Mahalle lokantasındaki zenginler ve röntgenciler

Tutması için hiçbir sebep yok aslında. Makarnasını New York’taki herhangi bir İtalyan’da yersiniz. Şarapları bulunmaz değil. Dekorasyon eskimiş.

Tuvaletleri kötü. Peki madem öyle, niye içerisi tıklım tıklım! 2007’de burayı açarken New York’un iki restoran kralından biri dedikleri Keith McNally de söylemiş. “Morandi tutmayacak” demiş. Peki ona rağmen niye hep dolu? Açtığı yerler niye hep full?
Bir araştırma hatırlıyorum. Kalküta’da en iyi yemek nerede yenir, üzerine bir tez. Tezi yazan, bir takım karışık hesaplar yaptıktan sonra, özetle şu sonuca varıyordu: Kalküta’da en iyi yemek, sokak satıcılarında yenir. Çünkü işini iyi yapan bir sokak satıcısının Kalküta’da bir lokantaya göre ayakta kalma şansı daha yüksektir.
Yeri değiştirin. Satın alma gücünü, dışarıda yemek yeme alışkanlığını hesaba katın. Kalküta denkleminin New York karşılığı olarak, kişi başı 20-40 dolar arası restoranlara ulaşırsınız. 11 lokantalık zinciriyle, hepsinde bir fiyat/kalite dengesi yakalayan McNally’ye. Ya da bir parkın içindeki diğer kral Danny Meyer’e.
Bu aralar yemeğin sosyolojisinden çok bahsedildiğini duyuyorum. Böyle bir kavram var bilimde. Küçümsenmiş ama son 20 yıldır ağırlığını gittikçe hissettiren bir alan.
New York’un Michelin yıldızlı lokantalarından Daniel’e gidip şefi Daniel Boulud ile tanıştığımda “Nasıl olur da Daniel’e gelmek için bunca zaman beklersin” diye bir soru sormuştu bana. Ben de “Kişi başı en az 200 dolar buraya vereceğime, 5 farklı restoran görmek daha cazip geliyor” demiştim. Sonra Boulud ile bu seçimler üzerine konuşmuştuk.
O bana, müşteri profilini anlatıp Daniel’e kimin neden geldiğini anlattı. Upper East’te oturup Daniel’i mahalle lokantası gibi gören zenginlerle, onları görmeye gelen sosyal röntgencileri... Ben de ona, neden tek bir Daniel deneyimi yerine West Village’da daha önce hiç gitmediğim restoranlardan birkaçını keşfetmekten daha çok zevk aldığımı... Anlaşamadık. Ama o gün yaptığı kısa yemek sosyolojisinden çok yararlandım.

McDonaldizasyon

Tanıdığınız varsa dikkat etmişsinizdir. Özellikle medya, reklamcılık gibi yaratıcılık isteyen, networklerin önemli sayıldığı alanlarda, 25-35 yaş arası gençlerin çoğunda yemek tercihleri her geçen gün önem kazanıyor. Küçümsemek için söylemiyorum, bir statü göstergesine dönüşüyor.
Yaş aralığı vermemin sebebi, bu dönem kazançlar çok değil. Ancak ona rağmen; kredi kartı, aile desteği, kimse geri kalmamaya çalışıyor.
Devamlılığı yok... O gidilen yerlerin bir müdavimi olmuyorsunuz. Oradaki topluluğun arasına alınmıyorsunuz. Ama her seferinde, girerken yüklü bir ayakbastı ödemek zorunda olduğunuz bir kulüp gibi de olsa, orada bulunmak istiyorsunuz.
McDonaldizasyon diye bir kavram çıktı bundan birkaç yıl önce. Hızlı ve ucuz hamburger, modern toplum için “hiper-rasyonel” bir seçim olduğu için yemek kültürünü McDonald’s domine ediyor, diyorlar. Ancak kavramın mucidi, sonra McDonalds’tan Starbucks’a geçişi incelerken arada bir unsuru fazla göz ardı etti: Sınıf atlama dürtüsü! O kulübe alınmaya çalışanın motivasyonunu...
İşin ufak bir kesimi yakalayan gusto kısmını bir yana koyuyorum. Siz şair Allen Ginsberg’in dediği, “Kafe, yeryüzünde en entegre olmuş yerdir” lafına bakmayın. Sınıfsal farklılıklar hiçbir zaman hiçbir yerde kalkmaz. Yemek ve diyet meselesi ise bu işin tam göbeğindedir.
McNally bile müşterilerini fişliyor. 15 kişilik bir AAA listesi var. Sonra AA’lar geliyor. Sonra A’lar...

EN ÇOK SIRA OLAN

Peki Kalküta ne olacak?.. Kalküta’da ne yenir diyorsanız...
Kanat Atkaya’nın kulakları çınlasın... Bir keresinde İstanbul’un en pis, en güzel sokak satıcıları nerede diye aramızda tartışırken ikimiz de listelerimizi söyledik. Sonra kriterlerimizi anlattık. Ben o gün söylediğimi New York’ta da uyguladım. Arada 6. Cadde ve 50. Sokak’ın köşesinde duran satıcılardan et aldığım zaman, arabası en eski görünen hangisiyse ona giderim. Hatta mümkünse lastiklerinden biri inik olsun. Eti doğrayanın üstü temiz olmasın. Izgara yeni gözükmesin.
Kalküta tezine göre ise insanlar önünde en çok sıra olan hangisiyse ona gidiyor.
Kalküta’da lokantalar sokak satıcıları karşısında neden dayanamıyor merak ediyorsanız da... Çünkü insanlar bir süre sonra prestij kısmından sıkılıp iyi yemek bulmak için kendilerini sokağa atıyor. Yeni bir lokantanın açılıp kapanması bu yüzden çok hızlı olurken, sokak lambasının altındaki tezgâh ise yıllarca aynı yerde kalıyor.

Borat’a nükleer makyaj

Bu da sokak satıcılarınınki gibi bir tür gerilla yöntemi.
Washington’daki nükleer zirve sırasında kentin her yerinde Kazakistan ilanları vardı. Kazakistan nükleer silahlarını devrettiği için reklam yapmışlar. Tepede Nursultan Nazarbayev’in resmi... Altında da kısa bir metin. Kazakistan dünya barışına katkı sağladı diyorlar.
Sadece billboardlar değil. Gazete ilanları da gördüm.
4 yıl önce dünyanın Borat’la tanıdığı ülkenin kurumsal iletişim atağı...

Kadını kazanan yarışı kazanır

Bu da bir kurumsal iletişim işi ama Kazakistan’ınki gibi işgüzârca değil.
İlanı New York Times şirketi vermiş. Kendi gazetesine tam sayfa. Hafta içi New York Times okuyan 809.284 kadın varken Wall Street Journal okuyan sadece 290.612 kadın var, diyorlar. Sonra da Times’ın Journal’a göre ne kadar etkili olduğunu anlatıyorlar.
Kavganın sebebi, Journal’ın New York’ta yerel ekler çıkartıp, yerel ilan pazarına girme isteği. Potansiyel gördüklerinden bu ilanları ek yayıncılığı yaparak çekebileceklerini düşünüyorlar. Bunun için de önce kadın okuyucuları kazanmaya çalışıyorlar.
Yıllarca maço gazetesi yaptıktan sonra şimdi kendilerini feminize ediyorlar.
Bu tartışmadan birçok sonuç çıkarabilirsiniz. Ek yayıncılığının önemi, potansiyel ilan mecraları, gazetecilikte yeni içerik vesaire... Ama hikâyenin özünde yatan aslında şu: Kadını kazanan yarışı kazanır.

Ağzından çıkanı kulağın duysun

Artık biraz sakinleş.
Önce adını söyle. Kimsin, necisin kendini tanıt... Sonra ne istiyorsan tane tane anlat. Müstear isim yok!.. Bak gazeteler de yorumcuları arasında takma isimli kimse istemiyor şimdi!..
Konuşurken kendini tut. Ağzından çıkanı kulağın duysun. Ölçüp biçip öyle laf et.
Obama’nın seçildikten sonra Beyaz Saray’a personel alırken dağıttığı ankette fark ettim ben de... 63 soru sormuşlar... Bir tanesi, “İnternette kullandığınız bütün takma isimleri açıklayın.” Öteki de “Şimdiye kadar yazdığınız e-postalarda Başkan’ı utandıracak bir yorum oldu mu, belirtin.” Facebook girişlerini bile soruyorlar.
Hadi bu devlet işi diyelim. “Vetting” diyorlar... Geçmiş taraması normal. Ama bu sanal aktivizm meselesini öyle bir hale getirdin ki, yakında işe eleman alan şirketler de internet nick’lerini sormaya başlarsa şaşırma.
O yüzden dedim ya, artık biraz durul. Kaç yıl oldu. Şu internete alış.
Küfür etme. Kendine başka kimlikler çıkartmaktan vazgeç. Yalan söyleme. Derdin neyse, yüz yüzeymişsin gibi konuş.
Ama diyorsan ki, yok!.. Nasıl olsa insan taklitlerinin toplamıdır. Sen bilirsin.
Amerikan Kongre Kütüphanesi Twitter’la bir anlaşma imzaladı hafta içi. Her gün yazdığın 55 milyon mesajı, şimdi anında arşivleyecekler. Web arşivleri, ellerindeki 21 milyonluk kitap arşivini çoktan geçmişti zaten. Şimdi Twitter da girince insanlığın sanal hafızasını yaratacaklar.
O yüzden benden söylemesi... Sakın kim bilecek diye düşünme!.. Hepsi saklanıyor.
Bir gün bir şey olur. Çıkartıp önüne koyarlar. Bunları bunları demişsin, ne diyorsun derler...
Yazarın Tüm Yazıları