Tolga Tanış

Washington bir köy

14 Şubat 2010
Geçen pazar bir randevum vardı. Cumadan beri yağan kar hafifler gibi olunca gidebilirim diye düşünüp çıktım. Asfalt altta kalmış, görünmüyor. Birkaç cip dışında da kimse yok. Otobüsleri kaldırmışlar. Metroya doğru yürüdüm. Karda lastiklerin sertleştirdiği kısımlara basarak, ağır ağır yarım saatte vardım.
Zaten topu topu beş hat var. Kırmızıdan geçeni beklemeye başladım. Bir yarım saat de orada geçti.
Tren geldi. Her durakta 10 dakika oyalanarak Downtown’da aktarma yapacağım yere vardı. Beklemeye başladım ki, gideceğim istasyonda trenin kaldırıldığını söylediler. 1.5 saat gidiş, 1.5 saat dönüş, harika bir pazar...
Pazartesiyi herkes evde geçirdi. Devlet tatil. Okullar, üniversiteler... Kimse dışarı çıkmıyor. Asfalt hâlâ görünmüyor.
Salı, güneş müdahale etti. Siz temizlemiyorsanız ben eriteyim diye... Bu arada radyolar bas bas bağırıyor. Öğleden sonra 13 santim daha yağacak.
Ondan önce birkaç iş halledebilirim belki deyip yine çıktım. Ancak kısa sürede, pazar günkü gaflete düştüğümü anladım...
Başa döndük. Otobüs çalışmıyor. Birkaç cip dışında da kimse yok. Durakta bekleşenlerle bir taksi buldum. Dolmuşa dönen arabayla gideceğim yere gittim.
Kentin merkezlerinden dedikleri Dupont Circle, İsviçre’de bir dağ kasabasına dönmüş. Yolu kapatan kar, normalmiş gibi... Ana cadde dedikleri Massachusetts de, Uludağ’daki pistlere benzemiş. Kendini tepeden bıraksan inecekmişsin gibi...
Hiçbir iş halledemedim. Her yer kapalı. Dönüş için tekrar taksi aramaya başladım.
Merkez dedikleri yerin, ana cadde dedikleri uzantısında 15 dakika bekledikten sonra nihayet bir tane buldum. Ters yönden geliyordu, o ana caddenin ortasında uzun uzun, ağır ağır, hiç acele etmeden manevralar yapıp dönerek beni aldı.
Şoför Afgan kökenli bir Amerikalı. Binmemle adamın belediye başkanına sövmeye başlaması bir oldu. Öyle ki, bizim Kadir Topbaş’a söylediklerimiz, onun ettiği lafların yanında teessüf kalır.
Döneceğim artık, diyor. Nereye, dedim. Afganistan’a...
Kar var diye savaşın ortasına mı gidiyorsun, diye sordum. Evet, dedi.
Eve vardık. Binaya girdim. O günden beri bir daha da evden çıkmadım. Bugün perşembe.
Washington’daki ilk haftamın özetiydi bu.
Bizde İstanbul kocaman bir köy denir ya... Asıl köy, New York’tan sonraki Washington.

Washington ikiyüzlülüğü

Kent, New York’un yanında bir köy. Ama aynı zamanda tıpkı New York gibi sizi sürekli şaşırtıyor.
Konuştuğum Afgan şoför, kar yüzünden milim milim ilerlerken bana hayat hikâyesini anlattı.
46 yaşında. Evlenmemiş. Sovyet istilasında kaçmış Amerika’ya. Üniversiteyi okuyup kamu yönetiminde doktorasını tamamlamış. Şimdi bir bölge mahkemesinde kâtiplik yapıp boş zamanlarında da taksiye çıkıyor.
Dönmekten bahsedince, ne yapacaksın peki, dedim. Yanında taşıdığı bir fotoğrafı gösterdi. Afganistan’ın şimdiki cumhurbaşkanı Hamid Karzai’yle çektirdiği bir poz. “Hükümet işi yapacağım” dedi. “Hamid benim arkadaşımdır. Buraya gelince bana da uğrar.” Sonra da Afganistan siyaseti anlatmaya başladı. “Hamid çok iyidir ama bu işi beceremez, saftır.” “Afganistan’a eğitimli insanlar lazım” vesaire...
Kardan önceki hafta da, Van Ness Caddesi’nde bir CVS dükkânında İçişleri Bakanı Janet Napolitano’ya rastlamıştım. Herkesin El Kaide’den saldırı beklediği ülkede, yanında sadece iki koruma, elinde bir sepet, alışveriş yapıyordu.
Washington ikiyüzlülüğü diye bir laf var. Beyaz Saray politikalarını eleştirmek için kullanılıyor. Ancak laf, anladığım kadarıyla kentin ruhuna sinmiş. Belki geleceğin Afganistan bakanı, burada part-time taksici, mahkeme kâtibi... Elinde sepet alışveriş yapan, ülkenin demir leydisi...
Burada kim kim, belli değil...

Patronun işçi olduğuna inanıyorlar

“Undercover Boss” (kılık değiştirmiş patron), geçen haftaki Super Bowl’un (Amerikan futbol ligi finali) hemen ardından CBS’de ilk defa yayınlanan yeni bir reality şov. O da patronun aslında patron olduğunun belli olmaması fikrine dayalı. Başka bir, kim kim belli değil durumu...
Şovun yapımcıları, önceden anlaştıkları bir patronla, patron sanki şirketinde yeni işe girmeye çalışan biriymiş gibi çekimler yapıyorlar. Şirkette çalışanlar da güya onun patron olduğunu bilmiyor ve kılık değiştirmiş patrona yeni işe girmeye çalışan biri gibi davranıyorlar. Böylece hem patron altta neler oluyor, tebdili kıyafet onu öğreniyor. Terfilere, işten atmalara karar veriyor. Hem de siz o şirket nasıl çalışıyor onu görüyorsunuz.
İzlenme oranlarına baktım. 39 milyon kişi... Super Bowl sonrası gösterilen seri yapımlar arasında tarihte en çok izlenen yapım.
Bana kalırsa sadece bir halkla ilişkiler projesi ama... Burada kim neye inanıyor, o da belli değil...

Modern sans culottes pantolonsuzlar

Super Bowl, 250 milyar dolarlık Amerikan reklamcılığının en önemli organizasyonu. Maç bahane... 50’nin üzerinde markanın, 30 saniyesine 3 milyon dolar ödediği spotların test gecesi...
İki açıdan benzersiz bir iş. Birincisi, çok yüksek bir GRP’ye (brüt izlenme oranı) ulaşıyorsunuz. İkincisi, uçuk reklam tarifesine rağmen çok düşük bir CPM (erişilen bin kişi başına maliyet) elde ediyorsunuz.
O akşam, yaptığınız işi 100 milyon kişi görüyor. Daha da önemlisi, bu insanların hepsi aynı zamanda sizin o akşama özel hazırladığınız reklamı seyretmek için oturuyor televizyonun başına. Yetmiyor, maç bittikten sonra YouTube, Hulu gibi platformlarda beğendiyse reklamınızı defalarca üst üste izliyor. Bloggerlar kendi favori reklamlarını açıklıyor... Pazarlama uzmanları teker teker tüm spotlar için eleştiriler yazıyor... Sokaktakiler en sevdiği reklam hangisiyse arkadaşına onu anlatıyor.
İşte stratejilerin test edildiği Super Bowl’un bu seneki gecesinden birkaç not...
* Markalar bu sefer eski yıldızları kullandı. Altın Kızlar’dan Betty White (88), komedyen Don Rickles (84), oyuncu Chevy Chase (67), müzisyen Stevie Wonder (60)... Yaşlılar geçidi, işsizlik günlerinde eskiye özlem gibiydi...
* Google ilk Super Bowl reklamını verdi ama Intel de 12 yıl sonra final maçına geri geldi. Hardware’in dönüşü...
* Muhafazakârlar reklamın gücünü keşfetmiş. Kürtaj karşıtı futbolcular anneleriyle kamera karşısındaydı.
* Reklamda çizgi karakter kullanmak hâlâ moda. Coca Cola vazgeçemiyor.
* Ve pantolonsuzlar... Fransız Devrimi’nin “sans culotte”ları gibi (donsuzlar) Dockers’dan CareerBuilder.com’a bilgi iletişim şirketi KGB’ye markalar ekrana bütün gece pantolonsuz erkek çıkardı. Pantolonsuzlar, bu yılki Super Bowl’un sembolü oldu...

Gelecek, yeni takıntı

Super Bowl reklamları oldu bitti, hâlâ tartışılıyor. Hâlâ favori beşini açıklayan bloggerlar görüyorum mesela.
Ancak bu bir istisna. Çünkü artık yaşanmış bir olayın üzerine değerlendirme yapmak, tahmin yapmanın gerisine düştü. Bir konuyu ne olacak diye tartışmak, olmuş bir olayı yorumlamaktan daha ilgi çekici hale geldi.
Oscarları alın. Şimdi herkes kimin kazanacağını tartışıyor. Halbuki ödüller açıklanınca bu kadar konuşulmayacak. Çünkü söylenmemiş bir laf kalmayacak.
Super Bowl’un maç faslı için de aynısı oldu. Haftalar öncesinden yayınlar başladı. Şimdi kimse maç konuşmuyor.
Data bağımlısı olmuş, üstüne kendini kanallarla (Facebook, Twitter, blog vs...) dünyaya bağlamış yeni insanın yeni takıntısı bu: Geleceği konuşmak.
Durumu anlamaya yarayacak birkaç rakam vereceğim.
Amerikan Nüfus İdaresi’nin istatistiklerine göre bugün ortalama bir Amerikalının telefon hariç evine soktuğu data için yılda verdiği para, 1000 dolar. Kablolu televizyon, internet, Netflix, video oyunları derken her yıl 1000 dolar harcıyor. Üstüne de 1000 dolar telefon parası ödüyor.
Peki bundan 30 yıl önce ne kadar ödüyormuş?.. Ayda 25 dolar telefon. Başka yok!..
Bu durumda şunu kabul etmek gerekiyor... Her gün data bombardımanı yaşayan yeni insanın yaşanmış işlerle oyalanması mümkün değil!.. Eğer böyle olabileceğini düşünüyorsanız, sonunuz Jay Leno gibi olur!..
Yazının Devamını Oku

Bu da Amerikan arabeski

7 Şubat 2010
Geçen seferki bir güreşçiydi. Ringe çıkıp dövüşen, şov dünyasının ağır işçisi... Bu seferki bir country müzisyeni. Onun ring yerine sahneye çıkan, vücudu yerine sesini kullanan versiyonu... İkisi de orta yaşlı. İkisinin de aile hayatı mahvolmuş. İkisini de çocukları reddediyor. İkisi de eskiden bir dönem ünlü olmuş. İkisi de şimdi beş parasız. İkisi de dibe vurmuş. İkisi de tipik bir Amerikan kaybedeni...
Sonra ikisi de âşık oluyor, ikisi de reddediliyor, biri ringe dönüp intihar ederken öteki... Ötekini izlersiniz...
Crazy Heart (Çılgın Kalp) Türkiye’de gösterime girdiğinde bu karşılaştırmayı çok yerde okuyacaksınız. Çünkü geçen yılın filmi Wrestler’la (Güreşçi) neredeyse birebir aynı ve ikisini de izleyen birinin bunu fark etmemesi mümkün değil.
Ancak ilginç olan, filmlerin dağıtımcısı da aynı, Fox Searchlight. Onların da bunu düşünmemiş olması mümkün olmadığına göre, niye bir yıl arayla sadece finalini ve başrol oyuncusunu değiştirdikleri bir hikâyeyi pazarlamaya çalışıyorlar.
Wrestler’ı 17 Aralık’ta gösterime soktular, ötekini 16 Aralık’ta. Wrestler’ın iki Altın Küresi var, Mickey Rourke (en iyi erkek) ve orijinal şarkı. Crazy Heart’ın da, Jeff Bridges (en iyi erkek) ve orijinal şarkı. Wrestler’ın 2 Oscar adaylığı var, Mickey Rourke ve filmde âşık olduğu striptizciyi oynayan Marisa Tomei (en iyi yardımcı kadın). Crazy Heart’ın üç. Jeff Bridges ve filmde âşık olduğu gazeteciyi oynayan Maggie Gyllenhaal (en iyi yardımcı kadın) ile orijinal şarkı.
Niye mi yapıyorlar bunu?.. Çünkü krizin savurduğu, 15 milyon işsizin üstüne 10 milyon insanın daha işini kaybettiği bir ülkede bundan daha garanti bir yöntem olmaz da ondan. Damardan acı veriyorlar...
Küçük Emrah’ın, babam öldü, annem geneleve düştü, kız kardeşime de patronu tecavüz etti filmleri vardı hatırlarsanız. İşte bunlar da onun Amerikan versiyonu.
By-pass ameliyatı geçiren Mickey Rourke’un bir marketin et reyonunda çalışırken sinir krizi geçirip elini testereye soktuğu sahne... Alkolik Jeff Bridges’ın üstünde pis beyaz bir sliple, yağ bağlamış çıplak vücudunu yerlerde sürükleyerek klozete taşıdığı ve kusup yere yığıldığı an... İşte bunlar da Amerikan arabeski...

TÜRKİYE BENZERLİĞİ

80’lerdeki Emrah’lı filmlere kadar devam eden arabesk furyası, Yeşilçam’ı 70’lerin başında ele geçirmişti. Nasıl şimdi Amerika, Büyük Buhran’dan beri gördüğü en büyük çöküntünün yaralarını sarmaya çalışıyorsa, o yıllar da Türkiye için öyleydi. Terör, yokluk, göç, yaşamı arabeskleştirdi.
Wrestler ve Crazy Heart filmlerinde kullanılan mekânlara bakınca, buraların da 70’lerin Türkiye’sinden farksız olduğunu görüyorsunuz. Mickey Rourke’un yaşadığı Elizabeth, Manhattanlıların sadece İkea alışverişi için gittiği, New Jersey’nin varoşlarından biri. Crazy Heart’ın geçtiği güney eyaletleri ise Amerika’da işsizliğin en çok etkilediği bölge.
Yararlanılan semboller de, Amerikan toplumunun “en arabesk” motifleri. Herkesin danışlıklı dövüş olduğunu bildiği halde izlediği Amerikan güreşi, bir lümpen eğlencesi. Crazy Heart’ta kullanılan country müzik ise güneydeki bağnaz (redneck) çiftçilerin dinlediği, hiçbir zaman jazz ve blues kadar saygı görmemiş bir müzik.
İki film, bu anlamda da bizdeki arabesk furyasıyla birebir örtüşüyor. Hatta daha da ötesi... Amerika’da yakın dönemin en önemli kült filmi, yine Jeff Bridges’in oynadığı, Big Lebowski (1998) de tipik bir Amerikan arabeski ve şimdi üniversitelerde tez konusu yapılıyor. İçki ve filmdeki kaybedenlerin motifi bowling eşliğinde zaman öldüren, bunu bir ayine dönüştüren gruplar çıkınca nedir bu film demeye başladılar. Ve tıpkı geç keşfedilen Orhan Gencebay gibi, şimdi o filmin ana karakteri Ahbap’ı (The Dude) araştırıyorlar.

HIRS İNTİHARLARI

Niye hiçbirinde hırs yok!.. Sürekli “Ahbap dayanır” (The Dude abides) deyip duruyorlar!.. Niye normal insanların ahlak anlayışından uzaklar!.. Kaybeden olmak umurlarında değil!.. Bu yüzden anlamaya çalışıyor akademi de Big Lebowski’yi... Daha doğrusu Big Lebowski ve onu yavaş yavaş bir peygambere dönüştüren yeni nesil Amerikalıları...
New York Üniversitesi’nde (NYU) geçen aylarda üst üste iki intihar olayı yaşandı. Bobst Kütüphanesi diye, 12 katlı, ortası boşluk çok etkileyi bir binaları var kampusta. İntihar edenlerden biri öğrenciydi ve ders çalışırken kendini kütüphaneden boşluğa bıraktı. Birkaç hafta sonra da kütüphanenin arkasındaki lojmanlardan birinden bu sefer bir öğretim üyesi atladı. Geçmişte kütüphanede intihar eden başka öğrenciler de olduğundan bilgi almak için üniversiteye gittim ben de.
NYU’nun sözcüsü John Beckman, 40 yıl önce kurulan kütüphanede şimdiye kadar sadece 3 intihar olayı yaşandığını söyleyip daha fazla konuşmadı. Oradan çıktım, kütüphaneye gittim. Ancak orada da içeri almadılar. Derken kapıda öğrencilerle konuşurken, giriş masasında bir polis gördüm. Yanına gidip “Siz de intiharları mı araştırıyorsunuz” dediğimde bir anda parladı:
“Ne intiharı Tanrı aşkına. Herkes aynı şeyi söylüyor. Ben halk sağlığı masasındanım. Tuvaletten su örneği alıp gideceğim, diyorum, sokmuyorlar. Haberim yok, umrumda da değil.”
Hırs intiharlarının yaşandığı akademi bu boşvermişliği araştırıyor ama bilseler halbuki, aradıkları “Ahbap” o gün burunlarının ucunda duruyordu.
Hollywood bu sıra başka kaybeden filmleri de çekecektir... Çünkü dönem, arabesk Amerika dönemi...
Yazının Devamını Oku

İsviçreli whistleblower ÇİÇEKÇİ KIZ

31 Ocak 2010
İyi bak etrafına. Yan kübikteki efendi oğlan... Öğlen yemeğinde karşı masada oturan vejetaryen kız... Her gün görüştüğün bir müşterin var hani, finans direktörü. Seni sık sık arayıp pozisyon öneren insan kaynakları uzmanını hatırladın mı? Bir yandan Excel’e bordro giren... İyi bak, çünkü bunların hepsi olabilir. Hepsi, bir gün çalıştığı şirketin sırlarını faş edecek potansiyel bir muhbirdir (whistleblower)...
Amerika muhbir kaynıyor. Almanya, İngiltere gibi ülkeler de, “yılın muhbiri” gibi ödüllerle her gün muhbirliği yücelten yayınlar yapıyor.
Bazen bu işten zengin olanlar var. Bazıları ailesinin bile geleceğini yok ediyor. Bazen misyon yükleniyorlar. Bazen sırf vicdanlarını dinleyip sızdırıyorlar. Bazıları hayat kurtarıyor. Bazıları hayat karartıyor. Bazıları tek tabanca. Bazıları güdümlü. Bazıları hiçbir zaman ortaya çıkmıyor. Bazıları ise ismiyle cismiyle konuşup sonra kendine yeni bir hayat kurmaya çalışıyor.
Bugün Amerikalı vergi müfettişleri, resmi bir açıklama olmasa da UBS’ten sonra muhtemelen diğer bir İsviçre bankası Julius Baer’e karşı tarihin en büyük offshore vergi kaçakçılığı davalarından birini açma arefesinde. Davada kullandığı bilgilerin kaynağıysa bankanın eski yöneticisi, whistleblower Rudolf Elmer.
Hafta içi Elmer’e ulaştım. Önce “Çiçeki Kız” rumuzlu bankacının bana anlattıklarını okuyun. Sonra konuşacağız.

30 GÜN HAPİS YATTIM

YARDIM ETMEDİLER Muhbir olmanın en zor yanı, yasal güvenceniz yok. Hem İsviçre’ye hem de birçok Avrupa ülkesi ve Amerika’nın vergi müdürlüklerine başvurdum. Barolara gittim. Hepsi de, koruma sağlayamayız, bilgi verirseniz riski üstlenirsiniz, dedi. Mecburen kabul ettim ve İsviçreli vergi müfettişlerine bildiklerimi anlattım.
6 YAŞINDAKİ KIZIM 30 gün hapse attılar (Gizlilik kuralını ihlalden). Julius Baer, ailemin peşine taktığı adamlara 1 milyon İsviçre Frangı’ndan fazla (1.4 milyon lira) para harcadı. 6 yaşındaki kızımı bile takip ettiler. Kızım korkusundan yuvaya gitmeyi reddediyordu. İsviçre basınında, deli olduğumu iddia eden yazılar çıktı. Bilgi hırsızı dediler. İtibarımı yok etmeye çalıştılar. Cadı avı gibiydi.
AİLEM YOK OLUYORDU Sonunda komşularım bile beni takip edenlerden şikâyetçi oldu ama polis hiçbir şey yapmadı. Tek bir olayda müdahale etti. Karım, annesi ve iki küçük çocukla bir gün otobanda giderken aynı adamlar karımın kullandığı aracı takip edip sıkıştırdığında... Ama onda da olayı kapadılar.
ÜLKEYİ TERK ETTİM Hapisten çıktım. İşbirliği yapmam için önüme 500 bin dolarlık bir rüşvet konuldu. Kabul etmedim. Uzun süre kimse bana iş vermedi. Bulduklarıma da Julius Baer baskı yaptı. Onların yüzünden 8 yılda 3 kez işimi kaybettim. Sonunda İsviçre’yi terk edip Mauritius Adaları’na yerleştim.
BENİ DAMGALADILAR Julius Baer, medya ve İsviçre adaleti, beni elbirliğiyle toplum dışı bir muhbir diye damgaladı. Doğrusu, başıma gelenler karşısında ailemi ve kendimi korurken ben de hatalar yaptım ama kim yapmaz ki!.. Sonunda bugün, 2005’te hapis yatmama rağmen hiçbir suçtan hüküm giymemiş biriyim.

SORU İŞARETLERİ

Rudolf M. Elmer, sıradan bir bankacı değil. İsviçre’nin en büyük özel bankacılık şirketi Julius Baer’de 16 yıl çalışmış. Son 9 yıl ise bankanın Cayman Adaları’ndaki offshore bölümünün operasyon müdürlüğünü yürütmüş.
Hikâye, 2002’de başlıyor. İşten çıkarılıyor Elmer. O da elinde müşteri bilgileri, Çiçekçi Kız’a dönüşüp eski şirketine savaş açıyor. Whistleblower’ların toplanma yeri wikileaks.org’a bilgi sızdırmaya başlıyor.
Muhbirlik, bugün Türkiye’de de çok kullanılan bir laf. Belge yayınlayan gazeteler, whistleblower diyor. Kevgire dönen kurumlar içeride köstebek arıyor. Amerika’da artık devlet teşviki gören bu muhbirlik, toplumların şeffaflaşması için faydalı elbette ama... Aklıma takılan birkaç nokta var.
MESELE 1: Muhbirlik, gelişmiş toplumlarda taltif gören bir davranış. Engelli bölümüne park edeni şikâyet, vatandaşlık görevi. Ancak bir özel şirkettesiniz diyelim. Yasadışı bir işe tanık olduğunuzda, itiraz etmek yerine normalmiş gibi davranıp içeriden bilgi sızdırmak... Ya da susup kovuluncaya kadar konuşmamak... Bunlar bana normal gelmiyor. En azından, bu kişilerin salt etik kaygılarla hareket ettiklerine inanmıyorum. Elmer’a göre, o şimdi insanlık tarihinin en büyük tren soygunu dediği offshore sahtekârlığıyla mücadele eden biri. Tanım çok doğru. Ama ya geçmişindeki 16 yıl!.. Son yıllarda fark ettim, diyor.
MESELE 2: Neden bilgi vermeye başladıklarını, ucunda kamu yararı varsa görmezden gelebilirsiniz. Peki bu kişiler geçimlerini nasıl sağlıyor? Aileleri, çocukları?.. Elmer bu konuda dürüst. “Muhbirlik para kazanma yöntemi olmamalı ama maalesef başka çare yok. Çünkü bir muhbirin gerçekleri açıkladıktan sonra başka bir iş bulması mümkün değil” diyor. Elmer, kitap satışından para kazanıyor. İsviçreli muhbir (swisswhistleblower.com) adında bir internet sitesi var. Danışmanlık da yapıyor. O bunu açıkça itiraf edenlerden. Peki ya hiç para kaygısı olmayan muhbirler. Sizce gerçekçi mi?.. Manipülatör ve muhbir arasındaki farklardan biri bence...
MESELE 3: İlk konuşmaya başladıkları dönem, anlattıklarının en fazla doğru içerdiği dönem. Sonra psikolojik baskı, işsizlik ve yeni ilişkilerin etkisiyle değişiyorlar. FBI’dan çıkarılan bir Türk vardı hatırlarsınız. 11 Eylül’ü Amerika yaptı, diyen whistleblower çevirmen. Tuncay Güney’in Manhattan’da MİT tarafından kollandığı iddialarıyla ilgili bir haber yazmıştım 2008’de. İçinde, o sene 11 Eylül olayının yaşandığı detayı da vardı. O yazıdan tam 10 gün sonra, bir Amerikan haber sitesinde, 11 Eylül’de Tuncay Güney üzerinden Türklerin de parmağı var, konulu bir yazı okudum. Sitenin sahibini aradım sonra, bu bilgiyi nereden aldınız diye. Türk çevirmenin ismini verdi. Elmer bana cevapları e-posta üzerinden yolladı. Yüz yüze görüşemedik. O yüzden 8 yıllık mücadeleden nasıl etkilenmiş bir fikrim yok ama dediğim gibi... Çoğu, bir süre sonra muhakemesini yitiriyor.

DİNSİZE KARŞI İMANSIZ

Rudolf Elmer’in portresi, bir muhbirin olabilecek en akla yatkın hali. Hikâyesinde az soru işareti olanlardan. Amerikan vergi dairesinin (IRS) kendine belirlediği bir düstur var. Türkçesi, dinsizin hakkından imansız gelir. Evet, çalıştığınız şirketin bilgilerini sızdırmak iş ahlakına aykırı bir durum. Ama IRS, “İstifa etmeyin, içeride kalıp bize çalışın” diyerek teşvik ediyor muhbirliği. O teşvikin sonucu, önümüzdeki Mayıs’ta Miami’de büyük bir konferans düzenleniyor şimdi. Elmer ve birçok muhbirin katılıp deneyimlerini anlatacağı bir whistleblower toplantısı. Şeffaflaşıyoruz. Belki kafa göz yararak... Belki etik ihlalleriyle... Belki çoğunuzun kabul etmeyeceği yöntemlerle ama alışacağız. Muhbirlik artık bir müessese çünkü...
Yazının Devamını Oku

Amerika’da kumarın yeni yıldızı racino

24 Ocak 2010
150 metrelik ince uzun bir bina düşünün. Art deco mimari, dışarıdan çok şık. Ama içeriden basık bir tavan, penceresiz duvarlar, halı zemin ve yan yana dizilmiş 5 bin kumar makinesi.

Makineler bangır bangır ötüyor. Sesler sonra kulağınızda buluşup adamın beynini oyan, mekanik, sürreel bir filmin fon müziğine dönüşüyor.Her taraf kalp ilacı reklamlarıyla dolu. Çünkü içeridekilerin yaş ortalaması 50’nin üstünde. Her ırktan binlerce yaşlı. Kimse gülmüyor. Bazıları yürüyemeyecek kadar güçsüz ama tekerlekli sandalyesine oturmuş, sağ elini makinenin kenarına dayamış, işaret parmağıyla durmadan önündeki düğmeye basıyor. Sıkılır gibi olunca dışarı çıkıp hipodromda koşan atlara para yatırıyor. Biraz hava alıyor. Sonra dönüp düğmeye basmaya devam ediyor... Sabah 10’dan gece 2’de kapanıncaya kadar... Haftanın yedi günü...

33 MİLYAR DOLAR

Amerikan Oyun Derneği bir istatistik çıkarmış. 2008’de ülkede kumara izin verilen 12 eyalette harcanan para, toplam 33 milyar dolar. Bir önceki yıla göre yüzde 5 düşüş demek bu. Ancak bu paranın 6 milyar dolarlık kısmı, her geçen yıl büyüyen racinolardan geliyor ki, dernek racino işi için geleceğin yıldızı diyor. Girişte anlattığım da, işte bu racinoların şimdi Amerika’daki en popüler olanı, Yonkers’taki Empire City’den bir manzaraydı.

CASINO HİPODROM

Racino, hipodrom (racetrack) ve casino sözcüklerinin birleşmesiyle uydurulmuş bir laf... Her yıl küçülen, müşteri kaybeden at yarışı şirketlerinin, kenara bir de kumar makinesi atarak oluşturdukları bir iş.110 yıllık at yarışı mekânı Empire City’nin de racinoya dönüşmesi 3.5 yıl önce oldu. Manhattan’a yarım saat uzaklıkta bir yer burası. İçeride 1000 kişi çalışıyor. Tesisin yöneticilerinden Frank Drucker’a şirketin at yarışından mı yoksa makinelerden mi daha çok kazandığını sordum. Açık ara makineler dedi. 480 milyon dolar 2008 cirosu. Bunun 300’ü kollulardan.

EYALETİN YARISI

50’lerden beri her yıl 240 yarış gecesi oluyor burada ama makinelerden sonra New York Eyaleti’nde oynanan kumarın yarısını buraya çekmeyi başarmışlar. Atlantic City’ye giden New Yorklular, artık hemen yanı başlarındaki Empire City’ye gitmeye başlamış.Masa oyunları yok. Binlerce yaşlı, her basışta bıraktığı 1 centlerle para kazandırıyor tesise. Ve cent cent, 2006’nın ekiminden beri toplam 1.5 milyar dolar yapan bir kumar pazarı yaratıyor.

NASIL KAYBEDİLİR

Yazının Devamını Oku

New York’taki Türk masonlar

17 Ocak 2010
Önce istemediler. Biri, biz burada çok rahatız, dedi. “Yakamızda rozetle dolaşıyoruz ama Türkiye’de öyle değil. Türkiye’de bombalamalar oluyor.” Diğeri, arkadaşlara danışmalıyım, dedi. Sonra arayıp kimsenin görüşmeyeceğini söyledi. Derken en sonunda isimlerini yazmamak şartıyla kendileri konuşmayı kabul ettiler.

24. Sokak üzerinde, New York Eyaleti Büyük Locası’nın arkasında, bir akşamüstü, ufak bir Starbucks dükkânında buluştuk. Ve New York’taki Anatolia Locası’nın, her ikisi de üstâd-ı muhterem olmuş 32. derece iki üyesiyle konuşmaya başladık, New York’taki Türk masonlarını...

1826 yılında William Morgan adında bir Amerikalı, bir gün kızıp masonluğun bütün sırlarını açıklayacağını duyuruyor. Bir yayıncı buluyor kendine. Avansını alıyor. Ve oturup yazmaya başlıyor. Ancak aynı yılın 11 Eylül günü, eski bir borç yüzünden hapse atıyorlar Morgan’ı. Yayıncısı öğrenince hemen parayı ödeyip Morgan’ı kurtarıyor ama aynı gün bir borç daha uydurup yine içeri alıyorlar. Gece yarısı da hapisten çıkarıp meçhul bir yere götürüyorlar. Valisinden polisine hemen hepsi mason olan eyalet yetkilileri, bulacağız, diyor. Fakat Morgan’dan bir daha hiç ses çıkmıyor. Ve Amerika’da, tarihe “Morgan Olayı” diye geçen bu kaçırmadan sonra yıllarca devam edecek bir antimason hareketi başlıyor.
DERSLER ALINDI İki üstâd-ı muhterem, bana, biz Amerika’da çok rahatız derken, hikâyenin bu kısmını atlamamak lazım. Rahatlar evet. 3.5 milyon mason var Amerika’da ve mason olmak bir golf kulübü üyesi olmak gibi onlar için. Ancak Morgan’dan sonra masonlar kendine çekidüzen verdiği, toplum da bunun karşılığında antimason hareketlere
desteğini azalttığı için rahatlar. Hesaplar ödendiği için...
2004’TE KURULDU Anatolia, 230 yıllık New York Eyaleti Büyük Locası’na bağlı yaklaşık 1500 locadan biri. Numarası 1183. 10 Türk kökenli Amerikan masonunun girişimiyle 2002’de kuruluş süreci başlıyor. Başta Büyük Loca bazı zorluklar çıkarsa da 2004’te resmen kuruluyor.
35 ÜYELERİ VAR Kuruluş amacı New York’ta yaşayan Türk masonları tek bir çatı altında toplamak. Örneğin, kurucuların hepsi o dönem New York’taki başka localara kayıtlı olan Türkler. Ancak Anatolia’dan sonra hepsi tek bir yerde buluşuyor. Ve 5 yılda 35 üyeye ulaşıyor.
TOPLANTI TÜRKÇE Toplantıları Türkçe yapıyorlar. Ritüeller ise New York’un kurallarına göre. Türkiye’deki masonluktan farklılar. Peki Türkiye’deki masonlarla hiç ilginiz yok mu, dedim. Sadece Hür ve Kabul Edilmiş Masonlar ile aralarında dostluk olduğunu ama organik bir ilişki bulunmadığını anlattılar. Yine de benimle görüşmeden önce durumu İstanbul’a danışmışlar. Tepebaşı 111’deki Büyük Mason Mahfili’ni ise mason kabul etmiyorlar.

Yazının Devamını Oku

Yeni milenyumun ilk on yılı 2

3 Ocak 2010
Geçen hafta, 2000’lerde yaşanan, önemli gördüğüm dönüşümleri yazmıştım. Bu hafta onun devamı var. İçeriden kedi dışarıdan köpek

New York dergisinin sanat eleştirmeni Jerry Saltz, bir yazısında yeni dönem sanatını iki metaforla anlatmıştı. Dışarıdan bakanlar için şimdi sanat bir kedi. Gel diyorsun. O, masanın ayağına dolanıyor. Kuyruğunu sallıyor. Yüzünü çeviriyor. Onu anlamak için bu gizemli dili çözmeniz gerek. Bir sanatçı için ise sanat artık bir köpek. Hem bağımsız hem bağımlı. Siz onu kontrol ediyormuşsunuz gibi geliyor ama aslında o sizi kontrol ediyor. İnsanların önünde ne yapacağı ise asla belli olmuyor. Hatta çoğu zaman sizi utandırıyor. Çözdüm dediğiniz anda hiçbir şey anlamadığınız dank ediyor.
90’lar bir çöküştü. Para az. Üretim zayıf. AIDS bir kuşağı tarumar etti. Şimdi sahne yenilerin. Belki otomatik pilota bağlamış, burnunun ucundaki kaliteli işi göremeyen bir piyasa var ama iyi tarafı, beğendim/beğenmedim şımarığı eleştirmenler fiyatları etkileyemiyor. Sanatçılar piyasayı değil, piyasa sanatçıları memnun etmeye çalışıyor.
İlişkiler, uluslararası boyutta. İşler, büyük enstalasyonlardan saniyelik görüntülere kadar sonsuz formda. En güzeli hepsi bir gesamtkunstwerk. Heykel, video, içinde birçok formu aynı anda barındıran çok yönlü işler.
Ne demiş Cezanne?.. Biz titrek ışıklı bir kaosuz. Daha da iyisi, hâlâ öyleler. Etraf paraya boğulsa da, kafası karışık, etrafa kesik fikirler saçan, kendinden çok emin başkalarının da düşüncelerini bulandıran insanlar... Geriye bir tek, alıcıların doldurulmuş bir köpekbalığına neden 12 milyon dolar verdiği kalıyor ki... Onu ne önceki yüzyılda çözebildiler ne de şimdikinde...

Kendine yabancılaşan sporcular

“Gözlerimi açıyorum ve nerede olduğumu, kim olduğumu bilmiyorum. Garip değil, çünkü hayatımın yarısı böyle geçti. 36 yaşındayım. Fakat 96 gibi hissediyorum. 30 yıldır, durmadan koştum, zıpladım çünkü. Kendime yabancılaştım. Hemen bildiklerimi sıralamaya başlıyorum. Adım Andre Agassi. Karımın adı Stefanie Graf. İki çocuğumuz var. Las Vegas’ta yaşıyoruz. Ancak şimdi New York’ta, Four Seasons Oteli’ndeyiz, çünkü ben son kez US Open Turnuvası’na katılacağım. Hayatımı tenisle kazanıyorum ama tenisten karanlık, gizli bir tutkuyla nefret ediyorum.”
Bu bölümü, Andre Agassi’nin kasımda çıkan kitabı “Open”ın girişinden aktardım. Yaşam öyküsünü, karısına bile anlatamadığı duygularını açık açık yazdığı otobiyografisinden. Oynarken eğlenen, önceki yüzyılın basketbolcusu Michael Jordan’la, rekor için yaşayan, ona ulaşıncaya kadar da kendini hayattan tatil eden, şimdiki yüzyılın yüzücüsü Michael Phelps’in farkı, Agassi’nin bu sözlerinden daha iyi özetlenemezdi çünkü.
Sporcu her yıl amatör ruhunu biraz daha kaybederken, spor da sadece bir eğlence olmaktan çıkıyor. Sporcu bir sermaye, spor da onun pazarı oluyor. Çok önceden başlayan bir eğilim ama son 10 yılda ne değişti diyecek olursanız, şu: Daha da keskinleşti.

Lifestyle reklamcının yeni hilesi

Lifesytle lafı, ilk, Alman sosyolog Georg Simmel tarafından kullanılıyor. 1900’de. İngilizce’ye varışı 1929. Başta sadece sosyolojik bir terim olarak kalıyor tabii, Büyük Buhran yılları kimsenin stil düşünecek hali yok. Ancak 60’larda yavaş yavaş başını çıkarmaya başlıyor. Bir istatistik buldum. 1967’de Chicago Tribune gazetesi, lifestyle sözcüğünü bütün bir yıl sayfalarında toplam sadece 7 kere kullanmış. 5 yıl sonra, 1972’de sayıyorlar. Bir yılda 3 bin 300 çıkıyor.
Kronolojiye bakınca lifestyle denilen kaliteli yaşam anlayışının bu yüzyılda hiçbir yeni tarafı olmadığını anlıyorsunuz. Ama değişen, reklamcılığın kendine iyice alet ettiği yeni lifestyle’ı konuşmamak olmaz!..
Bugün Arjantin’de yaşayan 17 yaşında kendi halinde eşcinsel bir kız, bir blog açıp gençlerin buluşması ve beraber fotoğraf çektirmesi fikrine dayalı bir gençlik alt kültürü yaratabiliyor. Ve flogger denilen bu hareket, sonra Arjantin’deki gençlerin giyim zevkini belirleyen bir moda akımına dönüşebiliyor.
McDonalds’ın eski pazarlama direktörü Larry Light, artık bir fikre ancak bir buçuk saat sahip olabilirsiniz, demişti. Çünkü sonra üstündeki kontrolünüz kalkıyor. İki tez var. İlki, 2000’ler artık WalMart’ın. Ucuza satan kazanır, pazarlama zayıfladı diyenler. İkincisi, tam tersine, fikirlerin saatler içinde el değiştirdiği bu dönemde artık her şey pazarlama diyenler. Flogger’ların peşinden koşan Nike gibi...
Hem gerçek hem yalan. Hem hızlı hem de etkili bir reklamcılık dönemindeyiz. Ancak sahtelerin de arada kaynadığı, lifestyle görünümlü astroturfing (sahte toplumsal hareket) kampanyaların cirit attığı bir dönem. Sony Ericsson’un yeni çıkardığı bir telefonu için 60 oyuncuyla anlaşıp telefonlarla hepsine turist gibi dünya turu attırdığı unutulacak iş mi!..

En yaygın tavır inkârcılık

Çok kandırdılar sizi. Sadece şirketler değil. Hükümetler, bilim adamları, gazeteciler... O yüzden iş öyle bir hale geldi ki, yeni yüzyılda artık hiçbir şeye inanmamaya başladınız. Küresel ısınma büyük bir tehlike. Nereden biliyorsun!.. Genetiği değiştirilmiş ürün insan sağlığına zararlı değil. Yalan söylüyorsun!.. Domuz gribine karşı aşı olmak lazım. Hadi oradan!..
New Yorker dergisinin bilim yazarı Michael Specter, geçen ekimde yayınlanan “İnkârcılık” (Denialism) kitabında, bu durumu yeni milenyumun toplumsal davranış şekli olarak tanımlıyor. Şüphecilikten öte bir durum bu. Çünkü önüne somut deliller koyuyorsun. Rakamlar gösteriyorsun. Anlatıyorsun, böyle böyle diyorsun. Hayır!.. Elinde tek bir haklı gerekçe olmasa bile inkâr ediyor. Bazen bir tevatür, bazen bir komplo teorisi, bazen komşunun yurtdışından gelen çocuğu onun için daha güvenilir bir kaynak oluyor. Bazen de gerçek karmaşık geldiği için kafa yormak istemeyip inkâr ediyor.
Google’a girin, “vaccination” (aşı) yazın, ilk sayfada karşınıza çıkan onca aşı karşıtı web sitesinden işin ne hale geldiğini daha net anlayacaksınız.
Dedim ya, zamanında çok kandırdılar sizi. Şimdi ne söyleseler inandıramıyorlar!..

Panteist Avatarcılar

Yine de bu işte en az suçlu bilimdi ama inkârcılık meselesinden en fazla zarar gören yine bilim oldu. Aydınlanmadan beri dinle arasında geçen mücadelede, şimdi daha önce hiç yaşamadığı türden bir sorgulanma dönemine girdi. Einstein “Din olmadan bilim topaldır, bilim olmadan din kördür” demiş gerçi. Ancak dogmacılar daha kemik bir topluluk olduğundan, denge din lehine şaştı. Evrim teorisi ve akıllı tasarım neredeyse beraber anılmaya başlandı.
Sadece semavi dinler değil bu arada. Uzakdoğu dinleri, “izm” hareketleri de modern çağın mutsuzlarına rahatlama vaat eden bir arz merkezine dönüştü.
New York Times Gazetesi’nde cumhuriyetçilerin bir kontenjanı oluyor her zaman. Şimdiki kontenjan yazarı Ross Douthat, geçenlerde epey iddialı bir Avatar yazısı yazdı... Hollywood bütün dünyayı panteist (doğa ve Tanrı’yı özdeşleştirmek) yapmak istiyormuş. Kurtlarla Dans’tan Disney’in çizgi filmleri Aslan Kral ve Pocahontas’a, Yıldız Savaşları’ndaki jedi’lardan şimdi Avatar’a insanların bilinçaltına panteist düşünceler yayıyormuş. Hıristiyanlığı aşındırıyorlar diyor Douthat.
Evet, Müslümanlar ve Hıristiyan-Yahudi dünya arasında bir medeniyetler çatışması sürüyor. Ancak işin içinde peygamberi, kitabı olmayanların da dahil olduğu bir mürit kapma yarışı var ki, gittikçe daha ilginç hale geliyor.

Comme il faut dönemi

11 Eylül’ün yarattığı çatışmalar, Amerika’nın, iktidarını artık yavaş yavaş başka ülkelerle de paylaşmak zorunda olduğunu anlamaya başlaması... Bunlar işin büyük laf kısmı. Bence daha temel, daha herkese değen bir politik dönüşüm başladı 2000’lerde.
Obama’nın 2004’te Demokrat Parti Kongresi’nde yaptığı meşhur bir konuşma var. Başkanlık kampanyasının başlama vuruşu. Kırmızı (Cumhuriyetçi) ve mavi (Demokrat) diye ikiye bölünen Amerika’nın artık birleşmesi gerektiğini savunup, “Mavi eyaletlerde harika bir Tanrı’ya dua ediyoruz. Kırmızı eyaletlerde de kütüphanelerimize burnunu sokan federal ajanları sevmiyoruz” diyor Obama.
Farklı yanı şu: Bir defa çok açık. Harika bir Tanrı gibi ancak bir çocuğun aklına gelecek çarpıcı laflar kullanıyor. Ve ne demek istiyorsa doğrudan söylüyor. Gevelemeden. Oyalamadan. Atlatmadan.
Fransızların “comme il faut” diye bir sözü vardır. Olması gerektiği gibi demek. Obama, son dönem artık iyice belirgin hale gelen ve hayatın her alanına yayıldığını hissettiğim bu düşüncenin bana kalırsa tipik bir örneği. Belki kaybedecek. Belki seçilemeyecek ama, o laftaki gibi, bile bile, nasıl davranması gerekiyorsa öyle davranıyor. Ne demesi gerekiyorsa da onu diyor.
Ve kaybetmeyi göze alarak çıktığı yolda, tam tersine bu tutumu sayesinde kazanıyor.
Yazının Devamını Oku

Yeni milenyumun ilk on yılı 1

27 Aralık 2009
Yılın son yazısı bu. Haftaya 2000’lerin ikinci on yılı başlıyor. Daha havalısı, yeni milenyumun ikinci on yılı başlıyor. Böyle yıl sonlarında çok klişedir, “Hadi bakalım şimdi geriye dönüp bakalım neler olmuş” demek ama bazen meseleyi toparlamak için iyi oluyor. 2009 değil, bir 2000’ler değerlendirmesi bu. Toplumsal yaşamda, ekonomide, müzikte, modada, iletişimde neler değişti?.. Ne tür yeni eğilimler ortaya çıktı?.. Ve ilerisi nasıl gözüküyor?.. Haftaya da diğer alanlar var. Spor, politika, sanat, pazarlama...

Cool dönem kapandı, inekler geldi

Küçük Bill Gates’ler çıkıyor her yerden. Bilgisayar ve sinema... Bilgisayar ve ekonomi... Bilgisayar ve tıp... Bilgisayar ve yanında herhangi bir şey bilen, artık en makbul.
Psikolog David Anderegg, 2007’de “İnekler” (Nerds) diye bir kitap yazdı. Toplumun ineklere neden ihtiyacı olduğunu, inek olmanın artık neden aşağılanmaması gerektiğini popüler bir dille anlatıyor. Özetle güzeller morondur, inekler de iticidir sarmalından çıkmak gerek Anderegg’e göre. O dönem başlayan dizilerden Ugly Betty’deki inek dergici, Chuck dizisindeki inek bilgisayarcı, The Big Bang Theory’deki inek fizikçiler de bunu anlatmıyor mu!..
Bir araştırma okudum. Ölümünden 50 yıl sonra James Dean’in hâlâ 50’nin üzerinde sponsorluk anlaşması varmış. Belki de yeni milenyumda şimdi bu değişiyor. Yani James Dean’le özdeşleşen cool tanımı. Ne diyorlar inek fizikçilerin dizisinde: Yeni seksapel artık zekâ. Uyarlarsak... Cool olan, artık inekler.

Beni takip et

David Anderegg, İnekler’de Amerikan toplumunun en ihtiyaç duymadığı kişiyi tarif ederken, oyuncu Ashton Kutcher’i örnek gösteriyor. Yakışıklı, eğlenceli, sosyal ve tam bir boş teneke... Bu durumda, 10 yıllık periyodu ucundan yakalayan ama 2009’u başından beri domine eden Twitter’ın Kutcher sayesinde patlama yapması acaba bir rastlantı olabilir mi diye düşünüyorum ben de... Sevgilisi Demi Moore’un eğilmiş, donlu pozunu hatırladınız mı?..
İşin cılkı çıkmış bir yanı var. Beni takip et!.. Benim fikrimi dinle!.. Ne bilgiliyim, ne aktifim, gör kısmı... Ancak Facebook’u 10 yıllık dönemin ortasına sıkıştırıp, yaklaşık 20 milyon üyeye ulaştılarsa, üstüne mutlaka düşünmeniz gerekiyor. Hiç değilse, bu kadar insan her gün cik cik ne anlatıyor, bakmanız gerekiyor. Whatthetrend.com internet sitesine girin, 2009 zeitgeist’ı tıklayın, ne demek istediğimi anlayacaksınız. Ve sakın şaşırmayın, girdiğinizde Twitter gündeminin tepesinde İran seçimlerini göreceksiniz.
Time’ın, yılın insanı sensin, dediği meşhur 2006 kapağını en iyi özetleyen iş Twitter. Ayrıca hepsi bir yana bazı internet sitelerinin şimdi Twitter’dan aldığı trafiğin Google’dan geleni aştığı haberleri okumaya başladım ki, bu işin en iyi yanı.

Ne istiyorsun

Google, Google, Google... Kimsin sen?.. Öyle bir durumdayız ki, aynı rafta iki derginin iki ayrı Google kapağıyla çıktığını, birinin “Google hepimizi gerizekâlı yapacak”, ötekinin “Google hayatımızı nasıl da kolaylaştırdı. Ne de faydalı bir şirket” yazısı hazırladığını gördüm ben. Ve eminim daha da çok göreceğim.Dünyadaki bütün mikroekonomistler, bütün medya yöneticileri, şimdi bu soruya kafa yoruyor: Google bizi nereye götürüyor? Yeni milenyumun tartışmasız tek hâkimi, bizden ne istiyor?
Bu soruyu, aslına bakarsanız bence şu anda Google’cılar da bilmiyorlar. Çünkü öyle bir güç var ki ellerinde, öyle bir algoritma yarattılar ki, hikâyenin sonunu onlar da kestiremiyorlar.
Hafta içi yerel şirket rehberi Yelp’i satın almaya çalıştıkları ortaya çıktı. Bir ara New York Times lafları dönüyordu, Yelp nereden çıktı?.. Neden?.. Çünkü hiç önemi yok. Çünkü o kadar para kazanıyorlar ki, isterlerse onlarca yanlış karar, onlarca gereksiz satın alma daha yapabilirler. Ta ki, Wave, Maps, Books, Youtube, Android derken ikinci patlamayı nerede yapacaklarını buluncaya kadar.
Soru hâlâ orada: Ne istiyorsun Google?.. Dünyayı mı?..

Müzik, en hüzünlü kısım

Rolling Stone dergisi, son sayısında, müzikte son 10 yılın en iyilerini seçmiş. En iyi şarkı, Gnarls Barkley’in Crazy’si. Sözlerinde “Kim olduğunu sanıyorsun!.. Kontrol sende mi zannediyorsun!.. O zaman çıldırmış olmalısın” diyen...
Müzik, bu 10 yılın en karamsar kısmı. Bir hesaba göre, müzik endüstrisinin cirosu 10 yıl önce 40 milyar dolarken bugün 20 milyar dolara düşmüş. İçerik daha da fena.
Müzik tarihçisi Ted Gioia, geçen ay çıkan “Cool’un Doğumu ve Ölümü” kitabında, hem geçmişle bir karşılaştırma yapıyor hem de müziğin televizyon yarışmaları yüzünden kimliğini nasıl yitirdiğini anlatıyor. Gioia’ya göre müzik, bir toplumun eğilimlerini gösteren ve bunu gazetecilerden de, aydınlardan da önce anlatan en önemli ölçüydü halbuki. Bob Dylan’ın New York’taki Gaslight’ta canlı kayıt yaptığı albümü dinleyin, arkada şarkıya eşlik eden öğrenciler, Vietnam’ın akıbetini daha 1962’de haber veriyor, diyor.
Peki ya şimdi?.. Şimdi eskinin cool müziği öldü. Onun yerine, İngiltere’den sonra 2002’de Fox’ta başlayan bir öyküyle, kendine oy isteyen yarı ezik yarı mütevazı, yarı sevimli yarı yapmacık yıldızlar türedi. Michael Jackson öldü, Susan Boyle geldi. Ya da ağır jazz’cıların yerine, en sadesinden Norah Jones çıktı.
Yeni milenyum müzik için iyi başlamadı.

Güneş gözlüğü, Manolo Crocks, Monroe ve Wang

Güneş gözlüğü, ilk 1885’te karda kullanılmak için yapıldı. Sonra 1929’da plajlara açıldı. 1937’de Ray Ban işi pilotlara götürdü. Aynı Ray Ban, 1952’de plastik çerçeveli Wayfarer’ı tasarladı, James Dean’e taktırdı. Bir ara gözden düşer gibi olunca da, 1983’te Tom Cruise’un Riskli İş filmine ürün yerleştirme yaptı, geri getirdi. Ve güneş gözlüğü Büyük Buhran’dan beri, sessiz sinemanın oyuncuları taktığından beri bir şıklık nesnesi olarak pazarlanırken, yeni milenyuma girildiğinde işe başka bir boyut daha eklendi. Ultraviyole ışınlardan korunma telaşı...
Çatışma hayatın her alanında var. Sanal ve gerçek arasında. Cool ve inek arasında. Basit ve sofistike arasında. Modada da eksen işlevsellik ve şıklık. Sivri topuklu, sivri burunlu bir Manolo Blahnik ile küt, plastik terlikimsi Crocks...
Bir keresinde Marilyn Monroe’ya, yatarken ne giyiyorsunuz, diye sorulunca, 2 damla Chanel no:5 diye cevap vermiş. Geçenlerde modacı Alexander Wang’ın bir röportajını okudum. Son 10 yılın ortasında çıkan ve önümüzdeki 10 yılı etkileyeceği kesin, 25 yaşındaki yeni yıldız... Modaya bakışını şöyle anlatıyor: “Ben sanatçı değilim. Moda sadece giyilecek kıyafettir. Günün sonunda da bütün iş ürün satmaktır”.
Monroe’nun sözünden 50 yıl sonra, UV ışınlarına karşı güneş gözlüğü takan ve modayı fonksiyonel kabul edip tasarladığı kıyafetlerin yüzde 50’sini indirimsiz satmayı başarabilen Wang’ı yıldızlaştıran sizsiniz.

Fikir denilen şey bir saçmalık

New York dergisinin önceki sayısında son 10 yılda ortaya çıkmış aykırı fikirleri derlemişler. Neler var neler!.. Nepotizm en doğru işe alım şeklidir. Irak Savaşı başarılıydı. New Orleans tekrar inşa edilmemeli. Kültürel emperyalizm iyidir. Hepsi de ünlü gazeteciler, yazarlar tarafından söylenmiş, ilk açıklandığında da alay-ı vâlâyla sunulmuş fikirler.
İlk 10 yıl bitti. Peki bu parlak fikirler arasında beklenen etkiyi yaratan oldu mu?.. Hayır. Laf olsun torba dolsun. Söylendi, insanları oyaladı, sonra da unutuldu gitti.
Bu 10 yılın bana kalırsa ortaya koyduğu en doğru sonuç... Fikir dediğiniz şey, aslında kocaman bir saçmalık. Bugün var, yarın yok. Önemli olan, o fikrin altına koyduklarınız. Fikri nasıl savunduğunuz... Nasıl argümante ettiğiniz... Ve nasıl bilgiler ortaya koyduğunuz...
Gerisi... Gerisi ıvır zıvır... Cikletlerin arkasındaki mâni...
Yazının Devamını Oku

Soru: İnsanın bir karakteri var mıdır

20 Aralık 2009
Cevap: Vardır, el yazısından bile anlaşılır

Kıvılcım Anı’nın (The Tipping Point) yazarı Malcolm Gladwell’in 2 ay önce çıkan yeni kitabında, bir dönem Amerika’ya korku salan Deli Bombacı’nın yakalanışı da anlatılıyor.
Bombacı, 1940’tan 1956’ya kadar New York’a 33 patlayıcı yerleştiriyor. Gazetelere de sayısız mektup gönderiyor. Ancak onca kanıta rağmen, 16 yıl boyunca hakkında tek bir ipucu bulunamayınca, sonunda polis, psikiyatr James Brussel’e gidiyor. Elinde ne kadar bilgi varsa götürüp Brussel’in önüne koyuyor ve yardım istiyor.
Kanıtları inceleyen psikiyatr, şöyle bir profil çıkartıyor ortaya: Sıradan görünümlü. İşyerinde sicili mükemmel. Evlenmemiş. Muhtemelen bir anne figürüyle yaşıyor. Titiz. Yabancı ülkede doğmuş. Slav kökenli. Connecticut’ta oturan, orta yaşlı bir erkek. Sonra da ekliyor: Yakaladığınızda, ki muhtemelen yakalayacaksınız, üstünde önü iliklenmiş kruvaze bir ceket olacak.
Polis bir ay sonra, 2 ablasıyla yaşayan, Slav kökenli George Metesky’nin Connecticut’taki evinin kapısını çaldığında, bombacı Metesky üstünde pijamalarla açıyor kapıyı. Polis giyinmesini istediğinde de, kruvaze ceketini seçip önünü ilikliyor.
Gladwell, New Yorker makalelerinden oluşan Köpeğin Gördüğü (What The Dog Saw) kitabında bir bölümü olduğu gibi insan karakterine ayırmış. Narsisistler... Şirketlerini batıran karizmatik yöneticiler... Hak ettiğinden fazla kazanan kurnaz profesyoneller... Karakter zaafı saydığı bu özelliklerden bahsederken bir çağdaş yaşam eleştirisi yapıyor. Ancak en önemlisi, kimi 9 yıl önce yazılmış makalelerle, tıpkı Brussel’in yaptığı gibi bir insanın el yazısından bile karakterinin anlaşılabileceğini savunuyor.

Cevap: Yoktur, duruma göre davranış belirler

Kwame Anthony Appiah, Princeton’da felsefe dersleri veren bir kültür teorisyeni. Gladwell kadar popüler biri değil ancak en zeki insanlar listelerinde adı Gladwell ile birlikte geçen, tanınan bir akademisyen o da. İşte Appiah’ın geçen yıl çıkardığı ve Ganalı filozofu son yılların en tartışmalı sosyal bilimcisine dönüştüren Etikte Deneyler (Experiments in Ethics) kitabı, Gladwell’in tezlerinin tam tersini savunuyor. İnsanın aslında bir karakteri olmadığını iddia ediyor.
Örneğin Oskar Schindler diyor Appiah, çıkarcı, kibirli, ikiyüzlü ve hesapçı biriydi. Ama Yahudileri 2. Dünya Savaşı’nda Nazilerin elinden kurtarırken cesur ve merhametli davranabildi. Her benzer koşulda cesur ve merhametli davranmadı bu arada. Bazen cesur ve merhametli oldu. Bazen olmadı.
Appiah’a göre hayat, sizin her gün yaşadıklarınıza göre pozisyon aldığınız, belirlemediğiniz, belirlendiğiniz bir sahne. Televizyonda bu durumun en dramatik, kendini eğitimle kamufle etmemiş en yalın halini görebilirsiniz. Yemek yap diyorlar mesela. Yemek yapıyorsunuz. Dans et diyorlar. Dans ediyorsunuz. Şarkı söyle diyorlar. Şarkı söylüyorsunuz. Hünerini göster. Duvara tırman. Flört et. Şimdi evlen. Sağa dön. Evet çok güzel!..
Prensip yok. Ortak ahlaki değer yok. Ve etik bitti.
Amerika’da birçok filozof, Appiah’ın kitapta öne sürdüğü tezleri çürütmek için uğraşıyor şimdi. Gerçi kendi de, “başlıkların biraz fazla provokatif olduğunu kabul ediyorum” diye yazdı ama... Kitap üzerine hâlâ sağlam bir kritik yazılmadığı konusunda mutabakat var.
Yani başka bir deyişle...
Şimdilik hâlâ herkes karaktersiz!..

Finansal tahmin ya da dedikodu

Hafta içi Bank of America’nın 2010 yılı tahminlerini açıkladığı basın toplantısındaydım. Ne açıklayacaklarından çok nasıl açıklayacaklarını görmeye gittim çünkü mortgage krizini tahmin edememiş ekonomistlerin yeni öngörü sunarken nasıl bir tavır takınacaklarını merak ediyordum. Söyleyeyim, hiçbir şey fark etmiyormuş. Espriler, şakalaşmalar, aynı özgüven devam ediyor.
Özetle dünya iyiye gidiyor, Türkiye daha hızlı iyiye gidiyor dediler. Gerisini uzun uzun anlatmayacağım. Ancak toplantıyı Appiah’ın perspektifinden toplumsal psikolojide bir yere oturtmak gerekirse...
Sosyolojide dedikodu konusunda farklı ekoller arasında süren teorik bir tartışma var. Buna göre fonksiyonalistler, dedikodunun, bireylerin toplumsal kurallara uymaya zorlanması için yararlı bir araç olduğunu savunuyorlar. Karşıt görüştekiler ise dedikoduyu bireylerin kendi çıkarları için bencilce kullandığı düşmanca bir davranış şekli diye tanımlıyorlar.
Bank of America’nın öngörüleri, verilere dayalı, hesaplamalarla çıkmış ekonomik tahminler elbette. Ancak mortgage krizinde yaşanan öngörü rezaletinden, bilanço cilalayan denetim şirketlerinden, batık gizleyen, bonus kovalayan, yöneticilik yerine lobicilik yapan CEO’lardan sonra sormak gerekmiyor mu?
Bu tahminlerin dedikodudan ne farkı var!.. Ve eğer dedikoduysa durumu hangi ekole göre değerlendirmek lazım?..
Fonksiyonalistlere göre mi?.. Yoksa dedikodu kişisel menfaat için yapılan düşmanca bir tavırdır diyenlere göre mi?

Peki ya ahlaksız Tiger

Bir de karşıt tez.
Appiah, etik bitti, diyor ama golfçü Tiger Woods’un başına gelen, önermeyi biraz bulandırdı.
Karısını 9 kadınla birden aldattığı ortaya çıkınca önce golfe ara verdi. Sonra da sponsorlarından bazılarını kaybetti.
Reklamcılık açısından ortada iki farklı tavır var:
Birincisi danışmanlık firması Accenture’unki. Onlar, Woods ile olan anlaşmalarını hemen iptal edip Woods’un görüntüsünü web sitelerinden reklam panolarından alelacele kazıyacak kadar katı davrananlardan.
İkincisi ise Nike’ınki. Yönetim Kurulu Başkanı, Woods ileride golfü bıraktığında bu olay Woods’un kariyerinde çok ufak bir yer tutacak, dedi. Yani onlar da destek olanlardan.
Dostoyevski’nin Yeraltından Notlar romanından bir bölüm: “Evet, 19. yüzyıl insanının her şeyden önce karaktersiz olması gerekir” diyor, kendi de pek iyi karakterli sayılmayacak yazar. Sonra da ekliyor: “Karakterli olan insan her şeyden önce dar kafalıdır.”
Accenture, ahlak değerlerine yaslanıyor. Nike, Woods’un yeteneklerine. Accenture, bir daha ünlü biriyle anlaşma yaparsa, artık belki de libido testi isteyecek. Nike yine en başarılı kimse, huyuna bakmadan gidip onunla anlaşacak.
Hangisi doğru bir tutum, karşılaştırma yapmak doğru değil aslında. Yaptıkları iş, müşteriler, her şeyleri farklı. Ancak kesin olan şu: Dünyanın en iyi romanlarını yazdı Dostoyevski. Bu yüzden romanları dururken şimdi kimse onu kumarbazlığıyla hatırlamıyor.
Nike da buna güveniyor.

İşte krizin toplumsal sonuçları

19. yüzyıl Fransız filozofu Ernest Renan, “Ulus nedir” sorusuna, beraber büyük işler yapmak ve daha fazlasını arzulamaktır demiş. Yalnız bir şartla. Unutacaksınız da. Unutmak, hatta tarihi hatalı okumak, bir ulus yaratmanın aslî unsurudur.
Kitabına bu alıntıyla başlayan Appiah’a göre filozoflar da tıpkı Renan gibi. Savundukları fikirler için geçmişten kanıtlar buluyorlar. Ancak göz ardı ettikleri karşıt durumlar da orada duruyor ve hepsinin de bir sonucu oluyor.
Bugün Amerika’da yaşanan kriz sonrası toplumsal dönüşüm, Appiah’ın değindiği sonuçların somut hali. Kriz bitti, her şey eskisi gibi devam edecek denilse de, 1 yıl süren çöküntü, geriye derin tortular bıraktı.
Yılda 1.6 milyon çocuk evden kaçıyor Amerika’da. Evini kaybeden aileler yüzünden ormanda yaşayan çocuk grupları oluştu.
Sokaklarda artık daha çok çocuk fahişe var.
Yemek yardımı alanların sayısı 2 yılda 10 milyon arttı, 36 milyon oldu. Bu, her 8 Amerikalı’dan biri demek.
Hırsız politikacılar çoğaldı. En son hafta içi New York’ta bir belediye meclis üyesini daha yakaladılar.
Sivil toplum yara aldı. New York’un her yerinde damacanayla para toplayan evsizler görürsünüz. Orayı bile soymuş yöneticileri.
24 eyalet, yaşlılara ayırdığı fonları kaldırdı. Taşradaki, evinde ölüyor ve haftalarca kimse fark etmiyor.
Ve New Yorklular, yaşadıkları durumu, 61 yıl önce çekilen Bisiklet Hırsızı filmiyle özdeşleştiriyor. Bir babanın işini kaybetmemek için çalınan bisikletini aramasını anlatan İtalyan filmiyle. 2 hafta Lincoln Plaza’da gösterildi. Talep olunca Greenwich’te başka bir sinemaya daha kaydırıldı. Yapımcıya neden uzattığını sormuşlar. “Film, zamanın ruhunu yansıtıyor” demiş.
Yazının Devamını Oku