15 Ağustos 2010
Bir haber var. Yunan kökenli Amerikalı bir politikacının kurduğu bir grup, 17 Eylül’de Türkiye’de olacak. Grubun adı, Uluslararası Ayasofya Cemaati. 40 Ortodoks lider gelecek o gün. Ayasofya’ya gidecek. Topluca dua edecek. Sonra Türk Hükümeti’ne bir dilekçe gönderip “Ayasofya’yı bloke etmeye son verin. Tekrar kilise yapın. Ortodoksların kullanımına verin” diyecek... Hikâyeyi iki farklı biçimde anlatacağım. Biri New York usulü. Teorik. Karşılaştırmalı. Sarkastik. İşin özüne dair. Öteki Washington usulü. Pratik. Ad hominem. Bir roman kurgusuyla. İşin bağlantılarına dair. Birbirlerini tamamlayacak şekilde...
Siz çok mu demokratsınız?.. Özellikle referandumun ‘Evet’çilerine diyorum. Çağdaş, açık fikirli, özgürlükçü insanlarsınız öyle mi!.. O zaman bir sorum olacak...
Bir grup fanatik Taşnak derme çatma bir tekne bulup ağzına kadar bombayla yüklüyor. Dilovası’ndan demir alıp Körfez’den Boğaz’a, oradan Galata Köprüsü’ne geliyorlar. Ve köprünün tam ortasında gemiyi patlatıyorlar. Üstten geçenler... Solda Tarihi Yarımada... Sağda Karaköy... Bir felaket yaşanıyor. Binlerce insan ölüyor.
Sonra aradan yıllar geçiyor. Galata Köprüsü’nün yerine yenisi yapılıp Karaköy’e bir anıt mezar dikilirken... Bir Ermeni vakfı, Beyoğlu Belediyesi’nden izin alıyor. Patlamada hasar görmüş, anıt mezara birkaç blok ötedeki Surp Krikor Lusavoriç Ermeni Kilisesi’ni tamir edip genişletme izni... Ne derdiniz?..
İSLAMİ GAY BAR AÇACAĞIM DİYEN VAR
Bu anlattığımın aşağı yukarı aynısı, biliyorsunuz New York’ta yaşanıyor şimdi. Yıkılan İkiz Kulelerin iki blok yanına cami yapılıyor...
Eğer bu bir demokrasi ve beraber yaşama sınavıysa, hayır; Amerikalılar da bu testi geçemedi. Anketler camiyi istemeyenlerin ezici biçimde önde olduğunu gösteriyor. Muhafazakârlar ortalığı ayağa kaldırdı. Biri, “O caminin yanına İslami gay bar açacağım” diyordu.
Ama farklı olarak... Otorite işi destekliyor. Kentin belediye başkanı, Dışişleri Bakanlığı o caminin yapılması gerektiğini söylüyor. Var olan bir caminin tamiri de değil. Sıfırdan emlak tahsis edip camiyi kendi elleriyle yaptırıyorlar. Ve halk dirense de, bağnazlığın peşinden sürüklenmiyorlar. Gerçek bir lider gibi öncülük ediyorlar.
OLAN BİTENİ BAĞIRMADAN İZLEYEBİLECEK MİSİNİZ
Galata analojisini unutun. Farazi bir hikâye... Önümüzdeki ay dünyanın dört bir yanından Ayasofya’ya gelecek Ortodoks liderlerini düşünün. Ne yapacaksınız o zaman?.. Aklınızdan neler geçecek?..
Tamam, yaklaşımları belki çok sağlam değil. 500 küsur yıl önce Ortaçağ’da yaşanmış olayları bugünün koşullarıyla değerlendiriyorlar... Blokajı kaldırın, gibi anakronik laflar ediyorlar. Fatih Sultan Mehmet zaten gizli Hıristiyan’dı, Ayasofya’yı yağmadan korumak için cami yaptı gibi tartışmalı tezler öne sürüyorlar. Ama içeri girip dua ettiklerinde... Ve “Ayasofya’yı tekrar bize verin” dediklerinde nasıl davranacaksınız?..
CAMİ DESTEKÇİSİ AZINLIKTAN BİRİ OLABİLECEK MİSİNİZ
Takiyeci ya da kendini üstün gören bir hoşgörüyle değil... Açıklıkla karşılayabilecek misiniz olan biteni... Muktedir muhafazakârlar... Her şeyin ‘içyüzünü’ bilen ulusalcılar... General avındaki, adı liberaller... New York’taki camiyi destekleyen azınlıktan biri olabilecek misiniz?
Ah evet unutmuşum. Aranızda referanduma ‘Evet’ diyecek olanlar var değil mi!.. Sizin böyle testlere ihtiyacınız yok.
Demokratlık tescilini iktidardan almış dünyanın nadide demokratları!..
İşi yürüten kişi Başbakan’ın lobici yapmak istediği avukat
Washington’da tesadüf diye bir şey olmaz. Hiçbir şey kendiliğinden gelişmez.
Ayasofya işini yürüten cemaatin lideri, Chris Spirou adında Yunan kökenli bir Amerikalı. Uzun yıllar New Hampshire’da politika yapıyor ve eyaletin Demokrat Parti başkanlığına kadar yükseliyor. Clinton Ailesi’ne çok yakın. İddialara göre iş hayatında karıştığı bazı olaylar yüzünden de 90’larda Yunanistan’a gitmek zorunda kalıyor. Şimdi senenin bir dönemi Atina’da, bir dönemi New Hampshire’da. 2007’de de Ayasofya işini başlatıyor.
HELEN THOMAS’I ATTIRAN GÜÇLÜ AVUKAT
Spirou işin önemsiz kısmı. 2007’den beri bu iş için lobi yapıyor örneğin. Pek bir ilerleme sağlayamıyor. Ama iki ay önce işin içine Washington’ın güçlü avukatı Lanny Davis girince, mesele birden canlanıyor.
Davis ile ofisinde görüştük. Neden cemaatin Washington temsilciliğini üstlendiğini, neler yapacağını öğrenmek için...
Davis bir Yahudi. Yahudiler aleyhine yaptığı bir yorum yüzünden Beyaz Saray’daki işini kaybeden gazeteci Helen Thomas’ın atılmasını sağlayacak kadar da güçlü bir Yahudi.
HEM BUSH’UN HEM CLINTON’IN ARKADAŞI
Bir demokrat. Ama bağlantıları Davis’i partiler üstü kılıyor. Çünkü eski başkan oğul Bush’un Yale’den üniversite arkadaşı. Daha doğrusu, en yakın arkadaşı. Master programından da Hillary Clinton’un arkadaşı.
İşi üstlenmesi tam Mavi Marmara baskınından sonraya denk gelince sordum, “Sizin burada olmanız da Türkiye’ye misilleme isteyen Yahudi lobisinin bir işi mi” dedim. “Ben İsrail’i desteklerim ama hiçbir lobi örgütüyle bağım yok” dedi. Hatta Başbakan Erdoğan’ın çok büyük bir hayranı olduğunu söyledi. İşte asıl kısım da burada başlıyor.
Davis, hayran olması dışında Erdoğan ile iki kere de özel görüşme yapmış. İlki 2005’te. Davis’in İsrail’de yaşayan Romanya göçmeni Yahudi bir müvekkili, bir gün Davis’i arıyor. “Erdoğan benim yakın arkadaşım, tanışmanı istiyorum” diyor. Davis İstanbul’a gidiyor. Orada müvekkili olan Yahudi işadamının o sıralar ortak iş yaptığı iki Türk işadamıyla buluşuyor. Ve üçü beraber Ankara’ya gidiyorlar.
ERDOĞAN AİLESİNİ ANLATTI SONRA BENİMKİNİ SORDU
İşadamları kapıda bekliyor. Davis de Başbakan ile sadece bir tercümanın olduğu baş başa bir görüşme gerçekleştiriyor. “Ne konuştunuz” dedim. “Hayat hikâyelerimizi” dedi. O sıralar İsrailli işadamının ortaklarıyla gerçekleştirmeye çalıştığı bir iş var. “Hiç iş konuşmadınız mı” dedim. “Hayır. Bana, önce ben ailemi anlatayım, dedi. Ailesini anlattı. Sonra ‘şimdi siz ailenizi anlatın’, dedi. Bu sefer ben ailemi anlattım. Yarım saatlik görüşme böyle bitti” dedi.
BANA LOBİCİMİZ OL DEDİ BEN DE KABUL ETTİM
Sonra Washington’a dönüyor Davis. Ama Erdoğan’ın Başkan Bush’la görüşmek için Washington’a geldiği sırada Willard Otel’de tekrar buluşuyorlar. Yine sadece tercümanın olduğu baş başa ikinci bir görüşme yapıyorlar. Erdoğan, bu sefer Davis’den Türkiye’nin ABD’deki lobiciliğini üstlenmesini istiyor. Davis kabul ediyor. Ancak bir süre sonra Başkan Bush, Davis’in Beyaz Saray’da görev almasını isteyince iş olmuyor.
Davis’in anlattığı olaylardaki isimleri biliyorum. Ama yazılmamak kaydıyla söylediği için hiçbirini yazamıyorum.
Dedim ya Washington’da tesadüf olmaz diye. Önce ABD Elçiliği’ne gönderilen sahte darbe belgeleri... Şimdi de bu...
Konu Ayasofya değil. İsrail ile olan kriz sürsün, daha neler öğreneceğiz...
Yazının Devamını Oku 8 Ağustos 2010
Hafta içi Blackberry ile ilgili yaşanan gizlilik tartışması bir kez daha gösterdi ki. yazdığınız her e-postanın bir gün ortaya çıkacağını bileceksiniz. Ya ona göre yazacaksınız ya da hiç yazmayacaksınız Bundan üç yıl önce... Amerikan siyasetinde blogger patlaması yaşandığı sırada... O blogger’ların en hızlılarından 22 yaşındaki Ezra Klein bir Google grubu kurdu: Journolist.
Grup, sadece gazeteciler, gazetecilerden de sadece liberallerin alındığı bir yerdi. Üyeleri sadece Klein davet edebiliyordu. Yazılanlar kesinlikle gizliydi. Hatta grubun varlığından bile söz edilmemesi isteniyordu.
İş büyüdü. New York Times yazarı Paul Krugman’dan New Yorker editörü Jeffrey Toobin’e kadar birçok ünlü kişi katıldı. Grup, 400 üyeli bir klana dönüştü. Ve Obama’nın ABD Başkanlığı’na yürüdüğü kampanya dönemi, 400 liberal gazeteci, kapısı penceresi sımsıkı kapalı sanal bir odada, kendi aralarında off-the-record stratejiler belirlemeye başladı.
İşte Journolist medyada gitgide ezoterik bir efsaneye dönüşürken... Masonik listeye kimin üye olduğu, kimin neler yazdığı üzerine her yerde tevatürler üretilirken... Bir gün Washington’ın oyunbozanı Politico.com her şeyi faş etti. 2009 Mart’ında listeyi yazdı. Konuşulanlardan bahsetti. Ondan sonra da hikâyenin devamı çorap söküğü gibi geldi.
Obama’ya destek için aralarında fikir alışverişi yapan editörler... Söyleşiye gittiği muhafazakâr politikacılar hakkında küfürler yazan muhabirler... Hükümete Cumhuriyetçi TV kanalı Fox’un lisansını iptal yetkisi isteyen akademisyenler... Sırlar dışarı sızdıkça mesele skandala dönüştü. İşinden istifa etmek zorunda kalanlar oldu. Ve en sonunda, Klein, geçen ay Journolist’i kapattığını açıkladı.
Bu olayı şunun için anlatıyorum.
Hafta içi Blackberry ile ilgili yaşanan gizlilik tartışması bir kez daha gösterdi.
Kimin ne yazdığını göremeyen devletler Blackberry’nin üreticisine şantaj yapıyor. Üretici RIM özel yaşam havarisi gibi taviz vermem diyor. Ama sonra RIM’in server’larının bulunduğu Kanada ve İngiltere’de bu bilgilerin devletlerin erişimine açık olduğu ortaya çıkıyor. Bir de mahkeme kararıyla bilgilere ulaşan Amerikalıları ekleyin...
O listedeki gazeteciler, dünyanın gidişini herkesten iyi okuyordu. Özel yaşam... Sır... Mahremiyet... Bütün bu kavramların teknolojiyle birlikte nasıl başka bir içeriğe kavuşacağını aslında herkesten iyi biliyordu. Ama yine de hiçbiri alengirli işlere karışmaktan vazgeçmedi.
Buna artık alışacaksınız. Yazdığınız her e-postanın bir gün ortaya çıkacağını bileceksiniz. Ya ona göre yazacaksınız. Ya da hiç yazmayacaksınız.
Bir yayıncı, Journolist’in arşivini getirene 100 bin dolar vaat etmiş. O 400 kişiden buna tevessül edecek biri bile çıkmaz mı zannediyorsunuz!..
Telefonlarınız dinlene dinlene politik doğrucu olacaksınız
Bunun iyi bir tarafı mı olabilir mi!.. Yani insanın yazdığı özel bir mektupta bile konuştuğu kişiyle baş başa kalamayacağını bilmesi... Her yazdığının başkaları tarafından okunacağının farkında olması işinin.
Özel hayat kuralının hiçbir yanına sığmaz. Kabul!.. Ama sosyal psikologlara göre bugün teknolojinin ulaştığı nokta, toplumun tüm kesimlerine politik açıdan da bir doğruculuk dikte ediyor.
Batı ülkeleri, politik doğruculuğun toplumsal bir baskıya dönüşmesini 70’lerde aştı. Öyle ki, bu işten çoktan sıkılıp politik yanlışçılığı bile bile yapılan bir söz sanatı haline getirdi.
Ancak bu faslı yaşamayan... Politik yanlışçılığın bir mizah değil de, halen bir gaf, bir kabalık olarak kaldığı Türkiye gibi yerleri düşününce... Dinlenen telefonlar... Okunan e-postalar... Zıvanadan çıkmış, dedikodu ve boş tehdit denizinde yüzen epey bir insana iyi gelmiştir belki de...
İnsanların ‘korku’dan eşleriyle konuşurken bile artık içselleştirdikleri bir politik doğruculuk yaşadıklarını düşünürseniz... En azından yetiştirecekleri çocuklar daha farklı olacaktır. Az bir şey değil!..
Biri yanılıyor ama kim
Newsweek Dergisini satın alan 92 yaşındaki ses düzeni imalatçısı Sidney Harman tek değil.
· New York Daily News gazetesini satın alan emlakçı Mortimer Zuckerman var.
· Onun The Atlantic dergisini devrettiği Wall Street danışmanı David Bradley var.
· Geçen yıl The New Republic dergisinin patronu olan finans zengini Laurence Grafstein var.
· New York Times’a para veren telefoncu Carlos Slim var.
Sonuçta yazılı basın bitecek deniyor. Ama bu zenginlerin hepsi başka alanlarda kazandıkları paraları yine getirip yazılı basına yatırıyor.
Arkasında ne var bilmiyorum.
Gazeteciler yöneticilikten anlamaz, ben onlara nasıl para kazanılacağını göstererim kibri mi!.. Zaten zararları fazla değil, ömürümün son döneminde bari ben de yayıncı olmanın keyfini yaşayayım duygusu mu, anlamadım.
Ancak kesin olan, birileri yanılıyor!..
Ya bu yayıncılığa giren zenginler... Ya da yazılı basın bitti diyenler...
Yaratıcılık felaket tanımaz
Politik yanlışçılığın meşruiyetine bir örnek.
Tarihin en büyük çevre felaketlerinden biri yaşanıyor Amerika’da. Meksika Körfezi, BP yüzünden Petrol Körfezi olacaktı ama reklamcının derdi başka...
Felaketle ilgili promosyonlar çıktı. Bir havayolu şirketi petrolün etkilediği plajlara uçarsanız 50 dolar indirim yapıyor. Bir spor salonu da özür dilemekten beyni uyuşmuş petrol şirketi çalışanlarına bir hafta ücretsiz deneme dönemi veriyor.
Birkaç eleştiri geldi. Yanlış anladınız deyip devam ettiler.
Reklamcı affetmiyor...
Yazının Devamını Oku 18 Temmuz 2010
Üç portre. Bu hafta Amerika’da en çok konuşulan üç kişi. Onların hikâyeleri, aynı zamanda değişen toplum değerlerinin de bir sembolü. Küstah bir aktörle hırslı bir işadamının mülayim bir televizyoncuyla kesişen öyküsü, narsisizmin kısa tarihi gibi... MEL GIBSON
Washington’da saat 6’dan sonra gazetecilerin, yayıncıların toplanıp dedikodu yaptığı, biftekçi Morton’s’un terasındayız. Ağır meseleler bitti. Masadakilerden biri, Mel Gibson’un ses kayıtlarından bahsetmeye başladı.
Okumuşsunuzdur... Son çıkan, bir başyapıt. Irkçılık, yabancı düşmanlığı, cinsiyet ayrımcılığı, aile içi şiddet, anti-semitizm... İçinde aynı anda hepsi birden var.
Önce olayı özetledi. Habersiz homo politicus’lara neler olduğunu anlattı. Ama istediği etkiyi yaratamayınca, birden Gibson’ın telefonda eski sevgilisi Oksana Grigorieva’ya ettiği küfürleri taklit etmeye başladı.
Köşe masada oturuyoruz. Arkamda insanlar bakıyor mu diye kafamı çevirmeye bile korkuyorum. Ama hikâyeyi anlatan, aynı heyecanla, ses tonunu da Gibson’ınki gibi çatallaştırıp bağıra bağıra küfür etmeye devam ediyor. Masadakiler de bağıra bağıra gülüyor.
Grotesk performans bir süre daha devam etti. Derken önce anlatan sonra diğerleri sakinleşti. Ben de kaskatı halde kafamı çevirip kimlere rezil olduk diye arkama baktım.
Ne mi oldu!.. Hiç!..
Çünkü etraftakilere bakınca, hiçbirinin masada dönenlerle ilgilenmediğini fark ettim. Onun yerine, silme erkek dolu terasta, herkesin kendi Mel Gibson, kendi Rus ajan Anna Chapman öyküsünü konuştuğunu gördüm.
Anladım ki, Mel Gibson’ın o küstah, kendini beğenmiş, pervasız güç gösterisi, aslında o terastakiler için bir kıskançlık sembolüydü.
Ve Morton’s’un terası, Mel Gibson’ın narsisizmini çoktan meşrulaştırmıştı...
Güya skandal diye konuşurken, hikâyeyi çoktan benimsemiş... Herkes kendini anlatıyordu.
GEORGE STEINBRENNER
Hepsinin sorumlusu o olabilir mi. Yani sınırsız güç isteğinin... Kural tanımazlığın... Mutlak başarıdan başka hiçbir düstur kabul etmemenin!..
Yankees’in sahibi, Seinfeld’deki ‘The Boss’ karakterinin ilham kaynağı George Steinbrenner öldüğünden beri, Amerikalılar işte bunu tartışıyor. Tamam herkes iyiydi diye anlatıyor ama... Yaklaşık 40 yıl domine ettiği beyzbolu ve Amerikan spor endüstrisini baştan aşağı değiştiren adam bütün ahlak dışı yöntemlerine rağmen makbul olabilir mi?..
Mel Gibson’ın kibiriyle Streinbrenner’ın ne ilgisi var diyorsanız... Herhangi bir futbol karşılaşmasını izlemek için bir stada gidin. Burnundan en kıl aldırmayan adamların oturduğu tribüne kurulun ve etrafı izleyin. Ve aralarında hiçbir ortak yön olmayan, normalde bir arada olmak istemeyecekleri futbolcuları nasıl ilahlaştırdıklarına bakın.
Steinbrenner, sporcuları yıldızlaştırırken, onlara astronomik paralar verip her birini bir magazin figürüne dönüştürürken, aslında o narsistleri içeri çekip, onlardan daha narsist hale getirdiği kendi oyuncularının bağımlısı yapmayı planlamıştı.
Babasının altında sürekli ezilerek, insanları ezmeyi, onlarla oynamayı öğrendi. Ve narsist yıldızları, beyzbola ilk o saçtı. Geçen yıl Yankees’in yeni açılan stadını gezerken, görevliye “Emekli oldu” denilen Steinbrenner’ın ne yaptığını sormuştum. Ne emeklisi, siz onun bu kulübü o beceriksiz oğullarına bırakacağını mı zannediyorsunuz dedi. Önemli kararları halen o alır dedi. ‘The Boss’ Amerikan spor tarihinin en kült karakteri oldu. Kural tanımazlığı, acımasızlığı, başarı saplantısı, kontrolsüz hırsıyla...
Amerika’nın Ali Şen’i desem hangisine haksızlık etmiş olurum acaba. Ali Şen’e mi Steinbrenner’a mı?..
LARRY KING
Zamanlama bire bir uyuyor. 50’lerde bir grup Amerikalı gence, Minnesota Çokyönlü Kişilik Envanteri testi yapıyorlar. Psikopatolojinin temel unsurlarından testin, “Kendinizi önemli görüyor musunuz” sorusuna, katılanların yüzde 12’si “Evet” diyor. Aynı testi, bu defa 80’lerde aynı yaş aralığında yeniden deniyorlar. Sonuç yüzde 80 çıkıyor. Yani Steinbrenner’in Yankees’i satın aldığı 70’lerde, toplum gitgide daha narsist oluyor.
O zaman herkesin kendini her geçen gün daha önemli gördüğü... Toplumun her gün yeni megalomanyaklar tanıdığı bir dönemde... Larry King gibi birinin tutunabilmesi mümkün olur muydu!..
Steinbrenner’ın körüklediği Mel Gibson’ların arasında son beyefendiydi Larry King.
Söyleşilerde devam sorusu olmadan sadece kağıttan okuyacak kadar tembeldi, evet... İnterneti kullanmamakla övünecek kadar kalın kafalıydı. Ve ön seçim gecesi stüdyoya Mick Jagger’ı çağıracak kadar kopuktu... Ama Larry King, narsistlerin arasında makul olandı.
Bir tarafta 8 çocuklu yobaz Katolik Mel Gibson. Öteki tarafta 8 kere evlenen Larry King. Hangisi daha anlaşılır?..
Biri yazmış... 25 yıldır aynı programı yapan adamın reytingleri niye düşsün anlamıyorum, demiş. Aslında tam da 25 yıldır değişmediği için gitmişken nasıl böyle bir şey diyebilmiş bilmiyorum ama sadece Mel Gibson’a değil, size de yenildi Larry King. Ekranın arkasındaki narsistlere.
YouTube’lar, bloglar her gün egolarınızı şişirirken, televizyon onun kibarlığını kaldırmadı. Ve eminim, yerine geçecek olan o gün benimle Morton’s’un terasındaydı.
Yazının Devamını Oku 11 Temmuz 2010
Akşam. Ama sıcak o kadar arsız ki, sarkmış, olmaması gereken bir saatte, yanlış yerlerde dolanıyor. Metrodan indim. Kente kondurulmuş, o suni, steril, tak da olmasa kendini kamufle etmiş Çin Mahallesi’nden geçip içeri girdim.
Casusluk Müzesi’nde klimaları sonuna kadar açmışlar. Bina kapalı. Ama toplantı için girişte üç mihmandar bekliyor, gelenleri karşılıyor.
Üçüncü kata çıktık. Bir güvenlik noktasına geldik, aramaya başladılar. Çanta, bilgisayar, defterler... Biri üstümü tarıyor. Sonra öteki sağlamasını yapıyor, bir daha kontrol ediyor. Beyaz Saray’a girişte daha az inceliyorlar!..
Toplantının yapıldığı yere vardık. Salonda 50 kişi var. Epey de bir kamera... Yarısı konuşanlara çevrili, yarısı dinleyenlere.
Reza Kahlili de masanın başında.
KAFASINDA CASUS ŞAPKASI
Kahlili’nin durumu şu... Kafasında siyah bir beyzbol şapkası... Önünde ‘casus’ yazılı. Güneş gözlüğü... Suratında yeşil bir ameliyat maskesi... Üstünde de kahverengi, konuşma için alındığı belli, eğreti bir takım. Sesini maskenin altında bir cihazla deforme etmişler. Konuşurken metalik çıkıyor.
Anlattığım bu hikâye, hafta içi gittiğim ‘Nükleer İran İçinde Yeni Soğuk Savaş’ toplantısındandı. Toplantının yıldızı da nisanda ‘İhanet Zamanı’ diye bir kitap çıkaran eski CIA ajanı Kahlili idi.
TAKASLARA DENK GELDİ
Kahlili ismi müstear. Şimdi Los Angeles’ta yaşayan eski bir Amerikan ajanı. California’da okuyor. 70’lerde İran’a dönüyor. Şah devrildikten sonra da Devrim Muhafızları’na katılıp yıllarca CIA’ya bilgi sağlıyor. Kitabında anlattığı, toplantının konuşmacılarından CIA’nın eski Ortadoğu direktörü Melissa Boyle Mahle’nin tabiriyle, dünyada casusluk yapmanın en zor olduğu yer sayılan İran’da yaşadıkları.
Herkesin uzun uzun İran’a yaptırım işe yarar mı konuşması yaptığı toplantının içeriği çok önemli değil. Kahlili’nin konuşmasında söylediği baskıcı İran analizlerinin de şaşırtıcı bir tarafı yok.
Ancak tam da FBI’ın bir Rus casus şebekesini çökerttiği... Soğuk Savaş yıllarındaki gibi takasların yapıldığı bir sırada üst üste çok casus teşhirine tanık oldum.
Belki şaşılacak bir şey yok. 90’lardaki FBI’ın ulusal güvenlik şefi Ray Mislock’un dediği gibi, Washington, dünyada her zaman en çok casusun bulunduğu yer olmuş. Ve bu casuslar, kendilerini zaman zaman teşhir edip kenti her zaman bir pazaryeri gibi kullanmış. Kimi kitabı için, kimi de yeni iş için. Ama bir ayda bu kadar casusa denk gelmek...
SENATO’DA AJANLAR BULUŞTU
İki hafta önce... Bu sefer organizasyonu yapan, Washington’ın sağcı Yahudi örgütlerinden EMET’ti. Törenin esas oğlanı ise Hamas’ın kurucularından Şeyh Hasan Yusuf’un oğlu Musab Yusuf.
Kahlili ile birebir aynılar. Kahlili nasıl CIA’ya çalıştıysa, Yusuf da 1996’da tutuklanınca İsrail’in ajanlık teklifini kabul ediyor. Ve 2007’de Batı Şeria’dan kaçtığı güne kadar, 10 yıl İsrail istihbarat örgütü Shin Bet’e bilgi aktarıyor. Tıpkı Kahlili gibi şimdi o da California’da. Ve tıpkı Kahlili gibi onun da bir kitabı var. Martta yayınladığı, ‘Hamas’ın Oğlu’.
Gizlilik bu toplantıda daha üst düzeydi. Katılacağımı duyurdum. Bir cevap geldi: “Size yeri ve zamanı güvenlik nedeniyle son dakika bildireceğiz.” Sadece saati biliyorum. DC’de yapılacağını söylediler. Başka da bir detay yok.
Buluşmadan dört saat önce beklediğim e-posta geldi: Amerikan Senatosu’nun Russel çalışma ofisi.
Yusuf, Kahlili gibi yüzünü ve sesini artık saklamıyor. Zaten toplantının amacı da, ABD Göçmenlik Bürosu Yusuf’a Hamas’çı diye sığınma vermemiş. Yusuf’a destek oluyorlar. Hayır Hamasçı değil, İsrail adına casusluk yaptı, diyorlar. Ancak toplantıyı Amerikan Senatosu’nun içine aldıracak kadar önemli olan güvenlik unsuru ise aslında zannedildiği gibi Yusuf değil. O akşam Yusuf’a destek olmak için İsrail’den gelen... Ve sırf mahkemede onun lehine tanıklık yapabilmek için kendini deşifre eden... Yusuf’un Shin Bet’teki tek kontağı, İsrail ajanı Goner Ben-Itzhak.
Konuşmalar yapıldı. Yusuf cesaretinden dolayı alkışlandı. Ben-Itzhak, “Evet Yusuf benim için çalışan bir ajandı” diye tanıklık etti. Ve o toplantıdan tam bir hafta sonra, Yusuf mahkemeden sığınma iznini aldı.
EN BÜYÜK CASUS ASSANGE
Ne işe yarıyorlar emin değilim. İsrailliler kaçırılan asker Gilad Şalit’i dört yıldır bulamıyor. Usame Bin Ladin’in nerede olduğuna dair tek bir ipucu çıkmadı. Ama bu casusluk oyunundan hiçbir zaman vazgeçilmiyor. Anna Chapman’lar... Takaslar... Çıkan kitaplar... Petrol sızıntısı haberlerinden daha ilginç tabii...
Bir de şöyle bir durum var: Neyin casusluk olduğu, kimin casus olduğunun birbirine girdiği bir dönem bu. Yakalanan Rus casusları, 10 yıldır Rusya’ya tek bir kayda değer bilgi aktaramamış mesela. FBI bu dönem her adımlarını izlemiş. Ama şimdi sorunca, casusuz diyorlar.
Her şey birbirine girdi demek istemiyorum. Casusluk diye bir meslek yine olacaktır. Washington’da yaşadığımız bina, 2. Dünya Savaşı sırasında bir ülkenin casusluk merkezi olarak kullanılmış. Ev bakarken, iki farklı emlakçıdan iki farklı “Bizim binada da bir Küba casusu yakalandı” hikâyesi dinledim. Eminim şimdi de aynı şeyler yaşanıyordur. Ama kim casus, kimin yaptığı iş casusluk denilince burada ölçü, sanırım, “Kim bu iş için para alıyorsa o casustur” olmalı. Çek almıyor olsa bile görünmez bir el tarafından her gün desteklenen, yükselen, yan faydalar sağlayanlar ayrı. Ancak herkesin beğenmediğine casus yakıştırması yaptığı bir dönemde başka objektif bir kriter de yok diye düşünüyorum.
Eğer değişen casus profiline gelecek olursak... Bugün bana kalırsa dünyada Wikileaks’in kurucusu Julian Assange’den daha büyük bir casus yok. Herkesin onun kriptolu sitesine belge sızdırmak için yarıştığı, kimin ne için yolladığı anlaşılmayan belgelerin basıldığı Wikileaks’den daha etkili bir istihbarat örgütü de bilmiyorum. Şimdi sivil ölümlerine neden olan Afganistan’daki Amerikan hava saldırısının belgelerini hazırlıyor Assange. Sonra da elindeki ABD Dışişleri Bakanlığı’na ait 200 bin sayfa kriptolu mesajdan bir potpuri sunacak. Para alma kısmına gelirsek de... Irak’taki ABD helikopterinin Iraklıları öldürüşünü gösteren videonun olduğu hafta 150 bin dolardan fazla bağış toplamış. Kime mi çalışıyor: Freelance.
Yazının Devamını Oku 4 Temmuz 2010
‘Hamlet’in BlackBerry’si’nde, yazar William Powers bugünkü dijital yaşamı geçmiş filozofların gözünden anlatıyor. ‘Sığlıklar’ kitabında ise yazar Nicholas Carr, teknolojinin insan beynini nasıl etkilediğini tartışıyor. İkisi de teknoloji sosyolojisi üzerine ve ikisi de geçen ay çıktı. Kitapları özetleyip, Sokratesli iki bölüm alıntılayacağım. Fikir dediğin hurafe, gerçek olan argüman demiştim. Onda da Sokrates’in iki yazarın elinde ne hale geldiğini göreceksiniz. Bir pazar münazarası
BİRİNCİ YAZI
Hayatı boyunca tek satır kalem oynatmadı. Bütün fikirlerini öğrencisi Eflatun kağıda döktü, o konuştu. Ve yazıya karşı çıkarak, Sokrates tarihte teknoloji anksiyetesi yaşayan belki de ilk düşünür oldu.
Phaedrus’a şöyle demişti bir keresinde: “Kitaplar, ruhta unutkanlık yaratır. Çünkü okudukça, kendinizi hatırlamayı bırakır, uydurulmuş yazılı karakterlere güvenmeye başlarsınız. Beyninizi tahrip edersiniz.”
Bunları, Nicholas Carr’ın ‘Sığlıklar: İnternet Beyinlerimize Ne Yapıyor’ kitabından aktarıyorum. 2008’de Atlantic dergisinde yayınlanan meşhur makalesinde “Google bizi aptal mı yapıyor” diye sorduğunda da aynı şeyi söylemişti; teknolojinin beyne zarar verdiğini.
Eskiden denizde bir dalgıçtık. Ağır ağır, sindire sindire keşfediyorduk. Şimdi yukarıda jet ski yapıyoruz. Hızlıca, şöyle bir bakıyoruz.
Derin değil sığ. Ancak farkı... Bu sığlık bir okyanus kadar geniş. Ve altımızdaki, bizi uçuran bir jet ski.
“Dijital yaşam, beynin konsantrasyon gücünü altüst etti” diyor Carr. Yeni bilginin cazibesi, hepimizi hiperlinklerin arasında bir gezgine dönüştürdü. Ama kimin yüzünden diye soruyorsanız... İnternetin suçu değil. Maymun iştahlılık insanın doğasında var çünkü. Ve dijital devrimin tek yaptığı, bu zayıflığı ortaya çıkarmak.
Ne demişti Sokrates?.. Her gün beynini tahrip ediyorsun. Her gün benliğinden yitiriyorsun. Ve kafatasının içindeki kıvrımları, her gün teknolojinin uşağı haline getiriyorsun.
Ondan ona, ondan ona koşarken, korteksinin programlanmasına göz yumuyorsun...
İKİNCİ YAZI
Sokrates bir gün yolda Phaedrus’u görür. Ve uzaktan, o en bilinen sorusunu sorar: “Phaedrus dostum!.. Neredeydin?.. Nereye gidiyorsun?..”
Phaedrus, Sokrates’e döner. “Lysias’ın sohbetinden geliyorum” der. “Cinsellik tartıştık bugün. ‘İnsan âşık olduğu biriyle mi yoksa âşık olmadığı biriyle mi daha iyi seks yapar’ diye sordu. En sonunda âşık olmadığı birinin, saf şehvet için daha iyi olduğuna karar verdi. Şimdi onun üzerine düşünüyorum. Doktor Acumenus, ‘ülke yolları şehir sokaklarından daha dinlendiricidir’ demişti. O yüzden de düşünmek için kentin duvarlarının dışına yürüyorum. Sen de katılsana...”
Sokrates teklifi kabul eder. Beraber yürümeye başlarlar. Bir süre sonra da, Atina’nın dışında, ağaçların, çayırların ortasında baş başa kalırlar. Bir süre sessizlik olur. Ve Sokrates, Phaedrus’a dönüp şöyle der: “Affet beni dostum. Ben kendimi öğrenmeye adadım. Ama manzaranın, ağaçların bana vereceği hiçbir şey yok. Bunu sadece insanlarla yapabilirim. Ben dönüyorum.”
Bu hikâye de, William Powers’ın ‘Hamlet’in BlackBerry’si: Dijital Çağda İyi Bir Hayat Kurmak İçin Pratik Felsefe’ kitabındandı. Ancak ilkine göre farkı, Sokrates burada modernleşmenin sembolü olarak sunuldu. Çünkü herkesin sürekli internette, hiperbağlı olduğu... Ama yeterli görmeyip daha fazlasını istediği bir çağda dijital maksimalistlerin atası olarak tanımlandı. Bir anlığına bile olsa, kentten ayrılıp zihnini dinlendirmek içinden gelmiyordu.
Ama şimdi... “Devir, başkalarına mesafe koymayı becerebilme devri” diyor Powers. Pratik felsefenin en büyük sorusu artık şu: Hiperbağlıyken, dijital hayatını maksimize ederken, ekrandan uzaklaşabiliyor musun, uzaklaşamıyor musun?.. Dijital detoks yapıyor musun?..
Ne kadar bağlı kaldın?.. Daha ne kadar kalacaksın?..
Yazının Devamını Oku 27 Haziran 2010
Gerçekten bir kötü kız olduğunda bunların hiçbirini başaramayacağını kendi de kabul etmiş. Ama yine de, final döneminde yüzüne uysal, sıkıcı bir maskenin yapışıp kalmasını da istemiyor.
Fotoğraflara bakıyorum. Sırf vücudu değil, ifadesi de olduğu gibi değişmiş. İlkinde genç, küstah. Tepeden, dolu dolu bir hırsla bakıyor. Ötekinde yılların ağırlığını yüklenmiş. Dingince süzüyor sadece. Birinde dipdiri, toy. İkincisinde umursamaz, bekliyor. Ancak değişmeyen...
Helen Mirren, 24 yaşında ‘Rüşt Çağı’nda oynarken nasılsa, 41 yıl sonra bir genelev mamasını oynadığı ‘Aşk Çiftliği’ filmi için çektirdiği tanıtım fotoğraflarında da aynı, ikisinde de çıplak.
Bir röportajında demiş ki, “Ben hâlâ kötü kız olmaya çalışan bir iyi kızım.”
20’li yaşlarına gelmeden bir gün flörtü tarafından tecavüze uğruyor Mirren. Ama şikâyetçi olmuyor, normal karşılıyor.
Kokain kullanıyor 80’lerin başına kadar. Nasıl bıraktığı sorulunca da, eski Nazi Klaus Barbie’nin kokainden para kazandığını öğrendiği için bıraktığını söylüyor. İçkiye düşkünlüğü... Düzensiz yaşamı...
Mirren bir Shakespeare oyuncusu, evet. İngiliz tiyatrosunun en büyüklerinden... Bir dam... Ama kendisinin iyi bir kız olduğu fikrine acaba nereden kapılmış ki!..
KÖTÜ HATIRLAYIN
Yazının Devamını Oku 20 Haziran 2010
Amerikalılar değişime çok güveniyor, kasımdaki sandığa hayatında ilk defa aday olmuş 2 bin 300 kişiyi hazırlıyor. Dışı Obama, içi Cumhuriyetçi bir politik zümre oluşuyor. Kendisi kasımda kadrolarını nasıl değiştirecekse Türkiye’de de aynısının yaşanabileceğini düşünüyor. Yani... Türkiye’de de bir yaprak dökümü bekliyor
* Caillou daha ortada yokken... Power Rangers, Pokemon çıkmamışken... Biz 80’lerde hepsinin anası Voltron’ı izlerdik. Önce tek başına dövüşüp dayak yiyen... Sonra Voltron’ı oluşturunca ışın kılıcıyla herkesi kesen 5 kaplanı... Şimdi yeni öğreniyorum. Voltron, o dönem Türkiye’ye geldiğinde, aslında Batı’nın kıyıda köşede kalmış ucuz işlerinden biri değilmiş. Tam tersine, yaratıcısı Peter Keefe, Voltron’la Japon animelerinin Amerikan pazarına girişini gerçekleştiriyormuş. Keefe öldü geçenlerde. Bunları hayat hikâyesinde okudum.
* 1830’larda yazdığı ‘Amerika’da Demokrasi’ kitabında Fransız Alexis de Tocqueville’in bir cümlesi var. Değişimi severler ama devrimden ödleri kopar diyor Amerikalılar için. Her gün ikincil unsurları değiştirirler. Ama asıl unsura asla dokunmazlar. Animeyi alıyorlar, hikâyeyi Batılılaştırıyorlar. Çizgileri koruyorlar, Japon kültürünü ayıklıyorlar. Böylece devrimden uzak, dışı Japon, içi Amerikan değişik bir Voltron yaratıyorlar.
* Başka türlüsü şimdi Obama’nın başına geliyor. iki yıl önce değişim vaat etti, şans verdiler. Ama iki yıl sonra o kadar mutsuzlar ki, görev başında ne kadar politikacı varsa... Demokrat-Cumhuriyetçi, hepsinin üstünü çizmeye başladılar. Önseçimlerde hepsi eleniyor. Ülke, kasımdaki sandığa hayatında ilk defa aday olmuş 2 bin 300 kişiyi hazırlıyor. Dışı Obama, içi Cumhuriyetçi değişik bir politik zümre oluşturuyor.
* Modern zaman, internette kimsenin kıramadığı bir eğilim yarattı. Tekelleşme eğilimi bu. Facebook çıkıyor, herkes Facebook’ta. Bebo batacak. Twitter deniyor, herkes Twitter’da. Friendfeed’in işi zor. Niye peki?.. Onlar ilk diye mi?.. Onların teknik kapasiteleri daha üst diye mi?.. Hayır!.. Tek sebep, bildiğiniz, basit sürü psikolojisi. İşin özünde sosyalleşme olunca, başkalarını en kalabalık neresiyse orada arıyorsunuz. İnsanlar nereye yürüyorsa siz de oraya yürüyorsunuz. Ve şimdiye kadar sizi hep bireyselleştirdiği söylenen teknolojiyle, tam tersine aslında devasa bir sürünün ortasında yaşıyorsunuz.
* Yazar Christopher Hitchens’ın bugüne çok uygun düşen bir devrimci tanımı var. Gerçek devrimci, iktidardakilerle çatışan değildir, diyor Hitchens. Gerçek devrimci, kendi arkadaşının yanlışını görmeye cesareti olandır. Sürünün içinden dışarı bağıran değil... Sürünün içindekilerle didişebilendir.
* Bırak şimdi... Amerikalılar Türkiye’ye ne diyor... İsrail krizi, İran oylaması... Ne olacak bu işler diyorsanız da... Şöyle bağlayayım... 80’lerde Voltron’ı izlemiş bir ülke. Işın kılıcıyla
sorunları çözebileceğine
Yazının Devamını Oku 13 Haziran 2010
Mac kullanıcıları Katolik, PC’ciler Protestan. Mac, şatafatlı ikonalarla gönül almaya çalışan, Cizvit işi, reform karşıtı bir neşe. PC, yoruma açık ama ağır bir kişisel sorumlulukla ezen, Kalvinist bir baskı... Sokak adam edilemeyecek kadar berbatsa, bir bina dikip insanları içine tıkıyorsun... Konsantre bir gösteriş yaratıyorsun. Sonra da bir alışveriş merkeziyle modernleştiğini zannediyorsun. Washington’daki şimdilik tek Apple mağazasının böyle bir yerde olması bu açıdan bir tesadüf olabilir mi!..
İçeriye girdim. 3GS iPhone’ların önünden geçerken, mağazada çalışan bilgisayar geek’lerinden biri, “Biraz bekleyin” dedi. Kimse duymasın diye de kısık sesle konuşuyor: “Bugün sakın almayın. Bugün bir açılış konuşması anonsu geldi bize. Her açılış konuşmasında yeni bir ürün lanse ediliyor. Onu bekleyin.”
Niye bana bir iyilik yaptı?... Elimde bir Blackberry ile dolaşıyorken bu iPhone kardeşliğinde niye benim de bir yerim olduğunu düşündü hiçbir fikrim yok. Ama kalın gözlüklü, saçı başı dağınık satıcı öyle bir hava yarattı ki, sanki bir Apple Tarikatı var ve ben de üyesi olmaya davet edilmiştim. Tıpkı Umberto Eco’nun bundan yıllar önce söylediği gibi. Apple dinine çağrıldım.
Eco’nun bugün bile referans verilen o makalesinin başlığı Kutsal Savaş. 1994’te yazmış. Steve Jobs’u şirketten atmışlar. Daha dönmesine 2 yıl var. Apple henüz bir fenomen haline gelmemiş. Ama daha o zamandan adını koymuş. PC ve Mac arasında kutsal bir rekabet var ve bu durum dünyaya şekil veren, yeraltında bir din savaşına dönüşüyor demiş.
Son çıkan aletlerle dolaşan teknoloji bağımlısı erkeklerin Freudyen analizi artık yeterince kabak tadı verdi. O aletlerin neyi sembolize ettiğine artık ayağa düşmüş Freud’le cevap vermek fazlasıyla sıkıcı. Ama işi bir dine benzetmek... Mac kullanıcılarını Katolik, PC’cileri Protestan yapmak... Mac’i şatafatlı ikonalarla gönül almaya çalışan, Cizvit işi, reform karşıtı bir neşe gibi yorumlayıp PC’cileri yoruma açık ama ağır bir kişisel sorumluluk altında ezilmiş Kalvinistlere benzetmek... Tam da bir Ortaçağ semiologunun kalemi... Aklınıza elinde tuttuğu ekranı açık bir Mac’i okuyarak karanlık bir manastır koridorunda yürüyen, Gülün Adı’nda anlattığı Cizvit rahiplerinden birinin görüntüsü gelmiyor mu?
Almadım iPhone. Alacağım da yoktu zaten ama o an benimle paylaştığı sırrın beni değiştirdiğini düşünmesini istedim. Ve müstakbel tarikat arkadaşıma teşekkür edip “O zaman ben yarın geliyim” diyerek çıktım.
Çıkarken... Tecrit eden, yorumu daraltan, o şatafatlı alışveriş merkezinde Apple’ın ne aradığını da galiba anladım.
Orası aslında bir Cizvit manastırı!..
İnsanlar kaçıyor politikacılar kovalıyor
Umberto Eco, Mac-PC çekişmesini, “Aslında ikisinin de altında aynı şey yatar” diye bağlıyor. İkisinin de kodlarını Eski Ahit’e benzetip, her zamanki gibi her şeyi Yahudi Lobisi’nin kontrol ettiğini söylüyor. Kinayeyle...
Politikaya girmeden söyleyeyim... Semiyolojiye takık Tevrat yorumcularını, şifrelerle hayatın anlamını arayan Kabalacıları düşününce Eco haksız sayılmaz... Bir de politikaya girseniz...
Hafta içi İsrail’in elçilik yetkililerinden biriyle konuşuyoruz. Laf, bir ara İsrail Başbakanı Netanyahu’nun Gazze krizi yüzünden iptal edilen Washington gezisine geldi. Neler planlanmıştı diye sordum. İşin medya kısmından bahsederken “Başbakan’ı Colbert Report’a çıkaracaktık” dedi. Yani o kadar ağır haber programı, ağır anchor, ağır televizyon kanalı dururken, Comedy Central’da politik hicivler yapan, kendi ifadesiyle iyi niyetli, ama bilgisiz ve had safhada salak bir anchor taklidi yapan Stephen Colbert’ın karşısına oturacaktı. Antimedya bir şovmenle konuşacaktı.
Eco’nun dediği gibi semiyoloji Yahudilerin ustası olduğu bir işse, doğru okudular demektir. Çünkü trend bu. İnsanlar artık politikacı görmek istemiyor. Ama akıllı olan politikacılar, onları yakalayacakları yerleri biliyor.
Barbara Walters, Whoopi Goldberg gibi kadın sunucuların hazırladığı The View’e çıkmak için yarışanlar... Colbert’a gidenler... CNN ve CBS’i, haber servislerini birleştirmeyen zorlayan da işte bu.
2008 OBAMA
* Bush’tan sonra kazandı. ABD tarihinin en başarısız başkanlarından birinden sonra.
* Afganistan, Irak’ta batağa saplanmış bir ülke ve büyük bir ekonomik kriz devraldı.
* Katrina Kasırgası’nı eline yüzüne bulaştırmış Cumhuriyetçiler, halkta nefret yaratmıştı.
* Seçilmek için internette kendine bir taban yarattı.
* Çok iyi eğitimli. Donanımlı. Belagati sağlam. Hepsi seçilmesinde etkili oldu.
* Seçimden önce öyle bir hava yakaladı ki, rock star kadar popüler oldu.
* İlk siyah başkan oldu.
2012 PALIN
* Böyle giderse Cumhuriyetçiler’in 2012 adayı olacak ve ABD tarihinin en başarısız başkanlarından birine karşı yarışacak.
* Enkaz devralacak. Afganistan, İran’da batağa saplanmış, işsizliğe teslim olmuş bir ülke.
* Meksika Körfezi’ndeki petrol sızıntısını durduramayan Demokratlar, halkta nefret yarattı.
* Çay Partisi hareketiyle bir gönüllüler ordusu kurdu.
* Kapandı. Söylenene göre aylardır kitap okuyor, kampanyasına hazırlanıyor.
* Öyle bir hava yakaladı ki, kasımdaki ara seçim öncesi gidip destek verdiği isimler adaylığı kapmaya başladı.
* Böyle giderse ilk kadın başkan olacak.
Joe Lauria, Pensilvanya’ya Ergenekon’un peşinden gitti
İki ay önce Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun bu sefer nükleer zirve için Washington’a geldiği dönemdi. 14 Nisan’da düşünce kuruluşu CFR’da da bir konuşma yaptı.
Konferansa gittiğimde salonda uzun süre önce konuştuğum bir gazeteciyi gördüm. Kendi kurduğu internet sitesinde genelde komplo teorileri yazan Wayne Madsen. Toplantıdan sonra da Madsen beni o gün yanındaki başka bir gazeteciyle tanıştırdı. O da geçen haftaki Wall Street Journal’da çıkan Fethullah Gülen röportajını yapan Joe Lauria idi.
Lauria New York’tan gelmiş, Madsen DC’den. Ancak konuştukça aslında Davutoğlu için gelmediklerini öğrendim. O gün konuşmanın moderatörlüğünü yapan eski Ankara Büyükelçisi Marc Grossman için oradalardı. Çünkü Grossman’ın uluslararası nükleer madde kaçakçılığına karışmış ve Türkiye adına çalışan bir ajan olduğunu düşünüyorlardı.
Madsen gibi Lauria’nın da öncelikli ilgi alanı Ergenekon. Fethullah Gülen’in ismini o gün ilk kez benden duydu. Ve sizin şimdilik sadece Gazze boyutunu okuduğunuz Gülen röportajında da, yazılı yanıtlanan asıl kısımlarda Gülen’e sadece Ergenekon’u sordu.
Dışarıdan bakınca çok gizemli görünen bir sürü olayın tam aksine ne kadar basit sebeplerden doğabildiğini biliyorum. O yüzden Gülen’in WSJ’a verdiği röportajla ilgili yazılanları da bu gözle okuyorum. Ancak yine de sorulması gerek.
Bir serbest gazeteci olan ve WSJ’ın adını kullanan Lauria’nın Pensilvanya’ya geçen ay yolladığı Ergenekon’la ilgili 11 soruya Gülen’in cevap vermesinde ne etkili oldu?.. Örneğin aynı dönem New York Times da soru yolladığı halde, neden Wall Street Journal seçildi?.. Bir de Hakan Yavuz, Tuncay Güney... Gülen Cemaati’nde, başta kulağa hoş gelen şeyler söyleyenlere kucak açma gibi bir gelenek var anladığım kadarıyla. Sonra pişman olunsa da... Bu röportajın kabul edilmesinde de böyle bir durum oldu mu?..
Bir Yankee’nin futbolu sevmesi neden zordur
* Çünkü konsantre olamaz. Kesintisiz 45 dakika uzun gelir.
* Bir İngiliz ile aynı sporu sevmeyi kendine yediremez. Amerikan futbolu, beyzbol, hokey, basketbol dururken...
* ESPN aldı Dünya Kupası yayın hakkını. 4 yıl önce maçları bir beyzbolcuya anlattırmışlardı. Skandal olunca şimdi İngiltere’den spiker transfer ettiler. Bu bile onun için büyük bir utançtır.
* İzlemek istese de televizyonda, gazetede futbol haberi bulamaz.
* Reklama müsait değildir futbol. Mola yok çünkü. Bu yüzden televizyoncular da futbolu sevmesi için uğraşmaz.
* Sporda paranın konuştuğunu düşünür. Büyük statlar, gösterişli yayınlar... Siz şimdi sevmiyorsunuz ama Platini çok güzel söyledi. Futbolu IMF gibi zanneder.
* Hiçbir zaman tek bir işle ilgilenmez. ESPN, futbol yayınına uygun değil diye ekranın altından akıttığı haber bandını kaldıracağını açıkladı. Kıyamet koptu...
* En önemlisi, her zaman kazanmaya alışmıştır. Futbolun istikrarsızlığından hoşlanmaz.
Yazının Devamını Oku