve hep o kostümün baskısıyla yaşıyordu.
YAPTIĞI BENCİL İNTİHAR
Bencildi. Durkheim’ın “İntihar” kitabında, yaptığı aynen böyle tarif ediliyor çünkü: Bencil intihar. Hele Türkiye’de yaşayan annesine bıraktığı o son not... Anneler Günü’nde verebileceği en acımasız hediye... O notla kendi anısını ebedileştirdi... Fakat tüm bencilliğiyle, bütün ailesinin hayatına ipotek koydu. Hiç geçmeyecek, koskocaman bir suçluluk duygusu bıraktı... Durkheim, anneliğin intiharda en büyük önleyici güç olduğunu savunur. Ama New York’taki herkes gibi... O da annesinden uzaktı.
MÜZİĞİ HİÇ KARIŞTIRMADI
Müzik zevkini hiç konuşmadık. Facebook sayfasında ise Madonna ve Michael Jackson yazıyor. Liseden beri müzik dinlemiyor demek bu. O akşam için de özel bir şeyler çaldı mı bilmiyorum. Ancak son notunu bilgisayara yazdığına... Ölmek üzereyken bile el yazısını göstermek istemeyecek kadar kendini sakladığına göre... Bence dinlemiyordu. Bence ev o akşam Central Park kadar sessizdi. Çünkü düşünerek intihar etti. Ve müziğin onu kararından vazgeçirebilme ihtimalini göze almadı. Müziği karıştırmadı.
ÖZEL YEMEK OLAMAZ
Sotheby’s’in tepesindeki kafede buluştuk bir gün. Yediklerine ne kadar dikkat ettiğini o gün fark ettim. New York’ta insan intihar etmeyecekse iyi yaşar. İstanbul gibi değil, İstanbul parasuisid. Kendini yavaş yavaş öldüren pasif intiharcıların kenti. O akşam da ne yedi bilmiyorum. Ama öleceği ana kadar tanıdıklarına iş mesajları yolladığına göre büyük ihtimalle yemek için de özel hiçbir şey hazırlamadı. Rutinine uydu. Ve her zaman olduğu gibi sıradışı hiçbir şeye izin vermedi.
GERÇEK FELSEFİ SORUN
Sonuçta Albert Camus’nün dediği doğru. Yalnızca tek bir önemli felsefi sorun vardır, o da intihardır. Hayatın yaşanmaya değip değmediğine karar vermek, felsefenin temel sorusunu yanıtlamaktır!..
Ertuğ’un da bu kararı vermeden önce her şeyi kafasında çok iyi tarttığına eminim. Facebook sayfasında mezar taşını hazırlayacak kadar kendindeydi o akşam.
Ama en önemlisi... Annesine yazdığı notta ne yazıyor olursa olsun... Arkasından ne söylenirse söylensin... Asıl nedeni hiçbir zaman hiç kimse bilemeyecek!..
Bu da onun giderken dünyadan aldığı intikam olacak!..
Yazının Devamını Oku 2 Mayıs 2010
Güler yüzlü. Konuşması, hareketleri gayet nazik. Eski münazaracılardan, ettiği her lafı önce iki kere tartıyor. Giyimi kuşamı da kusursuz. Fotoğraf çektirdik, ergen imam hatipliler gibi uzattığı seyrek sakalı olmasa ben yanında daha Selametçi duruyorum, çünkü ne demeye bilmiyorum, o gün kravat bile takmamışım...
Bahsettiğim kişi Reşat Hüseyin. Obama’nın şubat ortası İslam Konferansı Örgütü için atadığı özel temsilci.
32 yaşında, Hindistan kökenli Müslüman bir ailenin çocuğu. Son 2 aydır da Amerika’nın en çok tartışılan bürokratı. Çünkü Beyaz Saray özel temsilciliğine kadar yükselen Hüseyin, geçmişte devletle çatışmış bir Kuran hafızı.
Hafta içi işte Amerika’nın hem Harvard hem Yale okumuş yeni yıldızı Hüseyin’le buluştum. 3 aylık dönemini, Obama’nın kafasındakileri ve Türkiye’den ne beklediklerini öğrenmek için...
BEN UYGULAYICIYIM
Daha yeni. Beyaz Saray’daki kurtların arasında henüz ağırlığı yok. Ama Obama’nın geçen yılki tarihi Kahire konuşmasını yazacak kadar da etkin. Sembolik yönü çok güçlü. İslam meselesi Beyaz Saray’da size mi bırakıldı, dedim. Uygulayıcısı benim demek daha doğru olur, dedi.
OBAMA DİNE UZAK DEĞİL
Obama’nın dinle ilişkisi malum. Paskalya için geçen ay kiliseye gitti. Saymışlar, 15 ayda 5 etmiş. Başkan din meselesine nasıl bakıyor, dedim. Dinin olumlu bir rol oynayabileceği fikrinden uzak durduğunu düşünmüyorum, dedi. En yuvarlak cevabı buldu.
DIŞARIDA 2 CAMİ GEZDİ
Başka bir açıdan, gizli Müslüman saçmalıklarını ve devraldığı iki savaşı (Irak ve Afganistan) bir yana bırakırsak, dinlerle ilişkisinde Obama yine de Müslümanlara karşı şimdiye kadar hep daha yakın davrandı. Ancak çoğu zaman, dış politikada. İçerideki durum geçen ay anlattığım Virginia’daki Darül Hicre Mescidi gibi. 7 milyonlar, epey bir kısmı FBI gözetiminde. Ben Müslümanın dışarıda olanını severim!.. Hüseyin’e de bunu sordum. Obama niye hiç içeride cami ziyaret etmedi dedim. Dışarıda 2 cami ziyaret etti ya, dedi. (İstanbul ve Kahire)...
KENDİ ÜLKESİNDE İSTEMEZ
Türkiye’yi ısrarla Müslüman dünyaya bir model olarak görüyor. Seküler kesimin itirazını, muhafazakârlaşma kaygılarını sordum, üstünde durmadı. Neden model olmasın ki dedi sürekli. O zaman da şöyle bir durum ortaya çıktı. Dinle ilişkisi mesafeli dediğim Obama, mesela eminim İçişleri Bakanlığı’nın silme Mormon olmasına razı olmaz!.. Adalet Bakanlığı Evanjeliklerin eline geçsin, Opus Dei orduyu alsın, Moon Tarikatı Dışişleri’ne hükmetsin!.. Ya da Malia ile Sasha’ya okulda akıllı tasarım anlatılsın, kızlar da bir akşam eve gelip “Baba biliyor musun Evrim Teorisi aslında palavraymış” desin, istemez. Ama Hüseyin’in dediklerine bakınca... Aslında Obama, kendi ülkesinde olmasını istemeyeceği durumları, söz konusu olan Müslüman dünyayla ilişkilerse önemsemez.
SETA’DAN YARARLANIYORUM
Hüseyin İKÖ Temsilcisi ama sadece İKÖ ile yetinmeyecek. “Ülkelerle doğrudan ilişki de geliştiriyorum” dedi. Türkiye’yi sordum, nasıl ulaşıyorsunuz deyip. “Sivil toplum örgütlerinden yararlanıyorum, mesela SETA” diye örnek verdi. Başka derneklerin daha olduğundan bahsetti ama isimlerini vermedi.
SADECE SİVİL TOPLUM İŞİ
SETA, son dönem hükümete yakın olmakla suçlanan bir düşünce kuruluşu. Aslında tam tersine bence çok doğru bir proje. Amerika’da da her yeni seçilen hükümet, kendine yakın düşünce kuruluşlarından insanlarla çalışır. Okuyan, araştıran, vasıflı akademisyenler bunlar. Asıl, hâlâ bir düşünce örgütü kurmamış partiler düşünsün. Ancak sorun, bu örgütlerin zamanla hükümetler tarafından gayriresmi bir haberleşme (back-channel) aracı olarak kullanılıp kullanılmadığı meselesi. Hüseyin SETA’nın ismini verince, SETA Washington’ın başındaki Nuh Yılmaz’ı arayıp “Neler konuşuyorsunuz” diye sordum ben de. “İlişkimiz STK boyutunda, asla bir misyon üstlenmedik, ben Reşat’ı eskiden beri tanırım” dedi.
DALLAS’TA BÜYÜDÜM
Hüseyin’i sadece Nuh Yılmaz değil, birçok Türk tanıyor Amerika’da. “Türkiye ile çok özel bir ilişkim var. Ayrıca Dallas’ta büyüdüm ve orada çok canlı bir Türk topluluğu vardır” dedi. Detaya girmek istemedi ancak kastettiği, Dallas’ta Merve Kavakçı’nın babası, Amerika’nın en önemli Müslüman liderlerinden Yusuf Ziya Kavakçı’nın yanında yetişmesiydi. Merve Kavakçı da şimdi en yakın arkadaşı zaten.
RADİKALLER HEP OLACAKTIR
Özellikle Cumhuriyetçi kanattan, geçmişteki bazı sözleri nedeniyle çok eleştiri aldı Hüseyin. Radikal olmakla suçlandı. Çıkan yorumları sordum. “Radikal gruplar her zaman olacaktır, kulak asmıyorum” diye cevap verdi. Kavakçı ile olan arkadaşlığı durumun çok güzel bir özeti aslında. Bir ülke 28 Şubat’la, öteki 11 Eylül sonrasıyla kendi Müslüman toplumunu ezdi. Ancak sonra her iki ülkede de, marjinal ilan edilenler merkezi kendilerine yaklaştırdı. Amerika’nın farkı, burada sistemi kimse tıkayamadığı için mevcut yapıda yer buldular. Liberal bir başkanın altında temsilci oldular. Türkiye’de ise liberal bir hareket olmadığından, kendi mecralarını yarattılar ve sistemi tek başlarına ele geçirdiler.
HER GÜN İSTİŞARE EDER
Beyaz Saray’daki etkinliğini sordum Hüseyin’e. Pozisyonunun sembolik mi yoksa etkili mi olduğunu anlamak için... Obama, inanç ofisindekilerle her gün istişare eder, dedi.
EN ÖNEMLİSİ GENÇ OLMAM
Bu pozisyonda en çok hangi yönünün fark yarattığını öğrenmek istedim. Genç olmasını söyledi. “Müslüman dünyasında çoğunluk 30-35 yaş altındayken onlara ulaşacak biri olmam avantaj oldu” dedi.
TÜRKİYE’DE BENİ VURAN ŞEY
Ve son olarak Türkiye’ye neden bu kadar ilgili olduğunu sordum. “Türkiye’de beni en çok vuran şey ne biliyor musunuz. Her gittiğimde bir Müslüman olarak gurur duyuyorum. Çünkü İslam toplumunun potansiyelini görüyorum” dedi.
Beyaz Saray, tartışılan en ufak bir konuda bile meseleyi kendi tarafına doğru çekiştiren onlarca insanın bulunduğu bir yer. Reşat Hüseyin oyuna yeni girenlerden... Şimdi o da çekiştiriyor...
Yazının Devamını Oku 25 Nisan 2010
Amerikan Kongresi’nin bodrum katında, milletvekili ofislerine giden metronun olduğu yerde bir asansör operatörü durur. 50’li yaşlarında, kısa boylu, kumral, asık yüzlü bir kadın. Soldaki asansörün başında kapıyı tutar... İçeri kimseyi almaz... Ve yan asansörde herkes sıra beklerken, koşturarak genel kuruldaki oylamaya yetişmeye çalışan politikacıları yukarı taşır.
DEMOKRASİNİN GERÇEK HÂMİSİ
Geçen ay Ermeni soykırımı iddialarının oylandığı hafta, yanına gidip fotoğrafını çekmek istediğimi söyledim. “Niye” dedi. Ben de “Amerikan demokrasisinin gerçek hâmisi” diye hakkında bir yazı yazacağımı anlattım. Yaptığı işle oylama sonuçlarını etkiliyordu çünkü...
Kabul etmedi!.. Etmediği gibi tersledi!.. O günden sonra da beni gördüğünde kafasını çevirmeye başladı. Sanırım alay ettiğimi düşündü.
ALT KATLARDA NELER OLUYOR
İşi belli insanlara her zaman saygı duydum. Hele o işi yapması gerektiği gibi yapıyorsa, daha çok... Bu yüzden o gün asansör operatörüne söylediklerimde de sarkastik hiçbir yan yoktu. Yapmaya çalıştığım, “kusursuz” Amerikan demokrasisinin alt katlarında neler olduğunu göstermekti sadece.
Hatta şunu söylemem lazım. İşini titizlikle yapması bugün eşine o kadar az rastlanan bir durum ki... Kimin ne iş yaptığı o kadar karışık ki... Aslında Kongre’deki o operatöre sırf bu yüzden herkesin saygı duyması gerektiğini düşündüm!..
ŞAMPANYA EŞANTİYONU ARKADAŞ
Bir yazı okudum. Tiger Woods’un karısını aldattığı kadınlara ne denileceği tartışılıyordu. Hepsinin bir işi var. Hepsi belli bir sosyal konuma sahip. Ama hepsi de Woods ile dolaylı şekilde para karşılığı birlikte oluyor. Woods arkadaşının kulübüne gidiyor. Arkadaşı onu portföyündeki kadın arkadaşlarıyla tanıştırıyor. Kulüpten çıkışta da hesaptaki şampanyaya tanıştırma parası ekliyor. Böylece o resmen muhabbet tellallığı yapmadığı gibi, arkadaşı da fahişe olmuyor. Olsa olsa “yarı fahişe” diyordu yazı.
NEWSEUM’DAKİ FBI SERGİSİ
Washington’ı sevmeye çalışıyorum. Baktım olmayacak, müzelerden başladım ben de...
Gazetecilik müzesi Newseum’un altında geçici bir FBI sergisi var. 100 yılda FBI’ın çözdüğü, çözemediği olaylarla, gazetecilerle kurduğu ilişkiler anlatılıyor. Bir bölümde de, teşkilatın ilk direktörü Edgar Hoover’ın 1930’larda gazeteci Walter Winchell ile sağladığı yakınlıktan bahsediliyor.
AMERİKALILARA TEŞKİLAT SATIŞI
Sonradan anlaşılıyor ki, dedikodu yazarlığının yaratıcısı Winchell, sütununda anlattığı her şeyi aslında o dönem Hoover’dan öğreniyor!.. Hoover, bazen enformasyon bazen dezenformasyon, Winchell’ı besliyor. Winchell da karşılığında Hoover’ı ve FBI’ı övüyor. Amerikalılara FBI’yı satıyor!..
SADECE GAZETECİLİK DEĞİL
Sergi FBI’ın aslında gazeteciler sayesinde büyüdüğü tezi üzerine kurulduğu için bu örnek başta çok şaşırtıcı gelmeyebilir. “En Çok Aranan 10 Kaçak” kampanyasından birinci sayfalardaki FBI operasyonlarına, gazetecilerin bir kurumu nasıl efsane haline getirebildiğini sergiyi gezince görüyorsunuz. Ama Winchell’ın yaptığı iş üstüne kafa yorduğunuzda, buna sadece gazetecilik demenin mümkün olmadığını da fark ediyorsunuz!..
YARI FAHİŞELİK GİBİ
Daha çok yarı fahişelik gibi bir şey bu... Yarı gazetecilik... Ya da olsa olsa karışık gazetecilik... Ama sonuçta, asla o asansör operatörününkiyle aynı değil...
Dedim ya, hiçbir iğneleyici yanı yoktu diye. Operatörün hikâyesini bu yüzden yazmayı çok istemiştim... Hem bu kadar işine odaklanıp hem bu kadar önemsiz görünüp hem de çok önemli sonuçlara neden olmak anlatılmayı hak ediyor...
BAŞKAN VE BAŞBAKAN
* Başkan bir yasa çıkartmak için öbür partiyle bir yıl müzakere ediyor (Sağlık Reformu). Başbakan apar topar Anayasa değiştiriyor.
* Başkan bir yüksek yargıç atarken herkesten görüş alıyor (Sonia Sotomayor). Başbakan, kontrolü kolaylaşsın diye Yüksek Mahkeme’nin yapısını değiştirmek istiyor.
* Başkan parlamentoda siyah milletvekillerinin kurduğu gruba (Black Caucus) gerek kalmadığını savunuyor. Başbakan kendinden olan kim varsa (işadamı, imam hatipli vs...) yükselsin istiyor.
* Başkan herkesi sigorta kapsamına alıp sosyalist işler yapıyor. Başbakan işçilere en gaddar patrondan daha kapitalist davranıyor.
* Başkan kendisine alenen küfreden bir TV kanalına (Fox) bile çıkıp röportaj veriyor. Başbakan gazeteler boykot edilsin, köşe yazarları işten atılsın istiyor.
* Başkan’ın çalıştığı ofisin kendi fotoğrafçısı (Pete Souza) var. Başbakan ajansı çağırıp çektiriyor.
* Başkan en fazla 8 yıl görevde kalabiliyor. Başbakan, 7.5 yıl tecrübem var, “şimdi de beni başkan yapın”, diyor.
Yazının Devamını Oku 18 Nisan 2010
Tutması için hiçbir sebep yok aslında. Makarnasını New York’taki herhangi bir İtalyan’da yersiniz. Şarapları bulunmaz değil. Dekorasyon eskimiş. Tuvaletleri kötü. Peki madem öyle, niye içerisi tıklım tıklım! 2007’de burayı açarken New York’un iki restoran kralından biri dedikleri Keith McNally de söylemiş. “Morandi tutmayacak” demiş. Peki ona rağmen niye hep dolu? Açtığı yerler niye hep full?
Bir araştırma hatırlıyorum. Kalküta’da en iyi yemek nerede yenir, üzerine bir tez. Tezi yazan, bir takım karışık hesaplar yaptıktan sonra, özetle şu sonuca varıyordu: Kalküta’da en iyi yemek, sokak satıcılarında yenir. Çünkü işini iyi yapan bir sokak satıcısının Kalküta’da bir lokantaya göre ayakta kalma şansı daha yüksektir.
Yeri değiştirin. Satın alma gücünü, dışarıda yemek yeme alışkanlığını hesaba katın. Kalküta denkleminin New York karşılığı olarak, kişi başı 20-40 dolar arası restoranlara ulaşırsınız. 11 lokantalık zinciriyle, hepsinde bir fiyat/kalite dengesi yakalayan McNally’ye. Ya da bir parkın içindeki diğer kral Danny Meyer’e.
Bu aralar yemeğin sosyolojisinden çok bahsedildiğini duyuyorum. Böyle bir kavram var bilimde. Küçümsenmiş ama son 20 yıldır ağırlığını gittikçe hissettiren bir alan.
New York’un Michelin yıldızlı lokantalarından Daniel’e gidip şefi Daniel Boulud ile tanıştığımda “Nasıl olur da Daniel’e gelmek için bunca zaman beklersin” diye bir soru sormuştu bana. Ben de “Kişi başı en az 200 dolar buraya vereceğime, 5 farklı restoran görmek daha cazip geliyor” demiştim. Sonra Boulud ile bu seçimler üzerine konuşmuştuk.
O bana, müşteri profilini anlatıp Daniel’e kimin neden geldiğini anlattı. Upper East’te oturup Daniel’i mahalle lokantası gibi gören zenginlerle, onları görmeye gelen sosyal röntgencileri... Ben de ona, neden tek bir Daniel deneyimi yerine West Village’da daha önce hiç gitmediğim restoranlardan birkaçını keşfetmekten daha çok zevk aldığımı... Anlaşamadık. Ama o gün yaptığı kısa yemek sosyolojisinden çok yararlandım.
McDonaldizasyon
Tanıdığınız varsa dikkat etmişsinizdir. Özellikle medya, reklamcılık gibi yaratıcılık isteyen, networklerin önemli sayıldığı alanlarda, 25-35 yaş arası gençlerin çoğunda yemek tercihleri her geçen gün önem kazanıyor. Küçümsemek için söylemiyorum, bir statü göstergesine dönüşüyor.
Yaş aralığı vermemin sebebi, bu dönem kazançlar çok değil. Ancak ona rağmen; kredi kartı, aile desteği, kimse geri kalmamaya çalışıyor.
Devamlılığı yok... O gidilen yerlerin bir müdavimi olmuyorsunuz. Oradaki topluluğun arasına alınmıyorsunuz. Ama her seferinde, girerken yüklü bir ayakbastı ödemek zorunda olduğunuz bir kulüp gibi de olsa, orada bulunmak istiyorsunuz.
McDonaldizasyon diye bir kavram çıktı bundan birkaç yıl önce. Hızlı ve ucuz hamburger, modern toplum için “hiper-rasyonel” bir seçim olduğu için yemek kültürünü McDonald’s domine ediyor, diyorlar. Ancak kavramın mucidi, sonra McDonalds’tan Starbucks’a geçişi incelerken arada bir unsuru fazla göz ardı etti: Sınıf atlama dürtüsü! O kulübe alınmaya çalışanın motivasyonunu...
İşin ufak bir kesimi yakalayan gusto kısmını bir yana koyuyorum. Siz şair Allen Ginsberg’in dediği, “Kafe, yeryüzünde en entegre olmuş yerdir” lafına bakmayın. Sınıfsal farklılıklar hiçbir zaman hiçbir yerde kalkmaz. Yemek ve diyet meselesi ise bu işin tam göbeğindedir.
McNally bile müşterilerini fişliyor. 15 kişilik bir AAA listesi var. Sonra AA’lar geliyor. Sonra A’lar...
EN ÇOK SIRA OLAN
Peki Kalküta ne olacak?.. Kalküta’da ne yenir diyorsanız...
Kanat Atkaya’nın kulakları çınlasın... Bir keresinde İstanbul’un en pis, en güzel sokak satıcıları nerede diye aramızda tartışırken ikimiz de listelerimizi söyledik. Sonra kriterlerimizi anlattık. Ben o gün söylediğimi New York’ta da uyguladım. Arada 6. Cadde ve 50. Sokak’ın köşesinde duran satıcılardan et aldığım zaman, arabası en eski görünen hangisiyse ona giderim. Hatta mümkünse lastiklerinden biri inik olsun. Eti doğrayanın üstü temiz olmasın. Izgara yeni gözükmesin.
Kalküta tezine göre ise insanlar önünde en çok sıra olan hangisiyse ona gidiyor.
Kalküta’da lokantalar sokak satıcıları karşısında neden dayanamıyor merak ediyorsanız da... Çünkü insanlar bir süre sonra prestij kısmından sıkılıp iyi yemek bulmak için kendilerini sokağa atıyor. Yeni bir lokantanın açılıp kapanması bu yüzden çok hızlı olurken, sokak lambasının altındaki tezgâh ise yıllarca aynı yerde kalıyor.
Borat’a nükleer makyaj
Bu da sokak satıcılarınınki gibi bir tür gerilla yöntemi.
Washington’daki nükleer zirve sırasında kentin her yerinde Kazakistan ilanları vardı. Kazakistan nükleer silahlarını devrettiği için reklam yapmışlar. Tepede Nursultan Nazarbayev’in resmi... Altında da kısa bir metin. Kazakistan dünya barışına katkı sağladı diyorlar.
Sadece billboardlar değil. Gazete ilanları da gördüm.
4 yıl önce dünyanın Borat’la tanıdığı ülkenin kurumsal iletişim atağı...
Kadını kazanan yarışı kazanır
Bu da bir kurumsal iletişim işi ama Kazakistan’ınki gibi işgüzârca değil.
İlanı New York Times şirketi vermiş. Kendi gazetesine tam sayfa. Hafta içi New York Times okuyan 809.284 kadın varken Wall Street Journal okuyan sadece 290.612 kadın var, diyorlar. Sonra da Times’ın Journal’a göre ne kadar etkili olduğunu anlatıyorlar.
Kavganın sebebi, Journal’ın New York’ta yerel ekler çıkartıp, yerel ilan pazarına girme isteği. Potansiyel gördüklerinden bu ilanları ek yayıncılığı yaparak çekebileceklerini düşünüyorlar. Bunun için de önce kadın okuyucuları kazanmaya çalışıyorlar.
Yıllarca maço gazetesi yaptıktan sonra şimdi kendilerini feminize ediyorlar.
Bu tartışmadan birçok sonuç çıkarabilirsiniz. Ek yayıncılığının önemi, potansiyel ilan mecraları, gazetecilikte yeni içerik vesaire... Ama hikâyenin özünde yatan aslında şu: Kadını kazanan yarışı kazanır.
Ağzından çıkanı kulağın duysun
Artık biraz sakinleş.
Önce adını söyle. Kimsin, necisin kendini tanıt... Sonra ne istiyorsan tane tane anlat. Müstear isim yok!.. Bak gazeteler de yorumcuları arasında takma isimli kimse istemiyor şimdi!..
Konuşurken kendini tut. Ağzından çıkanı kulağın duysun. Ölçüp biçip öyle laf et.
Obama’nın seçildikten sonra Beyaz Saray’a personel alırken dağıttığı ankette fark ettim ben de... 63 soru sormuşlar... Bir tanesi, “İnternette kullandığınız bütün takma isimleri açıklayın.” Öteki de “Şimdiye kadar yazdığınız e-postalarda Başkan’ı utandıracak bir yorum oldu mu, belirtin.” Facebook girişlerini bile soruyorlar.
Hadi bu devlet işi diyelim. “Vetting” diyorlar... Geçmiş taraması normal. Ama bu sanal aktivizm meselesini öyle bir hale getirdin ki, yakında işe eleman alan şirketler de internet nick’lerini sormaya başlarsa şaşırma.
O yüzden dedim ya, artık biraz durul. Kaç yıl oldu. Şu internete alış.
Küfür etme. Kendine başka kimlikler çıkartmaktan vazgeç. Yalan söyleme. Derdin neyse, yüz yüzeymişsin gibi konuş.
Ama diyorsan ki, yok!.. Nasıl olsa insan taklitlerinin toplamıdır. Sen bilirsin.
Amerikan Kongre Kütüphanesi Twitter’la bir anlaşma imzaladı hafta içi. Her gün yazdığın 55 milyon mesajı, şimdi anında arşivleyecekler. Web arşivleri, ellerindeki 21 milyonluk kitap arşivini çoktan geçmişti zaten. Şimdi Twitter da girince insanlığın sanal hafızasını yaratacaklar.
O yüzden benden söylemesi... Sakın kim bilecek diye düşünme!.. Hepsi saklanıyor.
Bir gün bir şey olur. Çıkartıp önüne koyarlar. Bunları bunları demişsin, ne diyorsun derler...
Yazının Devamını Oku