İlk önce eksantrikler girdi. Dengesiz, saldırgan, utangaç olmayanlar... Sonra sevişgenler... Sonra düşmüş ünlüler... Sonra aylak ama dengeliler derken...
İş nispeten makul olanlara kadar vardı. Mockumentary (parodik belgesel) gibiydi daha önce reality şovlar. Genele dair fikir vermeyen marjinal işler. Ama bugün o kadar çoğaldılar ve herkesi oyunun içine çekmeyi o kadar iyi becerdiler ki, toplumsal bir laboratuvara dönüştüler. Desperate Housewives dizisinden çıkan “Gerçek Ev Kadınları” şovu bu konuda en iyi örnek. Proje, 4 yıl önce California Orange’da yaşayan ev kadınlarının hayatlarıyla başlamıştı. Sonra New York, Atlanta, New Jersey her tarafa yayıldı... Şimdi de Beverly Hills ve Washington DC’ye geliyor... Tamam, aralarında sürreel konuşmalar geçiyor bazen. Sen benim arkadaşım değilsin, diyor mesela biri ötekine. Öbürü de, “A ben arkadaş olduğumuzu zannediyordum” deyip üzülüyor. Bunun üzerine, tersleyen, kocandan ayrıldığında sana bir hediye sepeti yollamıştım ama, diye karşısındakinin gönlünü alınca, birden barışıp birbirlerine sarılıyorlar. Ya da Atlanta’daki kadınların zengin kocalarının paralarını nasıl acımasızca harcadıklarını izliyorsunuz. Galeriye giriyor, şu cipi istiyorum diyor ve çıkıyor. Bunların hepsi bana da önceki reality şovlar gibi gelmişti... Kamera görünce oynayan, sıradan insan taklitçileri... Ama her yeni çıkan Real Housewives serisinin aslında çekildiği kente göre nasıl karakteristik olduğunu gördüğümde, hikâyenin oyunculuk eşiğini çoktan aştığını fark ettim. Galeri meselesinde de, düşününce gerçek hayatın aslında tam da böyle bir şey olduğunu hatırladım. Bu durumun şovların çoğalması dışında çok temel bir sebebi var. Çünkü televizyoncular sonunda Manhattan’ın dışına çıkmayı akıl ettiler. New York’un Amerika olmadığını, herhangi bir Amerikan kasabasına gittiğinizde anlarsınız. Ne o iyi eğitimli, bakımlı, zayıf, kendini beğenmiş insanları genel Amerikalı profiline uyar... Ne de kent yaşantısının başka yerde bir benzerini bulabilirsiniz. Amerika’yı en az yansıtan yerdir aslında New York. İşte bu reality şovların tutması, bu gerçeğin de yeniden tescili gibi oldu. Reklamcılar, New Jersey’deki reality şovlara milyonlarca dolar para döküyor şimdi. New Jersey de bu yüzden her geçen gün daha çok bir film setine dönüyor. Sadece ev kadınları değil, gençler, esnaf, herkes televizyonda. Niye diye sormuşlar... Niye suyun öteki tarafındaki New York’tan buraya geliyorsunuz?.. Çünkü Amerika’yı asıl burası temsil ediyor demişler. Mal satacak. Sırf hava olsun diye niye bir New York şovuna milyonlarca dolar döksün ki...
NEW JERSEY DEVRİMİ
Televizyon eğer popüler kültürün en baskın unsuruysa... İleriye dönük en keskin sosyolojik ipuçlarını veren yerse... Reality şov tercihlerine bakıp halkın televizyonu iyice ele geçirdiğini söyleyebilirsiniz. Bitmeyecek bir tartışmadır. Televizyon halkın istediğini mi verir, yoksa verdiği şeyi halka empoze mi eder meselesi. 80’lerde Robin Leach’in sunduğu “Zengin ve Ünlülerin Yaşamları” programını izleyen o halk, şimdi magazin programlarıyla aynı sınıf röntgenciliğini yine yapıyor. Ama bir yandan da New Jerseylilerle kendisinin meşhur oluşuna tanıklık ediyor. Politikada Anadolu devrimi, varoş devrimi diyorlar ya. Bu da onun gibi. New Jersey devrimi...
Lost izleyicisine saygı
Sadece ilk sezonunu izleyip bırakanlardanım ben. O kadar iyi başladı, aksiyon, kurgu, senaryo o kadar güçlüydü ki, uzatıp saçmalamalarından korktum çünkü. 6 sezon sürdü. Reytingleri ilk bölümlerine göre 3’te 2 azaldı. Ama sonunda televizyon tarihinin en çok tartışılan finallerinden birini yarattı. Haklı çıktım mı, bilmiyorum. İzlemedim çünkü. Bu akşamki son bölümünü de muhtemelen izlemeyeceğim. Ama Lost, her halükârda, reality şovlar dışında son dönem yaşadığımız zamanı en iyi yakalayan televizyon projesi oldu. Bir online izleyici yarattılar. İşi diziden FRP’ye (fantastik rol yapma oyunu) çevirdiler. Üstüne yan yapımlar, ARG’ler (alternatif gerçeklik oyunu) oluşturdular. Ve finali de, o genç, kaliteli, meraklı kitleyle birlikte oluşturdular.
Romancı gazeteciler
Davos’taki one minute’ün moderatörü gazeteci David Ignatius’u hatırlarsınız. Washington Post yazarı. Bu ay Ignatius’un yeni bir kitabı çıktı. The Increment (Artış). İran’ın nükleer programı etrafında dönen bir casusluk romanı. Ondan önce Body of Lies (Yalanlar Üstüne) gibi filme de çekilmiş başka romanları da vardı. Geçen yıl mart ayında, Ignatius, New York Columbia Üniversitesi’ne “Edebiyat ve Terör” başlıklı bir konuşma yapmaya geldi. Davos’un da üzerinden daha bir ay geçmiş... Konferanstan sonra ayak üstü biraz konuştuk. Hem Davos’u sordum ben hem de bir gazetecinin roman yazarken aynı anda gazete makalesi de yazmayı nasıl başarabildiğini... Bir aşk romanı da yazmıyor çünkü. Gazeteciliğiyle iç içe, casusluk hikâyeleri yaratıyor her seferinde. Romana kendini fazla kaptırıp makalelerine kurgu bulaştırma riski olup olmadığını öğrenmek istedim!.. Ignatius, o gün “İki odam vardır benim” dedi. “Gazeteye makale hazırladığım oda farklı, roman yazdığım oda farklı. Bir odadan ötekine geçerken her şeyi bir önceki odada bırakırım. Ve ikisini birbirine asla karıştırmam.” Romancı gazeteciler... Bazıları dürüst davranıyor, bu roman deyip öyle basıyor. Bazıları da her şeyi tek bir odada, tek bir yazıda hallediyor. Gazete yazısında...
Rezilliğin sonu oluyormuş
Romancı gazeteciler demişken... Geçen hafta Baykal kasediyle ilgili “Türk devletinin teknik kapasitesinden utanıyorum” diye yazmıştım. Bütün sözlerimi geri alıyorum. Ulusal Kriminal Bürosu’nu görmeden konuşmuşum. Demek beterin beteri de varmış. Demek rezilliğin sonu olmuyormuş... Haksızlık etmişim, özür dilerim...