Tolga Tanış

Amerika SINIF ile barışıyor

10 Ekim 2010
Kongre Binası’ndan çıktım. Maryland Caddesi’nde arabayla ilerliyorum. Bir kilometre sonra yol kavşak oldu. Etraf toz toprak. İnşaat yapıyorlar. Sola döndüm. Bladensburg Yolu’na girdim.
Bakımsız binalar, tenha kaldırımlar... Yolun öteki tarafına geçmem lazım. Bir ara sokağa daldım. İçeriler daha kalabalık. Evlerin önünde öbek öbek siyahlar toplanmış.
Adres arıyorum. Ve ben etrafa bakarken onlar da bana bakıyorlar.
Bir polis, arabasını park etmiş, sokağın ortasında bekliyor. Biraz daha gittim. Buldum.
Park etmem lazım ama tenha bir yer de olsun istemiyorum. Ana yola yaklaştım. Bir tabela... “Buraya uyuşturucu almaya geldiyseniz gözaltına alınırsınız, aracınıza da el konulur.”
Arabadan indim. Anayola yürüdüm. Ve Capital City Diner’ı buldum.
Birkaç ay önce, Adalet Bakanlığı’nda çalışan, 20’lerinde bir memur açtı burayı. Para biriktiriyor. Ebay’den, New York’ta kullanılmış bir diner’ı 20 bin dolara satın alıyor. Ve Washington’ın en çok cinayet işlenen, uyuşturucu merkezi Trinidad bölgesinde boş bir arsa bulup... Yemek vagonunu ortasına konduruyor. Ocağın karşısına oturdum. Waffle ve kahve isteyip beklemeye başladım.
Amerika’da sınıf kavramından bahsetmek, ayaküstü bir konuşmada karşınızdakini rahatsız etmenin en kolay yoludur. Ne kadar gusto sahibi olduğunuzu anlatıyorsunuz. Ne kadar seyahat ettiğinizi, ünlü tanıdığınızı... Biri gelip yüzünüze orta sınıf olduğunuzu hatırlatıyor. Biraz bundan... Biraz da komünizmle savaş yıllarından kalma, “Bizim toplumumuzda sınıf yoktur” yalanından...
Mesela gidin sıradan bir Amerikan kasabasına... Kasabanın doktoruyla kasabanın temizlik işçisinin aynı seviyede olduğunu savunan bir sürü Amerikalı bulursunuz. Doktorun neden temizlik işçisiyle ailece görüşmediğinin bir önemi yoktur ama. Ne de olsa kâğıt üstünde eşitlerdir!..
Trinidad hikâyesini bu yüzden anlattım. İşte şimdi bu refleksi eziyorlar. Obama’nın seçim döneminde patlayan ‘Muslukçu Joe’ tartışmasından her gün büyüyen Çay Partisi hareketine, hikâyenin adını koyuyorlar... Tüm politik münazaralarda sınıf farklılıklarından bahsediyorlar. Biri, seks meselesine benzetti geçenlerde bu durumu. “Eskiden utanırdık. Sonra bir dönem geldi rahat rahat seksten bahsetmeye başladık. Şimdi sınıf kavramı ona benziyor” demiş.
Trinidad’da da sadece New York’tan gelmiş bir diner’da yemek yemedim ben o gün. Dibe demir atmış bir mahallede sınıf tırmanışına başlayan bir memurun ilk adımını da görmüş oldum. Gazeteler öyle yazdı...

Harvard’ı görmeden Harvard tişörtüyle gezenler

Belki bazen adı geç konuluyor ama toplumsal ilişkiler sonunda hak ettikleri öneme kavuşuyor.
1980’de Reagan’ın başkanlığa yürüdüğü yıl bir kitap çıkar Amerika’da. ‘Resmi Preppy El Kitabı’.
Preppy’nin Türkçe karşılığı yok. Bir tür pahalı kolej öğrenci sınıfını işaret ediyor: Kolejli olmanın üzerine biraz Mülkiyelinin aidiyet duygusunu, görgüsünü ekleyin... Biraz da Boğaziçilinin havasını...
Kitabın anlattığı hikâye, herhangi bir gazetede bulabileceğiniz türden basit life-style öneriler. Bir preppy tenis oynar... Üst üste üç Izod giyer... Mavi tişörtün üstüne boynundan pembe kazak sarkıtır vesaire...
Life-style’ın yavaş yavaş gazete sayfalarını ele geçirdiği dönem, sosyologlar dışında kimse kitabı sınıf perspektifine oturtmaz. Eğlencelik bir rehberdir sadece.
Hem gerçek preppy’ler hem de Harvard’ı hayatında hiç görmese de kasabasında Harvard tişörtüyle gezmeyi kendine yedirebilecek kadar gözünü karartmış sosyal tırmanıcılar, kitabı uçurur. Üst üste 40 baskı yapar. Yıllarca da en çok satanlar listesinden inmez.
Şimdi preppy rehberinin üstünden tam 30 yıl geçti. O dönemin preppy’leri torun torba sahibi. Ama kavramlar öyle değişti, ilişkiler öyle boyut atladı ki... Ebay’de eski baskıları 1000 dolara alıcı bulan kitabın yazarı Lisa Birnbach, geçen ay yeni bir preppy kitabı çıkardı. 30 yıl sonra, güncellenmiş haliyle...
İkisi arasında içerik açısından bir karşılaştırma yapamazsınız. Çünkü bu seferki preppy’lerin üniversite yıllarına yönelik bir kitap değil. Orta yaş halleri için yazılmış.
Sunuşu ise.. İşte orası geç kalmış bir itiraf!.. Birnbach, ilk kitapta hikâyeyi WASP’lar (beyaz, Anglosakson ve Protestan Amerikalılar) için yazdığını söylese de, o dönem işi hiçbir sınıfsal perspektife sokmaz. Ancak geçen ay Knopf Yayınevi’nden çıkardığı “Gerçek Prep” kitabında, işi baştan itibaren bir sınıf denklemine oturtur.
Trinidad’daki memurun hikâyesi gibi.

KİTAPTAN PREPPY ALINTILARI

1) Anne-baba ayrı. Baba, zaman zaman sizin arkadaşlarınızla flört ediyor.
2) Evde bir köpek var. Pahalı bir cins. Adı Henry.
3) 30 yıl önce evlat edinme bir tabuydu. Şimdi yaygın bir preppy davranışı.
4) Paranı başkaları yönetiyor. Çocuğunun bütçesi hep kısıtlı.
5) Üniversitede ilk yıl saçlar açık, ikinci yıl at kuyruğu, son sene topuz. Erkeklerde ense natürel.
6) Dikkat et, üstündeki hiçbir şey yeni görünmemeli.
7) Logoloji bileceksin. Lacoste’un timsahı 2.8 cm. Fred Perry’nin eni 0.875 inç. Ralph Lauren’in boyu 1.25 inç. Kimse sana bunların sahtelerini satamamalı.
8) Aile fotoğraflarını üstüne koymak için bir piyano alabilirsin.
9) Asla spor yapmazsın. Ama bazen sarhoşken televizyonda seyredebilirsin.
10) Eğer anlatacak bir hikâyen, başarın yoksa da mezuniyet günlerine asla gitmezsin.

Sosyal tırmanıcılar itiraf edin

Lisa Birnbach, gerçek preppy’ler için kitapta bir okuma listesi de veriyor. Ancak işin ilginç yanı, önerdiklerinden birinin Paul Fussell’ın “Sınıf” kitabının olması. Şöyle: İlk preppy denemesi 1980’de çıkıyor. 1983’te de Fussell ‘Sınıf’ı yazıyor ve Birnbach’ı yerden yere vuruyor. Ne life-style’ı, sonunda siz sınıf farkını kabul ettiniz diye...
Trinidad’da arabayı altına park ettiğim levhayı ele alın. Polisin uyuşturucu uyarısı... Birnbach’a göre bu not, o bölgenin polis tarafından çok iyi gözetlendiği anlamına gelir. Ama Fussell’a göre, oraya giden herkesin uyuşturucu bulabileceği itirafıdır.
Fussell kitapta bir sınıf tarifi yapıyor, siz okurken kendinizi rahatsız hissediyorsunuz. Karısı şişman bir marangoz, işçi sınıfının üst katmanıdır diyor örneğin. Ama karısı biraz daha şişmanlarsa işçi sınıfının ortasına doğru geriler. Çünkü rahatsız edici bir şimanlığa ulaşınca kendi sınıfından arkadaşlarını kaybeder.
İşte baştan aşağı provoke edici bir dille yazılmış kitabında, Fussell preppy’lere de kendi üslubuyla diyor ki, “Yavrucuğum, siz aslında herkes gibi yukarı sıçramaya çalışan sosyal tırmanıcılarsınız. Kendinize itiraf edemediğiniz şey, bir orta sınıf olduğunuz.”
Birnbach’a 30 yıl sonra en büyük düşmanını okuma listesine koymasını kim söyledi acaba? Knopf’taki editörleri mi?

New York’a gelecek olanlar

Fussell, kitabında sınıf kavramının ne demek olduğunu şöyle anlatıyor: En alttakiler için sınıf, ne kadar paran olduğuyla ilgilidir. Ortadakiler, para önemlidir ama eğitim ve ne iş yaptığın da en az para kadar önemlidir, der. En üsttekiler ise beğeni, stil ve davranışların sınıfı belirlediğine inanır.
Önümüz bayram. Bazılarınız New York’a gelecek. Nişantaşılılar 3 gün, Ataşehirliler 10 gün kalıp dönecek. Ve Fussell’ın turizm tarifiyle, birçoğunuz biriktirdiği paraları harcayacak ve bir süreliğine ait olmadığı bir sınıfın mensubu gibi davranacak.
Preppy’lerin tarifini verdim. Bir de Fussell’ın kitabında yaptığı sınıf testinden iki soru yazacağım şimdi. Testi yapın. Fussell’ın dediklerini düşünün. Ve nasıl bir New York tatili istediğinize karar verin...

KİM HANGİ SINIFTAN

SORU 1: Uçakta düzgün bir genç. Yelekli, koyu renk bir takım ve beyaz gömlek giymiş. Konuşurken şöyle sözcükler sarf ediyor: “Arayüz, fon, diyalog, life-style.”
SORU 2: Uçakta düzgün bir genç. Yelekli, koyu renk bir takım ve beyaz gömlek giymiş. Konuşurken şöyle sözcükler sarf ediyor: “Patina (eskimiş sanat eserlerinde üst katman), quattrocento (15. yüzyıl erken Rönesans sanatı), V and A (Victoria and Albert Müzesi, Londra).
CEVAP 1: Orta sınıf, hatta üst işçi sınıfından. Aşırı büyümüş bir şirketin konferansa giden beyaz yakalısı. Dışarıya üst-orta sınıf algısı yaydığını zannediyor ama yanılıyor. İleride bir gün şirkette yükseleceğini düşünüyor ama maalesef orada da yanılıyor.
CEVAP 2: Ya orta-üst sınıf ya da üst sınıftan. Miras para kalmış ama zaman zaman çalışmayı da seviyor. Müze küratörlüğü ya da klasik eserlerle ilgileneceği hafif bir galeri işi gibi...
Yazının Devamını Oku

California’nın tezat kadınları

3 Ekim 2010
İki kadın portresi anlatacağım bu hafta. California’da yaşayan... Dünyanın en büyük şirketlerinde CEO’luk yapmış... Şimdi politikaya girmiş... Önümüzdeki ay yapılacak seçimlere hazırlanan iki Amerikalı kadın. Meg Whitman ve Carly Fiorina Meg Whitman (54), California valiliği için yarışıyor; Carly Fiorina (56), California senatörlüğü için... Hayır, birbirlerine tezat değiller. Tam tersine çok benziyorlar. Ama ikisi de, kimisi boş önyargılara kimisi istatistiklere dayanan alışıldık kalıpların dışındalar.
Bu işlerde kadın olmak mı zor?.. Yoksa kadın olup da onlar gibi mi olmak bilemedim. Sırayla gidelim göreceksiniz.

California’dan seçilmek istiyorlar. Californialı değiller. Fiorina Teksas, Whitman New Yorklu. Eyaletle tek bağları, teknoloji üssü Silikon Vadisi...

Erkekler, kadınlara göre teknolojiye hâlâ yüzde 50 daha çok para harcıyor. Silikon Vadisi şirketleri de hâlâ erkeklerin kontrolünde. Ama ikisi de teknoloji alanında çalıştı ve en tepeye kadar yükseldi.

Fiorina 1999’da HP’nin başına geçtiği zaman, o ana kadar bir Fortune 20 şirketinde kadın CEO hayal gibiydi. İlk olmayı başardı. Whitman da ondan bir yıl önce ebay’in başına geçtiğinde, ebay balon deniyordu. 2007 sonu bıraktığında 8 milyar dolar ciro vardı.

Amerika’da kadınlar Demokrat Parti’de çok daha güçlü. Kongre’de 90 kadın politikacıdan 69’u demokrat. Ama ikisi de Cumhuriyetçi Parti’de. İkisi de muhafazakâr...

Doğru dürüst kar yağmayan, sörfçülerin eyaletinde politika yapıyorlar. En büyük destekçileri Alaskalı Sarah Palin.

Kadın olabilirler. Ama erkeklerden daha kavgacılar. Fiorina Cumhuriyetçi Parti önseçiminde rakibi için bir video hazırlattı. Adam domuzların arasında şeytani koyun diye tasvir ediliyordu!..

Ayrıca kadın olabilirler. Ama kürtajı desteklemiyorlar. Fiorina tamamen karşı. Whitman sadece bazı durumlarda yapılabilir diyor.

Evcil, para pul işlerinden uzak kadınlar bekliyorsanız yanılırsınız. Whitman’ın konuşmasını dinleyin. Bütçe konusuna girince ellerini çıkartıyor. Parmaklarıyla konuşmasını maddeleyip, dakikalarca rakam anlatıyor. Procter&Gamble kökenli!.. Hepsi tornadan çıkmış gibi olur.

Erkek valiler fahişelerle yakalanıyor burada. Ama kadın politikacıların pek skandalı olmuyor. Olursa da seks skandalı değil. Whitman’ın evinde çalışanlardan birinin kaçak göçmen olduğu ortaya çıktı. “Bilmiyordum yalan makinesine gireceğim” diyor.

New York Times’ta Maureen Dowd yazdı bir kere. Hillary Clinton başkanlık için yarışıyorken, “Bu ülkede bir kadının başkan olması bir siyahın başkan olmasından daha zordur” dedi. Fiorina muhtemelen bir kısmını hak etti. Ama ikisi de görevdeyken haklı haksız çok eleştirildi. Portfolio geçen yıl bir liste yayınladı. Tüm zamanların en kötü 20 CEO’sundan biri dedi Fiorina’ya.

Ancak hepsine rağmen... Yani California gibi liberallerin kalesi olan bir yerde işe Cumhuriyetçi Parti’den girmiş... Bazen hakarete varan eleştiriler almış... Kimine göre iş dünyasında cinsel ayrımcılığa uğramış olmalarına rağmen... İkisi de bırakmadı. Çok sabırlılar!..

KADINLIK MI EGO MESELESİ Mİ

Biz eğlenceli ve korkusuz kadının amentüsüyüz. Fiorina ve Whitman’ı kastetmiyorlar belki ama Cosmopolitan dergisi öyle diyor.
Dergi, yeni bir reklam kampanyası başlattı hafta içi. Daha doğrusu, herkesin başrole kendini koyabildiği bir reklam filmi formatı.
Reklam, dergi için yapılan bir fotoğraf çekimini anlatıyor. Facebook’tan kendinizin ve beş arkadaşınızın fotoğraflarını seçiyorsunuz. İnteraktif hazırlanan filme yüklüyorsunuz. Ve kendinizi, arkadaşlarınızı bir Cosmopolitan çekiminin yıldızı olarak seyrediyorsunuz.
‘Korkusuz kadınlar’ demişler ama işin kadın olmayla ilgisi yok aslında. Esquire yapsa erkeklerden de aynı derecede ilgi görür böyle bir proje.
İki boyutu var...
Birincisi, sosyal medya dalgasından yararlanıyorlar. İnsanların Facebook ve Twitter üzerinden yaptıkları yayına girmeye çalışıyorlar.
İkincisi de, egonuza oynuyorlar.
Bir haber okudum geçen hafta. Bir papaz, bağış toplamak için Twitter’daki ünlülerle anlaşmış. Açık artırma yapıyor ve kampanyaya destek olmayı kabul eden ünlüler, en çok para verene Twitter’da promosyon uyguluyor. Şöyle... Mesela Twitter’da onu takip etmeye başlıyor. Ya da yazdığı mesajlardan bir tanesini kendi takipçilerine retweet etmeyi vaat ediyor.
E bunun için ne açık artırması yapıyorlar diyorsanız, söyleyeyim. Ebay’de bazı ünlülerin retweet teklifine 15 bin dolar para verenler var.
Şaşırdınız mı?.. Şaşırmayın!.. Bunun adı Twitter egosu... Cosmocuların da kaşıdığı yer...

Twitter egosu nedir

Her gün kaç takipçin oldu diye bakıyorsun. Yazdıklarını kaç kişi okuyor, önemli!..
Arkadaşlarının takipçi sayısını kolluyorsun. Seninkilerden çok mu, az mı?..
Ünlülerle tweetleşmek hoşuna gidiyor. Onlarla arkadaş olmuşsun gibi...
Ama ünlünün teki densizlik etti mi de, ağzının payını veriyorsun. Twitter değneksiz köy değil!..
Yazdığın bir tweet’in retweet edilmesi en kıymetlisi. Fikirlerin yayılıyor!..
Öğlen yemeğinde senin yazdığın bir tweet’in tartışılması ise en güzeli. Sanal kalmıyorsun!..

Hesaplaşma vakti

Bazıları hayatta hep büyük soruların peşinden gider. Tanrı var mı?.. Kainatın sırrı ne?.. Ölünce ne oluyor?.. Bunların dışındakiler lüzumsuz teferruattır çünkü.
Her insanın içinde bir kitap konusu vardır, denir ya. İşte önümüzdeki aydan itibaren büyük soruları sevenler, büyük olayları anlatacakları, içlerinde tuttukları kitapları bir bir çıkartmaya başlıyorlar. Önce eski başkan George W. Bush’un anıları geliyor. Sonra onun başkan yardımcısı Dick Cheney’nin. Sonra da dönemin savunma bakanı Donald Rumsfeld’in. Obama’nın iyice dibe vurduğu sırada, sözleşmiş gibi sırayla...
Bir tür hesaplaşma olacak. Hem dünyayla, hem de tarihle. 2 Kasım’daki seçimden sonra, söz, Irak Savaşı’nın çıkaranlarda...
Yazının Devamını Oku

Tophane’yi savunacakken Tophaneli’yle çatışan Gagosianlar

26 Eylül 2010
Çarpıklık şurada. Bu tür hikâyelerde birkaç tip kötü adam vardır. Ya ağzı sulanmış bir emlak yatırımcısıdır...

Ya hesap derdi olmayan bir Wall Street fırlamasıdır... Ya da lüks bir mağaza zinciridir. O yüzden Tophane’deki gentrification (bir mahallenin değerlenmesi sonucu oluşan sosyo-kültürel değişim) çatışmasında anlamadığım, sanatçıların o kavgada ne işi olduğu. Bütün gelişmiş şehirlerde gentrification’ın her zaman mağduru
olmuş... Mahalleliyle kötü adamlara karşı savaşmış sanatçıların İstanbul’da düştüğü bu durumun saçmalığı!..
Bu meselede bir öncü rolleri her zaman oluyor, kabul ediyorum. Gentrification sanatçı göçünden sonra başlıyor. New York, Berlin, Hamburg, Londra, Barcelona... Her yerde aynı. Ama şöyle bir farkla.
İPUCU SANATÇI
Örneğin Manhattan’da işin çığrından çıkmaya başladığı dönem... Ev fiyatları artınca bir grup sanatçı 70’lerde Williamsburg’e geçiyor. Brooklyn’de, Dominikli, Porto Rikolu, Satmar Yahudilerinin yaşadığı suç bölgesine. Polis Serpico’nun vurulduğu batakhaneye...
Bu sırada Manhattan abad olmaya devam ediyor. Ve sanatçı tayfası, 80’lerde SoHo’da da barınamaz hale geliyor. 90’larda East Village patlıyor. Ve çoğunun kaçıp sığındığı yer, sonunda ucuz Williamsburg oluyor.
BOHEM İSTİLASIBöyle böyle, eskinin suç bölgesi, vintage elbiselerle gezen bohem kadınlar ve saçı sakalı birbirine karışmış bohem erkeklerin istilasına uğruyor. Üç bin kişi oluyorlar. Ama çelişki şu ki, Manhattan’daki kapitalistler bu sefer Williamsburg’e dadanıyorlar. “SoHo’yu bitirdik, East Village’dan kovduk. Şimdi madem buraya geldiniz, bir bildiğiniz vardır” deyip burada çalışmaya başlıyorlar. Ve mağazalar, rezidanslar, restoranlar derken, kiralar Williamsburg’de de fırlıyor.

Yazının Devamını Oku

Boardwalk Empire zamanı

19 Eylül 2010
Yakasına kırmızı gül iliştirdiği beyaz yelek ve beyaz papyonlu bir frakla etrafı kodaman dolu masanın başına oturmuş, suratına kondurduğu pis gülümsemesiyle ayağa kalkıyor ve elindeki kadehi kaldırarak bağırıyor: “İki saatten daha az bir süre içinde, içki, Kongre’deki seçkin beyefendilerin kararıyla yasadışı ilan edilecek. Bu güzel, cahil piçlere içelim.”

Boardwalk Empire bir dönem filmi. HBO’nun, ilk bölümünü Martin Scorsese’ye çektirdiği, bu akşam başlayacak yeni dizisi. Yeni ‘Sopranos’ olacak dizinin büyüklüğünü anlamanız için söylüyorum. Sadece ilk bölüme harcadıkları para 18 milyon dolar!..

Amerika’daki içki yasağı, 1920’den 1933’e kadar sürüyor. Dizide de 20’ler ve ülkenin kumar merkezlerinden Atlantic City’de o dönem yaşanan kanunsuzluklar anlatılıyor. Başta anlattığım sahne, hikayenin kahramanı Nucky Thompson’a ait. Kentin boğazına kadar yolsuzluğa bulaşmış yarı gangster defterdarına...
İlginç bir durum var!.. Yasak sırasında neler yaşandı?.. Büyük Buhran öncesi Amerikalıların toplumsal yaşamı ne yönde dönüştü?.. Tüm bunlar, tarihçilere göre Amerika’nın en az didiklenen soruları...
ÇOCUK GANGSTERLER
Scorsese’nin bir röportajını izledim. Gangster takıntısı olduğu için, “Bu dizide ünlü gangsterleri hiç bilmediğiniz hallerde göreceksiniz” diyordu. Al Capone, Lucky Luciano, Arnold Rothstein... Her birinin gençlik yılları var dizide.
Zaten Amerika’nın en iyi gangster filmi yönetmeni. İçki yasağını anlatırken de eminim harikalar yaratacaktır. Ancak dizi bence bir de şu açıdan ilginç:
100 BİN SPEAKEASY

Yazının Devamını Oku

İsrail ajanlığından yargılanan ünlü lobiciye sordum, anlattı

12 Eylül 2010
Sayfadaki fotoğrafa bakıp aldanmayın!.. Kirli sakalı, kolsuz tişörtüyle bezgin bakan bu adamın adı Keith Weissman. Beş yıl öncesine kadar Amerika’nın en güçlü Yahudi örgütü AIPAC’in İran masasına bakıyordu. Ve Türkiye dendiğinde de herkes ona soruyordu. 2004’te İsrail casusluğuyla suçlandı. Bütün dünyanın gözü önünde, dört yıl sürdü yargılaması. Aklandı!.. Fakat bu sırada hayatı altüst oldu. Washington’da dost istiyorsan git kendine köpek al, derler. Şimdi 58 yaşında. İşsiz. Bir öğlen yemek yedik. “Konuşur musunuz” dedim. “Anlatırım” dedi. Ve evinde buluştuğumuzda... 28 Şubat öncesinde Yahudi örgütlerinin Türkiye’yle nasıl ilişki kurduğunu... Nerelere girip çıktığını... Kimlerin devrede olduğunu büyük oranda söyledi. Anlattıklarını iki yönlü okuyun. İlki o dönem yaşananları öğrenmek için... İkincisi Amerika’daki Yahudi lobisini tanımak için... Köpek mi? Üç tane almış.

İki dönüm noktası

Burayı hızlı geçeceğim. İki kritik olay var. 1991 Sovyet ülkelerinin bağımsızlığı... 1992 Arap-İsrail barışı... İsrail ve Türkiye ilişkileri uzun süredir kötüyken Oslo barış süreciyle düzeliyor. Ve 90’ların ortasında, İsrail’den Washington’daki Yahudi lobisine Türkiye ile yakınlaşın deklaresi geliyor. İlk temas Washington’da kuruluyor. Türk Elçiliği üzerinden. Sonra İsrail yeni bir direktif yolluyor. Türkiye’ye ABD Kongresi’nde yardım edin diyor... “Nereden çıktı bu yardım işi” diye sordum. Weissman, “Ermeni Soykırımı iddiaları için Türkiye, İsrail’den yardım istemiş. Onlar da bize söylediler” dedi. İlişkiler iyice ısınıyor. Ve sonra devreye Sovyetlerin çözülmesiyle oluşan yeni Orta Asya cumhuriyetleri meselesi giriyor. Çünkü Amerikan Yahudileri, bu devletleri İsrail’in düşmanı İran’a karşı Türkiye’nin periferisine sokmaya çalışıyor. Nasıl mı?.. Enerji anlaşmalarıyla...

Düşmanım değil sen kazan

Yahudi lobisinin en belirgin özelliği, pragmatik olması. “Karar verdik” dedi, “ABD, İran’ın canını acıtmak için Hazar petrollerinin Türkiye üzerinden ihraç edilmesini desteklemeli.” O dönem petrol şirketleri ucuz olacak diye İran’ı istiyor. Ancak Washington’daki Yahudiler var güçleriyle kulise başlıyorlar. Bakü-Ceyhan hattı işini ortaya atıyorlar. 1995’te AIPAC’in İran masasına geçiyor Weissman. 1996’da da bu iş için Türkiye’ye gidip gelmeye başlıyor. Boru hattı sizin fikriniz miydi, dedim. “Belki biz yaratmadık ama biz popüler hale getirdik” dedi.
İlk kime bahsettiniz?
- Başkan Yardımcısı Al Gore’un danışmanı Leon Fuerth’e. Kabul etti. Sonra Beyaz Saray’daki diğerleriyle konuştuk. Richard Morningstar, yardımcısı Matt Bryza...

Türkiye’de kimlerle konuşuyordunuz?
- Enerji Bakanlığı Müsteşarı Yurdakul Yiğitgüden’le. Bir de Necdet Pamir’le.

Ne tepki aldınız?
- Herkes çok sevdi. ABD de, İsrail de, Türkiye de...

Abdullah Gül ile o gün tanıştım

Enerji meselesi işin teknik kısmı. Ancak Yahudi lobisi teknik değil, politik bir örgütlenme. Bir süre sonra Weissman ve diğer Yahudi temsilciler, gide gele çat pat Türkçe öğrenmeye başlıyorlar. Demek istediğim, bir süre sonra iç politikaya da girmeye başlıyorlar. İran uzmanı Weissman, boru hattı konuşurken bir yandan da Türkiye’deki İslami hareketlerle temas geliştirmeye başlıyor.

İlk kiminle ilişki kurdunuz?..
- Murat Mercan’la tanıştım Amerika’da.

Nasıl?..
- Washington’dayken kendi tanışmak istedi. Sanırım Alan Makovsky üzerinden geldi talep.

Sonra?..
- Sonra benim için bir görüşme ayarladı. Refahyol Koalisyonu kurulduktan sonraydı. Aralıktı. Abdullah Gül ile ilk o zaman tanıştım. İslami bir bankada görüştük.

Ne dedi?..
- İsrail ile ilişkilerin kendileri için bir problem olmadığını söyledi. Demokratik olmayan ordunun altında baskı altında olduklarını da...

Çevik Bir bence bir deli

İlişkileri göründüğünden derin oluyor. Ve ne düşündüklerini asla belli etmiyorlar. 28 Şubat’ta İslami hareketlerle görüşüyorlar. Ama asıl kanalı asker üzerinden yürütüyorlar. Daha doğrusu Çevik Bir üzerinden!.. “Çevik Bir’in mesajı bölünmüş bir dünyaydı. Kötü adamlar, katı Müslüman olanlardı. Genelkurmay’da brifinglere gittiğimde, bunlara çok önem verirdi” dedi. Meşhur brifingler... Kim kurdu bu ilişkiyi diye sordum. Pentagon’dan Harold Rhode, dedi.

Peki Çevik Bir’in mesajını onaylar mıydınız?..
- Ben bir deli olduğunu düşünüyordum.

Ya diğerleri?..
- Amerikalı muhafazakârlar ve bazı İsrailliler etkilenirdi. Bence daha az sofistike olanlar...

Ama siz de brifinglere gidiyordunuz.
- Olabilir. Çevik Bir candan biriydi. İngilizcesi iyiydi.

Neydi sizin pozisyonunuz?
- Türkiye ve İsrail, Ortadoğu’nun iki demokratik ülkesi diyorduk. Ama Türkiye’de ordu hükümeti değiştirebiliyordu. Bu çelişki beni hep rahatsız etti.

Bunu söyler miydiniz?
- Ben rahat konuşamazdım. Çünkü diğer Yahudi örgütleri üzerinde etkim vardı.

Refah bizden yardım istedi

Güç simsarlığını seviyorlar. Sadece Washington’da değil, Ankara’da da... 28 Şubat’ta asker ve siyasetçi arasında denge oyunu oynuyorlar. “Postmodern darbe oldu. Refah Partililer bizden görüşme talep etti” dedi.

Ne istediler?
- Askere biraz geri çekilin dememizi... Çalışma özgürlüğü istiyorlardı. Tamam ama sizin de İslami basına o saçma anti-semitik yazıları yazmamasını söylemeniz gerek, dedik.

Sonuç çıktı mı?
- Bir toplantı New York’ta Türk Konsolosluğu’nda oldu. Nazlı Ilıcak da vardı. Sonra kimse bir şey yapmadı bizden. Çünkü argümanları ikna edici değildi.

AKP Arap, Gülen Türk

Kategorize ediyorlar. Weissman Refah Partililerle Murat Mercan üzerinden görüşüyor. Gülencilerle ise her zaman ayrı buluşuyor. Niye diye sordum. “İki kesim hiç yakın olmadı. Gülen Hareketi’nin de Refah Partisi ile beraber görülmek istemediğini düşünüyordum” dedi. Mavi Marmara eylemini doğru bulmadığını söylediğinden beri Fethullah Gülen Amerikan Yahudilerinin kahramanı. Kimse toz kondurmuyor. Weissman bu durumdan ne kadar etkilendi bilmiyorum ama söylediği şu oldu: “O dönem Türkiye’de İslamcı unsurlar arasında iyi ilişkimiz olan yer Zaman Gazetesi idi. Benim görüşüm, Müslüman Kardeşliği’ne yakın AKP ya da Refah gibi İslami hareketlerle karşılaştırırsanız, Gülen Hareketi daha sufi. AKP, Arap dünyasından ithal. Gülen Hareketi, Türk kökenli.”

SONUÇ

Temelde İsrail’in menfaatlerine göre hareket eden... Organize... Washington’da çok güçlü bir politik etkiye sahip... Uluslararası düzeyde rol alan... ABD dış politikasına yön verebilen... Güçlü bir lobi Amerikan Yahudileri. Bir zamanlar destekledikleri
Türkiye’ye kızıp Başkan Obama’ya baskı uygulayacak ve Türkiye’nin silah anlaşmalarını Kongre’ye göndermesini engelleyecek kadar güçlü. Bir de son bir gözlem: Sır tutmayı da çok iyi beceriyorlar. “Anılarınızı yazmayacak mısınız” dedim. “Öyle bir niyetim yok” dedi.
Yazının Devamını Oku

Bir promotörün hikâyesi

5 Eylül 2010
Washington’ın gece hayatını yazacaktım. 300 bin memurun yaşadığı kent nasıl eğleniri... Meğer işin öncülerinden biri Türk’müş. Seyhan Duru’yu söylediler. Akşam saat 10’u geçmişti. Georgetown’daki Cafe Milano’dan başladık. Fazla kalmayacaktık güya ama tanıdıklar daha içeri girmeden dizildi. Önce Mısırlı bir işadamı... Sonra Arafat’ın yardımcılarından yaşlı bir Arap... Girişte yine bir Ortadoğulu... Etrafına sadece selam vermesi bile 15 dakika sürdü.
Oradan çıktık. Kentin ‘in’ bölgesi K Street ve 14. Sokak’a... Lima, Tattoo, Josephine... Gittiğimiz her kulübün önünde metrelerce kuyruk vardı. Ama her seferinde en öne geçiyor... Kapıdaki bodyguard’la kucaklaşıyor... Sonra önündeki kırmızı ipi kaldırıp içeri giriyordu.
Washington’ın gece hayatını yazacaktım. 300 bin memurun yaşadığı kent nasıl eğleniri... Sordum!.. Meğer işin öncülerinden biri Türk’müş. Seyhan Duru’yu söylediler. Öyle tanıştık.
Duru, 18 yıldır Washington’da yaşayan bir promotör. Promotör derken şu... Bir mekân sahibine gidiyorsunuz. “Senin yerini doldururum ama kapı giriş ücretini ben alırım” diyorsunuz. Ya da barın yüzde 15’i benim olur... Patron kabul ederse de, o gece için mekânın performansından siz sorumlu oluyorsunuz.
Sermaye gerektirmiyor. Riski yok. Vergisi, ruhsatı, formalitesi sıfır. Başarırsanız, dünyanın en tatlı parası. Başaramazsanız da kaybedeceğiniz hiçbir şey.
Seyhan Duru ile bir gece boyunca 10’a yakın kulüp dolaştık. Bu sırada hem hikâyesini dinledim hem de DC’deki eğlence yaşamıyla ilgili anlattıklarını... Duru’nun öyküsü üzerinden Washington’ın nasıl eğlendiğini de okuyacaksınız.
* Master’a geliyor Washington’a. 1992’de. Sonra DJ’liğe başlıyor. Kulüp yöneticiliğine geçiyor. En sonunda da promotör oluyor.
* Kent 90’larda yavaş. Suç oranı yüksek. Ama 2000’lerde belediye başkanı Anthony Williams’la birlikte iş değişiyor. Önce sokaklar temizleniyor. Güvenlik sorunu azalınca da her yerde yeni kulüpler açılmaya başlanıyor.
* Duru, bugün 30’a yakın kulübün olduğu kentte hemen hemen bütün mekânlarda çalışmış. Çünkü promotörlüğe ilk başlayanlardan. Sonra iş yayılıyor. Ve Washington geceleri, promotörlerin kontrolüne geçiyor. Artık nereyi isterlerse orayı popüler yapıyorlar.
* Bu işte çalışanların hepsi yabancı. Afgan, Pakistanlı, İranlı... Eğlenmeyi bildikleri için değil. Sermaye istemiyor, sadece koşturma gerektiriyor diye. Göçmen hırsı!..
* Kentin eğlence hayatını döndüren kesim, 100 bin üniversite öğrencisi. Creme de la creme zümre ise herkesin birbirini tanıdığı, herkesin birbiriyle çıktığı, 1000 kişilik Georgetown grubu.
* Washington’ın yüzde 60’ı siyah. Sadece siyahlara iş yapan lounge’lar var. Çok harcayan Arap mevhumu burada da geçerli. Parası olan yaşlılarsa kapalı partilerde.
* Kentte çok zengin var. Los Angeles ve New York’tan sonra film endüstrisinin en büyük olduğu üçüncü kent. O yüzden ünlüler de çok.
* Her promotörün kendi kitlesi var. Üniversiteli, siyah, Hintli vs... “Senin kitlen kim” dedim. “Benimki çok çeşitli. Capitol Hill’de oturan bohem de var, Potomac’teki senatör de” dedi.
* Akılda kalan, 24 saat açık bir telefon numarası... 12 bin kişilik özel bir e-mail listesi... Ve 2 bin 600 arkadaşlık bir Facebook hesabı var.
* Kimse bu bağlantıların yüzünden seni kullanmaya çalışmıyor mu, dedim. Dozunda isteyenlere yardımcı oluyorum, dedi. İnsanları borçlu bırakmak çıkarına da gelmiyor değil.
* İşi, etrafına kalabalık toplamak. O yüzden dikkat çekmek için ne gerekiyorsa yapıyor. Abartılı selamlaşmalar... Mercedes cip... Gittiği yerlerde bol para harcama... Önce kendinin promotörü...
* Yardım kuruluşlarına bağış, Amerika’da en büyük statü göstergesi. Yedi yardım derneğinde gönüllü çalışıyor. Katıldığı davetlerde de telefon rehberini genişletiyor.
* İki hayatı var. Gündüz grand tuvalet, işletmeciliğini yaptığı restoranda. Akşam, altında kot, sandalye tepelerinde. Çalışırken, yaşları tutmuyor diye Başkan Bush’un kızlarını dışarı attıracak kadar da katı.
* Şimdi 40 yaşında. Yavaş yavaş çekilme vakti. Senede yaptığı dört büyük parti dışında, promotörlüğü bırakacak. Onun yerine yıllar önce çalıştığı, Washington’ın efsane kulübü Cities’i tekrar açacak.
* Ortaklar almış yanına. Çevreleri için. Biri TV anchor’ı. Biri yapımcı. Biri avukat. Biri lobici. İsimlerini sordum. “Gizli!.. İsterlerse kendileri söylerler” dedi.
* Türkiye’de de yapacak mısın bu işi dedim; cevap: “Yapamam, ben artık buralıyım.”

Can Yücel ve Gazi Yaşargil

Aslında kısmen bilinen bir öykü ama birinci ağızdan anlatacağım...
1940’lı yıllar Ankara... O dönem Gazi Lisesi’nde hem birbirleriyle çok iyi anlaşan hem de sürekli rekabet eden iki arkadaş vardır. Gazi, fen derslerinde başarılıdır. Can da edebiyatta... Ve ikisi de, okulun en iyi öğrencileridir.
Derken bir gün okul biter. İki arkadaş mezun olur. Sonra ikisi de o dönem Milli Eğitim Bakanlığı’nın başlattığı yurtdışına öğrenci gönderme programına başvurur.
Rivayete göre, başvurular sonuçlanınca dönemin Milli Eğitim Bakanı, Gazi’yi çağırır. “Seni yollayacağız” der, “ama arkadaşına söyle o gidemez. Çünkü onu yollarsak, Bakan kendi oğluna iltimas geçti, derler.”
Gazi odadan çıkar. Can’a durumu anlatır. Can da o güne kadar biriktirdiği ne kadar para varsa hepsini Gazi’ye verir. “Senin daha çok ihtiyacın olacak” der.
Sonra aradan yıllar geçer. Şair olan Can evlenir. Çocukları olur. Ve çocuklarından Yeni Hasan, tıpkı babasının arkadaşı Gazi gibi doktor olmaya karar verir.
Gazi durumu öğrenir. Bunun üzerine, oğlanı kendisinin okutacağını söyler.
Yeni Hasan, Galatasaray Lisesi’ni bitirir. Önce Fransa’ya, ardından Kanada’ya gider. Ve Gazi’nin desteğiyle, dünyanın en iyi tıp okullarında okur.
Aradan yine yıllar geçer. Yeni Hasan, Kanada’ya yerleşir. İki oğlundan birinin adını Gazi koyar. Bu arada tıpkı Gazi gibi, kendi alanında çok yükseklere gelir. En sonunda da bir gün göz patolojisinde dünyanın en büyük ödülünü kazanır.
Ödülü alan Prof. Dr. Yeni Hasan Yücel’dir. Babası, şair Can Yücel. Dedesi, eski Milli Eğitim Bakanı Hasan Âli Yücel. Babasının arkadaşı ise dünyanın en ünlü beyin cerrahlarından Prof. Dr. Gazi Yaşargil.
Bu olayı, geçen hafta glokom hastalığı alanında yaptığı büyük bir keşifle Lewis Rudin Ödülü’nü kazanan Prof. Dr. Yücel’den dinledim. Kanada’daydı, telefonla konuştuk.
Size babanız mı anlattı bu öyküyü, dedim. “Ne babam bahsetti ne de Gazi Yaşargil’in bu konuyu açtığını gördüm. Ben başka yerlerden duydum. Tek bildiğim, benim bütün öğrenim masraflarımı Gazi Yaşargil’in karşıladığıydı” dedi.
Onur, dostluk ve vefa üzerine bir pazar hikâyesi...
Yazının Devamını Oku

Bütün öğretmenlere yeni bir öğretmen hareketi lazım

29 Ağustos 2010
Bağış yapıp okul inşa etmeyi demiyorum. Ya da öğrencilere burs vermeyi... Kolileyip kitap yollamayı... Bunlar da önemli ama benim bahsettiğim öğretmenlerle ilgili bir proje. Nasıl ders anlattıkları... Öğrenci başarısını nasıl etkiledikleriyle ilgili.

Bu hafta okullar açıldı Washington’da. Türkiye’de eğitim dendiğinde artık maalesef büyük oranda ya sınav hataları ya da ideolojik tartışmalar konuşuluyor. Ama yine de anlatacağım hikâye, bir gönüllünün, çöküşe sürüklenen bir sistemi nasıl tek başına sarsabildiğini gösteren iyi bir örnek. Belki fikir verebilir diye... Amerika’dan bir öğretmen projesi

-  Michelle Rhee. 38 yaşında. Güney Kore kökenli bir Amerikalı.
-  Önce Cornell’de sonra Harvard’da kamu yönetimi okudu. Okuldan sonra da fakir mahallelerde gönüllü öğretmenlik yaptı.
-  1997’de Yeni Öğretmen Projesi’ni (The New Teacher Project) kurdu. Bir sivil toplum örgütü. Hedefi de devlet okullarındaki öğrencilerin başarısını artırmak.
-  Öğrenciler için oluşturduğu bütün projeler öğretmen odaklı. Öğretmen kalitesi... Öğretmen eğitimi... Öğretmen performansı...
-  10 yılda, 37 bin öğretmene eğitim verdi. Böylece dolaylı yoldan 31 eyalette toplam
6 milyon öğrenciye ulaştı.

Yazının Devamını Oku

Yeni medyanın kralına bakıp yeni medyayı tanıyın

22 Ağustos 2010
Bir portre anlatacağım... Amerika’da yeni medyanın kralı, The Young Turks (TYT) internet sitesinin kurucusu Cenk Uygur’un (40) portresini. Anlatacaklarım, Amerika’ya sekiz yaşında gelip bugün dünyanın en büyük online haber programını hazırlayan bir şovmenin hayat hikâyesi olmayacak sadece. Anlattığı şeyleri, her ay 10 dolar veren 3 bin insana canlı izleten... Sitesine 35 bin aktif üye toplamış... Ayda 15 milyon ziyaretçiye ulaşmış... YouTube’da kurduğu kanalı da eklediğinizde 280 milyon kişiye kendini göstermeyi başarmış bir yeni medya kahramanının profili de olacak bu.

1) POPÜLER KÜLTÜRÜN HÂKİMİ Bugün bir anket yapsak. Kaliforniyalı sörfçülerden Alabamalı çiftçilere... Amerikalılara “Türk” dendiğinde ne anladıklarını sorsak... Türkiye’yi mi daha çok bilen çıkar yoksa Cenk Uygur’un Young Turks’ünü mü emin değilim!.. Uygur’un izlenme oranlarını söyledim. Bir de buna Amerikalıların genel kültüre ilgisizliğini ekleyin. Uygur önde çıkacaktır.
2) AGRESİF PROGRESİF Türk lafını nasıl bir içeriğe büründürüyor derseniz... Çoğu Amerikalının kafasında Türkiye’den (Turkey, aynı zamanda hindi) daha ‘cool’ bir çağrışım yarattığı kesin. Uygur’un temsil ettiği Young Turk (Genç Türk), çağdaş değerleri savunan, progresif (ilerici), aynı zamanda agresif bireyi temsil ediyor. Agresif, çünkü yerleşik düzeni sonuna kadar eleştiriyor.
3) PARTİLER ÜSTÜ Yaptığı iş, politik yorumculuk. Kurduğu web sitesinde her gün canlı yayınlanan... YouTube üzerinden de ulaşılabilen bir şov programı var. Dili mizahi. Liberal. Ama Cumhuriyetçi, Demokrat herkese sövüyor. Tek ölçüsü progresivizm. Reformist, partiler üstü bir duruş. Her ülkeye lazım bir siyaset felsefesi...
4) GELENEKSELİ REDDETMİYOR Yeni medyanın kralı olmasının sebebi... İnternetten çıktı. Ve şimdi kablolu kanallarda sürekli konuk olmaya başladı. Daha önce “Her başarılı blogger bir gün gelenekseli tadacaktır” demiştim. Bu tezin canlı örneği. Hafta içi, MSNBC’de Ed Schultz’un programında beş gün boyunca yorum yaptı. Kanalda kalıcı olmaya bir adım daha yaklaştı...
5) ALANINDA TEK Niye bu kadar popüler?.. Bunu yapan tek kişi mi, derseniz... Benzerleri var. Ama internetten çıkması ve her hikâyeyi ciddiye alıp konuşurken benimsediği alaycılığı düşünürseniz... Evet, tek!.. Comedy Central’da güncel olaylarla dalga geçen Jon Stewart ile MSBNC’de haber sunan Keith Olbermann arası bir yerde. Ne ilki kadar sulu ne ikincisi kadar ciddi... Belki biraz Bill Maher. Ama kesinlikle daha tiyatral.
6) FİKİRLERİ ESNEK Şimdi liberallere yakın olsa da eski bir Cumhuriyetçi aslında. “2003’te değiştim. Irak istilası, işkenceler, halkı gözetleme başlayınca Bush yönetimi aklını kaçırdı” dedi. Hiçbir fikre sonuna kadar bağlanmıyor. “Bir daha parti değiştirir misin” dedim örneğin. “Niye olmasın ki”, dedi. “Ben aileden şu partiliyim demek kadar büyük aptallık olur mu!..”
7) ARGÜMANLARI SOMUT Fikirler oynak ama bilgiler sağlam. Hafta içi MSNBC’de her gün Fox’a saldırdı. Fox’un bir haber kanalı değil bir propaganda silahı olduğunu düşünüyor çünkü... Ama bunu yaparken de her gün, Fox yorumcularının ettiği laflardaki maddi hataları gösterdi. Biri 11 Eylül Camii’ne karşı çıkarken Pearl Harbor’a Japon merkezi yapılabilir mi diyor örneğin... Meğer Pearl Harbor’da bir Japon merkezi varmış. Somut bilgisi yoksa da karışmıyor. O yüzden bir agnostik (Tanrı var mı yok mu bilinemez).
8) PLATFORMLARI KULLANIYOR Mesajını taşımak için internetteki bütün enstrümanları kullanıyor. Bunu da örgütlü hallediyor. ‘Türk’ ne demek bilmeyen binlerce Amerikalı, kendini ‘Young Turk Ordusu’na mensup’ diye tanıtıp Twitter’a, Facebook’a sitenin linklerini yapıştırıyor mesela.
9) NORMAL DEĞİL Bir yarı deli. Columbia Üniversitesi’nde hukuk okuyor. Amerika’nın en iyi işletme okulu Wharton’ı bitiriyor. Ama sonra altı haneli çekleri bırakıp hobi diye başlamışken radyocu oluyor. Geçen ay bir oğlu oldu. Adı Prometheus Maximus. Hadi sen delisin diyelim. Onun ne günahı var! Niye normal bir ismi yok? “Prometheus, Zeus’a karşı geldi. İnsanlığa ateşi ve medeniyeti verecek kadar cesurdu. Maximus da Roma İmparatoru Marcus Aurelius’un öğretmeni, bilge bir filozoftu. Cesur ve bilge olsun istedim” dedi.
10) İŞLETME BİLİYOR Yarı deliyse, işten anlamıyor zannetmeyin ama. Dedim ya Wharton’lı diye. Mehmet Öz’ün okulundan. Bugün dokuz kişilik bir ekibi yönetiyor. Ve Young Turks; radyo yayınları, internet reklamları, sponsorluk anlaşmaları derken her geçen gün büyüyor. Ayda 100 bin dolarlık bir bütçeye doğru...

Profesyonel sol

Bir kavram tartışması yaşanıyor Amerika’da. Beyaz Saray Sözcüsü, geçen hafta ‘profesyonel sol’ diye bir laf ortaya attı. Tarif ettiği ise New York’taki kablolu haber kanalı anchor’ları (MSNBC’ciler), gazeteciler (Huffington Post’ta yazanlar), yazarlar (New York Times kitap ekindekiler) ve akademisyenlerdi (çoğu New School’da)... Mealen dedi ki, Obama ağzıyla kuş tutsa kendini bu insanlara beğendiremez?
Gibbs’e göre, bu kesim Demokrat Parti’ye oy veriyor, ama Obama’ya bir türlü destek olmuyor. Çünkü hayatlarını solculuk ‘satarak’ kazanıyor. Suçlanan o solcular da diyor ki, “Benim seninle ne göbek bağım var!.. Başta sevdim, şimdi yetersiz görüyorum. Beni takip edenlere yalan mı söyleyeyim!..”
Uygur’la biraz bu kavramı da tartıştık. O, “Paradigma farklı, böyle bir laf edemez” diyor. Ben de, “Gibbs hakaret etmek istemiş ama tarif ettiği entelektüel tipi aslında ideal düşünürün tarifi” diyorum. “Obama’dan hayal kırıklığı yaşıyorum, bizi bu yüzden suçlayamaz” diyor. Ben de “Suçlasın, tam da bu yüzden ‘profesyonel sol’ aslında ‘dürüst aydın’ın eşanlamlısı” diyorum.
Anlaşamadık. Belki ben Türkiye’de körü körüne iktidar destekçiliği yapanları düşünüp Amerika’da yaşananları ütopik bulduğumdan... Belki de o, Gibbs’in açıklamasını doğrudan hakaret gördüğünden... Olmadı!..
Ama dediğim gibi, bence güzel bir laf. Liberal ama düşünceleriyle para kazandığı için angaje olamayacak kadar profesyonel. Profesyonel solcu.
Yazının Devamını Oku