11 Nisan 2010
20 gün boyunca ev yapımı ekmek yedikten sonra, aybaşı Bağ-Kur maaşını çekmek için kasabadaki Ziraat Bankası’na gitmişken fırına uğrayıp taşıyabileceği kadar fırın ekmeği alan çiftçiler gibiyim... Köyden kente gidip fırın ekmeği aradım. Washington’dan New York’a oradan Boston’a geçip hikâye topladım. Biri MoMA öyküsü, öteki Ergenekon hikâyesi... Ama ikisinin de başlığı aynı. Çünkü hikâyenin özü aynı...
Kadına mı erkeğe mi?
İyi düşünün... Çünkü o kadar yakın duruyorlar ki, ikisinden birine değmek zorundasınız. Biriyle burun buruna geleceksiniz. Birine arkanızı döneceksiniz. Ve geçerken düşmemek için ikisinden birine dokunmak zorunda kalacaksınız. Hangisi? Kadın mı, erkek mi?..
Bu, yaşayan en büyük performans sanatçılarından Marina Abramoviç’in (64) MoMA’daki retrospektif sergisinden bir sahne. Müzenin 6. katında, girişin çocuklara yasak olduğu sergiye giderken Abramoviç’in 70’lerden beri yaptığı bütün performansları göreceğimi biliyordum. Ama çoğu video olur diye düşünürken, bir de hemen hepsinin oyuncular tarafından sergilenen canlandırmasını izledim. “Şıkışıklık Bunu Yapar” dediği performans onlardan biri...
Canlandırma dedim çünkü bunlara performans demek doğru değil. Abramoviç, insanların karşısında, duvara asılmış bir bisiklet selesine vajinasını dayayarak ayakları havada çarmıha gerilmiş gibi 8 saat durmuş. Canlandırma oyuncuları ise her saat başı değişerek yapıyorlar bunu.
Anlattığım geçit hikâyesinde de Abramoviç, Alman oyuncu Ulay ile bütün gün kesintisiz sürdürmüş performansı. Oyuncular burada da yine 2 saatte bir yer değiştiriyor.
Utananlar var. Sergide çok çıplak kadın olmasından rahatsız olanlar gördüm. Değil geçitten geçmeyi, bakamayanlar bile fark ettim ama şu kesin: İçeride olan şeyler, gelen herkesi öyle ya da böyle sarsıyor!.. Kimse kayıtsız kalamıyor. Tam da 60’larda Amerika’da patlayan performans sanatının hedeflediği gibi...
Benim nasıl geçtiğime gelince.... Önce uzun süre başkalarını izledim. Nasıl davranıyorlar, baktım. Sonra da yüzümü yere çevirdim... Kadına doğru döndüm. Ve sendeleyip dokunmak zorunda kalmamak için dengemi iyice kurup aralarından hızlıca süzüldüm...
Yazının Devamını Oku 4 Nisan 2010
70’inde bir adam düşünün... 13 yıldır, her akşam, saat 4-5 civarı elinde bir pankartla geliyor. Massachusetts Caddesi’nde, Başkan Yardımcısı’nın rezidansının tam karşısına, Vatikan Büyükelçiliği’nin önüne geçiyor. Ve yoldan geçenlere elindeki pankartı sallamaya başlıyor. Saatlerce inatla... Kar, kış, yağmur demeden her gün...
Vatikan pedofilleri saklıyor!.. Sosyopatlar pedofilleri gizliyor!..
Adamın adı John Wojnowski. 15 yaşında, İtalya’da bir papazın tacizine uğramış. 90’ların sonunda Amerika’da pedofil rahip skandalları patlayınca da birden, yıllarca bilinçaltına ittiği olayı hatırlamış. O gün bu gündür Vatikan Elçiliği’nin önünde...
Katolik Kilisesi’ndeki çocuk tacizi hikâyesini izliyorsunuzdur mutlaka. Amerika’daydı... İrlanda’da oldu... Almanya’ya sıçradı. Derken öyle dallanıp budaklandı ki, geçen hafta Katoliklerin kalbine kadar ulaştı. Vatikan’a!..
Kimsenin, şimdi bu olanları Washington’daki yarı meczup bir adama bağladığı yok tabii. Tek başına pankart açmakla Papa’yı devirecek hali yok... Öyle mi diyorsunuz!..
Geçen yıl, Amerika’da bir kitap çıktı. Adı, “Wrestling With Moses”... Moses ile Kapışma... Tarihin gelmiş geçmiş en tartışmalı şehir plancılarından Robert Moses’a musallat olan inatçı bir kızın öyküsünü anlatıyor. New York’u çizen kudretli Moses’un karşısındaki tıfıl gazeteci Jane Jacobs’ı... Ve onun, sokağa çıkıp otoyol inşaatlarını tek başına durdurmasını...
Tarih Jacobs’ın hakkını daha o yıllarda teslim etmiş. Halbuki Papa’nın kellesi giderse Wojnowski’ye gelinceye kadar bir sürü insan bu işten kendine pay çıkaracaktır.
Ancak bugün eskiyle karşılaştırınca inatçıların elinin çok daha güçlü olduğu bir dönem yaşıyoruz. Çünkü seslerini duyurmalarının çok daha kolay olduğu bir zaman bu.
Açın interneti ve “Vatican Embassy” diye bir arama yapın. Washington DC yazmanıza gerek yok, sadece Vatikan Büyükelçiliği... Resimlerine tıkladığınızda, ilk sayfada Wojnowski’nin pedofil pankartlarını göreceksiniz.
Söylüyorum, emin olmayın... Sistine’den yakında bir beyaz duman yükselir ve San Pietro Meydanı’nda biri “Habemus Papam” (yeni bir papamız var) diye bağırırsa, Washington’da her akşam önünden geçtiğim o inatçı adamın bunda bir rolü olmadığını kimse iddia edemez. 13 yıl...
New Yorkluyum, öldürürüm
Anlattığım iki inatçı hikâyesi de, aslında erdem içeriyor. Bir de bunun hırsa bulanmış, sevimsiz bir şekli var. New York dergisinde bu hafta Lady Gaga’nın öyküsünü anlatmışlar. New York’un bugün dünyanın en büyük pop starı Lady Gaga’yı yaratma hikâyesini. New York mu çıkarıyor, baştan aşağı bir proje mi, başkaları mı yaratıyor ayrı... Ancak yazıya daha önce söylediği bir lafı da koymuşlar ki, kafasına koyduğunu inatla elde etmeye çalışan şimdiki yeni insanı daha iyi özetleyemezdi.
“Los Angeles’ı sevmiyorum” diyor Lady Gaga. “Niye” diye merak ediyor konuştuğu kişi. “Çünkü” diyor, “burada herkes ünlü olmak istiyor ama kimse oyunu kuralına göre oynamıyor. Ben New Yorkluyum. İhtiyacım olanı elde etmek için öldürürüm.”
4 kuşaktır kulis dönüyor
Herkesin yaptığı işte Lady Gaga gibi acımasız bir inat içine girmesi gerekmiyor tabii.
Martin’s Tavern, Washington restoranları arasında en eski aile şirketi. 77 yıldır Martin Ailesi’nin. Yerleri Georgetown’da. Ve kurulduğu günden bu yana aynı zamanda görevdeki tüm başkanların gidip yemek yediği bir yer. İçeride Kennedy’nin, Nixon’ın, Truman’ın özel masaları var.
Bugün de kentin politikacılarının, gazetecilerinin toplandığı bir kulis mekânı olan restorana hafta içi uğradığımda, genel müdürü Ron Newman ile tanıştım.
Önce Martin Ailesi’nin 4 kuşaktır işi inatla nasıl sürdürdüğünü anlattı. Sonra da bunun ne kadar zor olduğunu... Dekorasyonu değiştirmeden tarihi lambrilerin üstüne modern bir tesisat kurmanın sıkıntılarından değişen müşteri alışkanlıklarına türlü zorluklar...
Neler değişti, dedim. “Artık kimse gazete okumuya gelmiyor, çünkü hepsi internetten okuyor. Bir de aralarında daha az sohbet edip daha az içki içiyorlar, çünkü herkes masada e-mail yazıyor” dedi.
Sonra laf Obama’ya geldi. Obama’nın yardımcısı Rahm Emanuel ile görüşüyorlarmış. “Sürekli hatırlatıyoruz, peşini bırakmıyoruz” dedi Newman. “Bir şey söylemiyor mu peki” dedim. “Bir tarih söyleyemez çünkü Secret Service izin vermez” dedi.
Herhalde insanın işinde inat etmesinin en zararsız hali onlarınki...
İçki yasağından hemen sonra bir mahalle barı olarak kuruluyor ve 4 kuşaktır da devam ediyor!
Yazının Devamını Oku 28 Mart 2010
Olabilirmiş. 28 Şubat öyle etkili bir dönemmiş ki, bir İngiliz’i bile Kemalist yapmış. Ay başında burada bir kitap çıktı. Adı, “Rebel Land” (İsyankâr Topraklar). Yazarı da The Economist dergisinin eski Türkiye muhabiri Christopher de Bellaigue (39).
Kitap iki açıdan ilginç. Birincisi, fikir çok güçlü. Muş’un kozmopolit bir yapıya sahip Varto ilçesini bir laboratuvar kabul edip, üzerinden bir Türkiye analizi yapıyor. Köydeki Kürtlerden, Ermenilerden, Alevilerden, Türklerden hikâyeler topluyor. Geçmişe dair “antropolojik” öyküler.
İkincisi, hikâyeleri yorumlarken de bir aynanın karşısına geçip kendiyle hesaplaşıyor.
Şimdi İran’da yaşayan de Bellaigue ile geçen hafta Londra’dayken telefonla konuştum. Hem kitabını hem de yaşadığı dönüşümü...
Türkiye’de 1996-2000 arası görev yapıyor. Geliş sebebi, âşık olduğu bir Türk kızı. Hem kız, hem çevre hem de dönemin etkisiyle Kemalist oluyor. Ermeni meselesinden İslam’a bakışına, tüm dünya görüşünü de Kemalist perspektife göre oluşturuyor.
Ama sonra yine âşık oluyor. Bu sefer bir İranlı’ya. Onun peşinden de İran’a gidiyor ve fikirsel yolculuğu başlıyor. “İran’a bakışım çok katıydı, önce o değişti” dedi. Sonra sırayla, kafasında kurduğu bütün tabular...
Rebel Land, Amerika’da şu sıralar çok popüler. En önemli sebebi de içinde geçen Ermeni hikâyeleri.
De Bellaigue, 2001’de New York Times’a yazdığı bir makalede Ermeni meselesini de Kemalist ideolojiye göre yorumlayınca o dönem Ermenilerden çok küfür işitmiş. Bu kitabında Türk tezlerine yine yakın. Ancak “Bu sefer işin içine vicdan da kattım” diyor.
Ne değişmiş derseniz... “Osmanlı’ya isyan eden Ermeniler öldü” noktasından, Obama’nın “Büyük Felaket”ine yaklaşmış. Yine de işin politikaya bulaştırılmasına, parlamentolarda kararlar alınmasına karşı çıkmış.
Kitabın başında anlattığınız ayna metaforu Kemalist geçmişinizle mi bir hesaplaşma, dedim. Güldü. Belki de dedi.
NASIL DIŞA AÇILSIN
Baştaki soruya geri dönersek... Bir İngiliz Kemalist olabilir mi?
Açıkçası, durum önce bana garip gelmişti. Ancak sonra düşününce aslında çok da yadırganacak bir yanı olmadığına karar verdim.
Dünyada, ulus devleti savunuyor diye kendini Gaullist (Fransız Charles de Gaulle’un çizgisi) diye tanımlayan insanlar var!.. Ya da popülist ve milliyetçiyse “Ben Peronistim” (Arjantinli Juan Peron’un ideolojisi) diyenler çıkıyor. Maocuları, Leninistleri hiç saymıyorum bile. O zaman kağıt üstünde Kemalist yabancılar niye olmasın...
Dezavantajı, şimdi konjonktür müsait değil. Çünkü değil İngiliz, içeridekiler özeleştiri vermeye başladı. Nasıl dışa açılsın ki!..
Hande Ataizi bile Bill için giyiniyor
2 yıl önce peşinden çok koşmuştum. Yanında duracak ve bir gününü izleyecektim, o kadar. Gittiği partilerde, sokakta nasıl çalışıyor, insanları nasıl seçiyor, konularını nasıl oluşturuyor görüp bir izlenim yazacaktım. Ama bir türlü ikna edemedim.
Bill Cunningham, New York Times’ın moda fotoğrafçısı. 80 yaşında. Sunday Styles’da çıkan partileri anlattığı “Akşam Saatleri” ve trend kovaladığı “Sokakta” köşeleriyle de New York’un nabzını belki de en iyi tutan gazeteci.
Hafta içi okudum. Ben yapamasam da iki belgeselci sonunda Cunningham’ı konuşturmayı becermiş. Ancak sıkı durun. İkisi, bunun için tam 7 yıl uğraşmış...
Geçen sene MoMA’da Martin Kippenberger’in bir sergisine gitmiştim. 13 yıl önce ölen, Almanların dâhi, enfant terrible (kötü çocuk) sanatçılarından. Sergiyi dolaşırken, Hande Ataizi’ni de gördüm. Saçlar toplanmış, üstünde siyah bir etek, ayağında da sade, siyah bir babet vardı. Kötü çocuğa cici kız kıyafeti... Bir hafta sonraydı sanırım. Bu sefer Ataizi’ne Cunningham’ın köşesinde rastladım. Kafasında kuş yuvasını andıran abartılı bir şapka, katıldığı bir davette poz veriyordu.
Amerikan Vogue’un başındaki Anna Wintour’un, Cunningham için söylediği bir söz var. “Aslında biz hepimiz Bill için giyiniyoruz” diyor. Bütün New York kadınları mı bilmem ama anladım ki, o gün bu kural Ataizi’nin durumuna uyuyordu.
Kültürel antropoloji
Tıpkı de Bellaigue gibi Bill Cunningham’ın yaptığı iş de bir tür antropoloji. Amerika’da People, Türkiye’de Alem tarzı dergilerin yaptığı türden bir kültürel antropoloji. Ancak farkı, siz neyin moda, neyin demode olduğunu görmek için bütün dergileri karıştırıyorken, Cunningham, yarım sayfaya sığdırılmış 30 fotoğrafla size bütün resmi gösteriyor. Ve fotoğraflar o kadar kusursuz bir uyum içeriyor ki, size sunduğu trendin bütün argümanları oturmuş oluyor. Moda dünyasında bir ilah, Cunningham. Hiçbir giyim üreticisinin köşesini ıskalamadığı bir pusula. Ancak özel hayatına gelince, orası felaket... 50 yıldır aynı stüdyo dairede yaşayan, bisikletten başka araç kullanmayan, New York’tan dışarı çıkmayan, tatil yapmayan bir mizantrop.
Yazının Devamını Oku 21 Mart 2010
Oscar ödüllerinin verildiği gece, toplanıp aramızda bir tahmin yarışması yaptık biz de. Herkes kendi adaylarını yazdı. Sonunda en çok kim bildi karşılaştırdık. Ödüllerden önce “Oscar alacak ilk kadın yönetmen” lafı o kadar çok yayılmıştı ki, kadınlar hep Hurt Locker’ı yazmıştı. Erkekler ise Avatar’ı...
Kaybettik. Kathryn Bigelow’un en iyi yönetmen ödülü dahil, 6 Oscar kazandı The Hurt Locker.
O gece emin olamadığım, ancak sonra başkalarından da duyduğum bir şüphe uyandı bende.
Ne amaçla çekilmişse çekilsin. Algılandığı şekliyle, Hurt Locker, savaş karşıtı bir film değil. Savaş bağımlısı, işini mükemmel yapan, zeki, güçlü, vicdan sahibi, cool bir Amerikan askerinin portresi. Bir kusursuz savaşçı hikâyesi...
Öyle bir hava var ki şu an Amerika’da... Obama nefreti öyle keskinleşiyor ki... Çay Partisi Hareketi’nin muhafazakâr delileri her geçen gün öyle kalabalıklaşıyor ki... İşte Akademinin 5 bin 800 üyesinin de bu havadan etkilenmesinin normal olduğunu düşündüm ben. Çatlak sesli, savaş karşıtı Avatar’a o yüzden vermediler, bir asker filmini o yüzden takdis ettiler dedim.
Muhafazakâr Fox televizyonu, geçen gün bir tablo hazırlamış. Irak Savaşı’nı eleştiren, Matt Damon’lı “Green Zone” ilk hafta gişede başarısız kalınca, oh olsun diyorlar. 100 milyon harcadılar, 17 milyon gişe yaptılar... Onun yerine The Hurt Locker’a gidin yayını...
Aynı gün New York Times’ın muhafazakârı Ross Douthat’ın köşesinde de benzer minvalli bir yazı okudum. Hollywood politik film çekmeyi bilmiyor, halbuki The Hurt Locker ne iyi film, diyordu o da. Hem apolitik hem de Irak’ı ne doğru anlatıyor yazısı...
Hepsini bir kenara koyun. Bigelow’un yönetmen ödülünü alan ilk kadın oluşu... Avatar’ın 2.5 milyar dolarına karşı The Hurt Locker’ın 25 milyon dolar gişe yapması, fakir ama gururlu hali... Akademinin animasyonlardan çok hoşlanmaması... Bunların hepsi tali...
Yazının Devamını Oku 14 Mart 2010
Bir basın toplantısından çıkıp 23. Sokak üstünden Foggy Bottom’a doğru yürüyordum. George Washington Üniversitesi Hastanesi’nin önüne gelince bir kalabalık gördüm.
Bir yandan televizyon kameraları çekim yapıyor... Bir yandan insanlar toplanmış... Yaklaşıp sordum. Dick Cheney hastalanınca oraya getirilmiş, çıkmasını bekliyorlar. Çok ahlaklı bir insandır, dedi, kalabalıktan biri Cheney için. “Umarım iyileşir”.
Irak Savaşı’nın mimarı, işkencenin savunucu Cheney, Amerikan tarihinin gelmiş geçmiş en güçlü başkan yardımcısıydı. Hatta kimilerine göre Amerika’yı sekiz yıl Bush değil, aslında Cheney yönetti. Peki dünya tarihine bu kadar acı bırakmış, hep sertlik yanlısı olmuş böyle biri için “çok ahlaklı” denmesi mümkün mü?.. Karısını hiç aldatmadı ama Irak’ta bir milyon kişinin ölümüne neden oldu!.. Olabilir mi!..
Oliver Stone, 1987’de yaptığı “Wall Street” filminin şimdi devamını çekecek. “Para Asla Uyumaz” diye... Vanity Fair, filmde açgözlü borsacı Gordon Gekko’yu oynayan Michael Douglas’ı kapak yapıp, filmin hikâyesini yazmış. Yeni bölümünde neler olacağını... Ama bana kalırsa yazının en ilginç kısmı, yine kendine has bir ahlak anlayışı olan Gekko’nun, filmde yönetmen onu ne kadar kötülemeye çalışsa da bir sürü kişi için nasıl bir kahramana dönüştüğünün öyküsü. Filmdeki karakterden en rahatsız olması gereken Wall Street’teki brokerların tam tersine filmi çok beğenmesi... Hatta Gekko’yu izleyip borsada çalışmak istediğini söyleyenlerin çıkması...
Cheney gibi Gekko da filmde çok iyi biri olduğunu düşünüyordu. Ailesine, çevresindekilere sorumluluklarını yerine getiren örnek insan...
İyi insanlardan işte bu yüzden hep korkmuşumdur ben. Daha doğrusu, ne kadar iyi biri olduğunu kendine sürekli hatırlatanlardan... Mütevazı, ahlaklı, içkisi-kumarı olmayan, evden işe işten eve insanlar çok iyidirler hakikaten evet. Ama tam da bu yüzden en kaba saba, en buyurgan insanlar da hep bunların arasından çıkar. Çünkü o kadar iyilerdir ki, her şeyi yapmaya hakları olduğunu düşünürler.
İyi insanların despotluğu
“Ben ahlakçı biriyim” demiş Rupert Murdoch da. Sahibi olduğu kanallarda Obama’ya her gün ırkçı hakaretler, tabloid gazetelerinde herkese küfürler edilirken, “Ben gücünü keyfi kullananlarla karşı savaşan bir ahlakçıyım” demiş.
Yazının Devamını Oku 7 Mart 2010
California’dan gelmiş, o sıra 30 yaşında, Yemenli, sözünü esirgemeyen bir imam. Mescitte 2001’in ocak ayında çalışmaya başlıyor. Sivriliyor. Ve üç ay sonra, yüzlerce kişiyi vaazlarına topluyor. İçlerinde yok yok...
O yıl eylem yapacak iki 11 Eylül’cüden sekiz yıl sonra Teksas’taki Fort Hood askeri üssünde 13 kişiyi vuracak Binbaşı Nidal Malik Hasan’a, bütün yıldız teröristler... Tam onlar tartışılırken, geçen aralık Detroit uçağını kaçırmaya çalışan Nijeryalı Ömer Faruk Abdülmuttalib’in de Yemen’den onun öğrencisi olduğu ortaya çıkıyor. Anlattığım imamın adı Enver El Avlaki. Çalıştığı yer de Virgina’nın Fairfax bölgesindeki Darül Hicre Mescidi. Darül Hicre’ye işte bu ilişkilerin ortaya saçıldığı bir zamanda girdim. Medyanın, mescidi, Beyaz Saray’a 20 dakika uzaklıktaki şer yuvası, diye sunduğu sırada. Korkmuşlar. Gazeteci görünce kaçıyorlar. Konuştuklarında da, günah keçisi olduk, diyorlar.
Bir pazar günü gittim. Mescidin kurucusu Dr. Enver Haccac’ın cemaate verdiği Kuran kursu sırasında...
Çizgili takımı, manşetli gömleği, kırmızı kravatı ve muntazam kesilmiş sakalıyla bir masanın arkasına oturmuş, saat 9’da onu dinlemeye gelenlere sureler okuyordu.
Yarısı kadın, yarısı erkek... Ağzına kadar dolu 80 kişilik bir salon...
9’dan yarıma kadar tek bir arayla 3 buçuk saat sürdü ders. Anlattıkları Kuran sureleri ama verdiği bilgiler temel dini konulardı. Kürtaj neden günahtır, Allah evreni nasıl yarattı vesaire... Ders bitti, öğlen namazı sonrası buluştuk.
HÜKÜMET NEYİN PEŞİNDE
Pazar kursunu 16 yıldır sürdüren Haccac, Amerikan Açık Üniversitesi adında İslami bir okulun başında. Mescidin yönetiminden ayrılmış, şimdi sadece akademik çalışmalar yapıyor. Fazla konuşmak istemeyince nedenini sordum, çok hassas bir dönem yaşıyoruz dedi. “Hükümet neyin peşinde bilmiyorum. Ağır bir soruşturma altındayız. Bu yüzden söylediğimiz her şeye dikkat etmek zorundayız.”
Yazının Devamını Oku 28 Şubat 2010
İki yıl önceydi. New York’taki Türk Konsolosluğu’nda bir geceden çıkmıştım ve bir arkadaşımla, toplantıya katılanların buluştuğu bir Türk restoranına gitmiştik. Sohbet ilerledi ve nereden açıldı bilmiyorum, konu yine Ermeni Soykırımı iddialarına geldi. Bizim masamızda liberal bir avukat oturuyordu. Arka masada ise bu meseleyle ilgili, gösterilere, protestolara katılan, bir aktivist. Ermeniler New York’taki Barnes and Noble’lardan birinde soykırım toplantısı yapmış. Avukatla konuşan aktivist de arkadaşlarıyla bu toplantıyı basmış. Girersin, giremezsin, derken polisle takışmışlar. Gözaltılar olmuş vesaire...
Avukat diyor ki, sizin hiç mi kafanız çalışmıyor. Bir daha böyle bir şey yaparsanız, başınız belaya girince beni aramayın. Aktivist de, ablacım öyle deme, çok organizeydik, üç ekip gittik deyip anlatıyor. İlk ekip atılacaktı zaten, sonra ikinci slogan atacak, üçüncü de bildiri dağıtacaktı. Film gibi...
Sonra artık ne olduysa, üstüme vazifeymiş gibi ben de aktiviste dönüp “İyi yapmışsınız” dedim. Belki birilerinin de bunu yapması gerekiyordur.
Ermeni soykırımı iddiaları konusunda objektif olduğumu düşünürüm. “Sözde” lafını kullanmam. Yaşananların da çok büyük bir trajedi olduğuna, on binlerce ailenin yok olup gitmesinin korkunç bir vahşet olduğuna inanırım.
O konuşma olduğunda New York’a yeni gitmiştim ve makul bir tavrım olduğuna inansam da, o yemekten önce üst üste içinde yer aldığım birkaç ortamda buna rağmen çok dayak yemiştim. Ermeniler yoktu. New Yorklular... Kitap okumuşluğu olan, aydın, aklı başında Amerikalılar. Ve konuyu ben açmadığım halde o sohbetlerde sırf Türk olduğum için söz bir şekilde Ermeni meselesine geliyor ve suçlu olduğum söyleniyordu. Bir oldu, iki oldu, üç oldu ve ben o gece patladım!..
Asla yapmayacağım, şimdi de bir daha asla ağzımı açıp onaylamayacağım bir tavra, sırf daha önce uğradığım muamele yüzünden onay vermiştim. Türklerden de radikaller çıksın ki, benimle daha sakin konuşsunlar diye... Bencilce ve büyük bir ikiyüzlülükle...
Bunu şunun için anlatıyorum...
Bu hafta Amerikan Kongresi’nde Ermeni Soykırımı iddialarıyla ilgili yine bir oylama var, biliyorsunuz. Eskiden yurtdışında okuyan arkadaşlarımın döndüklerinde bu konuda milliyetçi refleksler geliştirdiğini düşünürdüm. Diaspora sendromu derdim. Anladım ki, her zaman işin özünde milliyetçilik olması gerekmiyormuş!..
Konuya ne kadar açık fikirli yaklaşsanız da, Ermeni meselesi çok farklı bir konu. Almanların en az üç kuşaktır birbirine devrederek taşıdığı suçluluk duygusunu, aradaki 100 yılı çıkarıp bu konuda manen en ufak bir miras devralmamış bir kuşağa empoze etmek istiyorlar. Öyle olunca, siz de şaşırıyorsunuz...
İnsan hasta bir hayvandır
Bu iş nasıl çözülür meselesi çok karışık. Bildiğim, Ermenistan’la Türkiye ne kadar yakınlaşmaya çalışıyorsa, iki toplumun buradaki diasporası o derece birbirinden uzaklaşıyor. O derece keskinleşiyor!..
Hafta içi, bir araştırma hazırlamak için taraflarla konuşmaya çalıştım. Örneğin Ermeni örgütlerinden ANCA, Türk gazeteci olduğumu söyleyince değil konuşmak, tanımadan, bilmeden beni kapıdan içeri bile almadı.
ANCA’ya göre daha ılımlı olan Ermeni Asamblesi ise Türk devleti soykırımı tanımadığı müddetçe bir Türk ile olan ilişkilerinde hep bir gerginlik olacağını söyledi.
Nietzsche’den Hegel’e birçok filozofun söylediği bir laf var. İnsan hasta bir hayvandır, diyorlar. İçgüdülerini kaybetmiş, saldırgan bir canlı türü... Sosyal Darwinizm de, bu durumu toplumsal ilişkilerde insanın zayıf olanı yok etme eğilimiyle açıklıyor.
İstesek de istemesek de, hele diasporada, hepimiz bu sarmalın içindeyiz.
Kongre koridorları seks kokuyor
Ermeni oylamasından önce Amerikan Kongresi’ndeydim. Tasarıyı görüşecek komitenin 46 üyesinin hepsinin ofislerine gidip konuştum.
Ayrı bir dünya Kongre. Yüksek tavanlar, mermer zemin, başta sıradan bir devlet binası... Ancak işin içine insanları kattığınızda, ilişkileri düşündüğünüzde, kendinizi paralel bir dünyada hissediyorsunuz.
Sex and The City dizisi, New York’u anlatır. Hippiler ve feminist hareket tabuları yıktığından beri, cinsellik kentin bir sembolüdür çünkü. Ancak Amerikan Kongresi’nde de bana durum aynı geldi. Koridorlar seks kokuyor!.. Farkı, benim New York’ta görmediğim, başka türlü bir ilişki şekliyle...
New York’taki daha şahsiyetli bir cinsellik. Buradaki daha çıkarcı. New York’taki dengeli... Burada kadın seçilmeyi bekliyor... New York’taki dekolte... Buradaki açık saçık... New York’taki snob... Buradaki avam...
Ağır makyajlı, şuh bakışlı kadınlar var içeride. Bir de onları süzen, atmaca gibi dolaşan takım elbiseli erkekler. Milletvekillerinin ofislerinde çalışanlardan lobi yapmak için koridorları arşınlayanlara kadar çoğunda bunu hissediyorsunuz.
Burada senatörlerin, belediye başkanlarının sık sık seks skandalları ortaya çıkıyor ya... Şimdi neden olduğunu daha iyi anlıyorum.
Politika ve hedonizm
Charlie Wilson’ın Savaşı filmini izleyenler, filmin başındaki sahneyi hatırlayacaktır. Wilson, Teksas Milletvekili. Zengin bir işadamıyla, bir jakuzide TV izliyor. Yanında da fahişeler, içki ve kokain... Âlem yapıyorlar.
Politika ve hedonizm (hazcılık) ilişkisine dair şimdiye kadar iyi bir araştırma okumadım hiç. Ancak ben ikisi arasında zamana bağlı doğrudan bir ilişki olduğunu, politikacıların bitleri kanlandıkça ciddi hedonist takıntılar geliştirdiklerini düşünüyorum. Sanki, zaten boş işlerle uğraşıyoruz, bari semeresini görelim gibi...
Bunu bizde de zaman zaman çıkan skandal haberlerinde görebilirsiniz. Sudan çıkmış balık gibi geliyorlar o mermer koridorlara. Gücü hissediyorlar. Bir süre sonra kendilerine sunulanı almaya başlıyorlar. Bazen bir kadın oluyor gelen. Bazen de Charlie Wilson’ın arkadaşı gibi ona âlem öneren bir işadamı...
Fransızlar bu konuda çok daha açık. Politikacıların bir metresinin olması orada neredeyse meşru. Hatta yoksa eğer, politikacı için kötü bir durum. Amerika ve Türkiye gibi yerlerde ise bu iş hâlâ toplumsal bir ayıp. Hâlâ skandal kategorisinde. Amerikalıların farkı, yaşananlar burada daha kolay ortaya çıkıyor.
Buranın kuralları var öğreneceksin
Dediğim gibi başka bir dünya Kongre...
Burada kimse telefonunu açmıyor örneğin. Mesaj bırakacaksın, isterse o arayacak.
Mutlaka bir BlackBerry’n olacak. Her an online olmak zorundasın çünkü. Mesaj geldiğinde, 10 dakika içinde şurada görüşelim dendiğinde, kaçırmayacaksın.
Kimi tanıdığın önemli. O tanıdığına ulaşacak ve almak istediğin randevu için yardım isteyeceksin.
Öğlen yemeklerini Kongre’de yiyeceksin ki, insan tanıyasın.
Bu durumda geyik muhabbetine de açık olacaksın. Amerikan futbolunu bileceksin. Hangi takımın oyun kurucusu kim, istatistikleri ne, aklında tutacaksın. Geyik sırasında da hangi eyaletin ofisiyle konuşuyorsan, söyleyeceksin.
Çoğuna uymadım tabii bunların. En sonunda görüştüğüm basın danışmanlarından biri, kullandığım telefon numarasını da görünce siz New York’tan mı geliyorsunuz, dedi. Evet, niye sordunuz, dedim. “Çünkü randevusuz gelenler, Kongre’de kadife ceketle dolaşanlar ve her istediğiyle istediği zaman görüşebileceğini düşünenler genelde oradan oluyor. Öğreneceksiniz” dedi.
Öğreneceğim, dedim.
Yazının Devamını Oku 21 Şubat 2010
Tim Burton’un çay partisinden bahsetmeyi ben de isterdim. Ama maalesef Deli Şapka’yı Johnny Depp’in oynadığı Alice Harikalar Diyarında iki hafta sonra girecek gösterime... Benim anlatacağım, şimdi Amerikan siyasetine yön veren yeni toplumsal hareket. Çay Partisi ismi, Amerikalıların bağımsızlık savaşını tetikleyen 1773’teki Boston Limanı baskınından geliyor. İngilizlerce haksız vergilendirilmiş, denize döktükleri çaylardan... Bizdeki karşılığı Kuvayı Milliye ruhu...
Hareketin yaslandığı ideoloji muhafazakârlık. Geçen yıl nisanda başlıyorlar toplanmaya. Obama’nın teşvik paketini protesto etmek için yaptıkları toplantıları düzenli hale getirince de bir siyasi harekete dönüşüyorlar.
ULUSALCI, GÜLENCİ
Neredeyse bir yıllık geçmişleri var ama ay başında yaptıkları genel kuruldan sonra şimdi herkes onları konuşuyor. Cumhuriyetçi Parti’ye alternatif yeni bir damar olarak görenler bile var. Çay Partisi hareketi, bir Türk için ayrıca ilginç. Belki bugün Türkiye’de yaşanan siyasi akımların hiçbiriyle bire bir örtüşmüyor. Ama dinamiklerini incelerseniz, hepsinin Türkiye’de bir denkliği olduğunu farkediyorsunuz. Muhalefette kalan taban, ulusalcılara benziyor. Üslup, ülkücülerinki kadar keskin. Organize olma becerileri ise Gülenciler gibi...
DİNAMİKLER
Taban profili genelde beyaz ve erkek.
Politikayla ilgileri değişiyor. Aralarında fanatik Demokrat Parti düşmanı da var... Hayatında hiçbir mitinge katılmamış olan da...
Çoğu Cumhuriyetçi Parti sempatizanı. Fakat partiden ayrı ilerliyorlar. Amerika’da kurumlara güven, Türkiye’deki gibi dibe vurmuş durumda çünkü.
Lider yok. Sembol isimler var. Anneleri politikacı Sarah Palin. Babaları televizyoncu Glenn Beck.
Örgütlenmeye önce küçük şehirlerde başladılar, sonra büyüklere geçtiler.
Ve kısa zamanda ülkenin umut vaat eden tek politik akımı oldular. Çünkü ne Cumhuriyetçiler kadar güdükler ne de gerçi sadece 1 yıl oldu ama, Demokratlar kadar yıpranmışlar...
BELDEN AŞAĞI
Çay Partisi’nin çıkışı, büyümesi, bir anda Amerika’nın en büyük toplumsal hareketine dönüşmesi, üzerinde çok kafa yorulacak bir konu. Obama’ya karşı muhalefete çok erken ve doğum sertifikası olmadığı gibi iddialarla çok belden aşağı başladılar örneğin. Ama şimdi kimse bunları hatırlamıyor. Onlar da sanki hareket eskiden beri varmış gibi davranıyor.
Kongrelerinde Palin’i gördüm televizyonda. Obama İran’a savaş açamaz, diyordu. Çocuk gibi kışkırtmaya çalışıyor. Televizyoncu Beck ise zaten her gün Obama’ya hakaret ediyor. En ırkçı, en ağır sözlerle... Ancak her şeye rağmen, demek ülkede böyle bir enerji var ki, çay partileri kalabalıklaşmaya devam ediyor. Cumhuriyetçilerin bir gerilla uzantısı gibi...
Alice Harikalar Diyarındaki çay partisini anlatamadım belki ama fark etmişsinizdir... Burada da romandaki kadar deli var...
TV-POLİTİKA GEÇİŞİ
Çay Partisi Hareketi, Amerikan medyasında da derin bir kamplaşma yarattı. Mesela Fox verince yapılan protestoları, yere göğe koyamıyor. Ama MSNBC verince, diyelim protestoya katılanlardan biri programa konuk oldu, gelenle dalga geçiyor.
Burada haber kanalları arasında kimin hangi partiyi tuttuğu aslında belli. Ama iş öyle abartıldı ki, TV ve politika arasında geçişler oluştu.
Sarah Palin’den eski Temsilciler Meclisi Başkanı Newt Gingrich’e, seçim kaybeden ya da çok bağıran muhafazakâr politikacılar şimdi Fox’ta yorumculuk yapıyor. Öbür taraftan CNN’den istifa eden Lou Dobbs, MSNBC’nin anchor’ı Chris Matthews gibi televizyoncular da politikaya girmenin yollarını arıyor.
İnsanın haber izlerken metnin hangi eğilimle hazırlandığını bilmesi doğru bir şey. Ama politikacı ve televizyoncu tanımının bu kadar birbirine karışması!..
MUHAFAZAKÂR CAZİBE
Bu arada Çay Partisi’nin de etkisiyle bugün Amerika’da en medyatik isimler, Cumhuriyetçiler arasından, Obama düşmanları arasından çıkıyor. Basın muhafazakârlaştı diyemezsiniz. Evet, muhafazakârlar kendi medyalarına sahipler ve bu isimleri kendi mecralarında lanse ediyorlar. Ama parlamaları, onlara destek olan medyanın etkin olmasından değil. Etkin olmaya gelince, kanaat belirleyiciler hâlâ liberal gazeteler. Liberaller de bu muhafazakâr kesimin çıkardığı isimlere kayıtsız kalamadığı için...
Bazısı yine ne yumurtlayacak diye bakıyor... Bazısı helal olsun diye dinliyor ama sonuçta dinliyor.
Muhafazakârların frapan bir yönü var... Uç fikirler, abartılı açıklamalar, ateşli laflar, gaflar...
Öyle ya da böyle, mutlaka bir atraksiyon yaratıyorlar!..
Yazının Devamını Oku