Tolga Tanış

Ben de 50’lerin belgelerini açıklıyorum

5 Aralık 2010
Belge okumaktan artık sıkıldınız biliyorum. Benim de Wikileaks ile rekabet etmek gibi bir niyetim yok zaten. Ama son bir haftadır okuduklarınızı kafanızda doğru yere oturtmanızı sağlayacak bir karşılaştırma yapmak istedim.

Daha süreç bitmediği için söylüyorum. Son eklenenlerle Wikileaks’in şimdiye kadar yayınlamayı vaat ettiği belge sayısı 700 bin oldu. Bugün Washington’da iki binaya yayılmış... Amerikan Hükümeti’nin bir zamanlar gizli olan belgelerinin tutulduğu Ulusal Arşiv’de ise yaklaşık 10 milyon sayfa var.
Dışişleri Bakanlığı’nın telgrafları 1950’lere kadar açık. 60’lardakiler de yollanmış ama tasnif edilmedikleri için halen dolapta. İşte bu kriptolardan örnekler vereceğim... Ve Amerikan diplomasisinin 60 yıl önceki halini göstermeye çalışacağım.
Türkiye’de o dönem Demokrat Parti iktidarı var. Marshall yardımları devam ediyor. Soğuk Savaş başlarken ülke NATO’ya giriyor. Kore Savaşı’na katılıyor. Ve bu sırada bakın Amerikalılar Washington’a neler yazıyor!..
50’lerin Wikileaks’i gibi düşünün!.. Format aynı. İçerik aynı. Ele alınan konular aynı. Tek fark... Dil bugünkülerden daha resmi ve yorumlar daha üstten.

Karaosmanoğlu’nun gitmesi üzücü

Raporun tarihi 23 Mart 1951. İmza Gerald Keith. Türkiye’deki genel durum hakkında bilgi veren gizli mektupta, Başbakan Adnan Menderes’in olası kabine değişikliği yorumlanıyor. Ve Wikileaks belgelerine göre bugün Amerikalılar nasıl kabineden bazı bakanlarla yakın ilişki kurmuşsa... O gün de yakın oldukları isimler olduğu anlaşılıyor. Keith, kendileriyle ‘aşırı derecede’ işbirliği içinde olan Fevzi Lütfi Karaosmanoğlu ve Nihat İyriboz’un bakanlar kurulundan ayrılacak olmalarından çok üzüntü duyduklarını söylüyor.

Zeki Cansın’dan öğrendiğimize göre

Raporun tarihi 1 Kasım 1951. Yazan, İzmir’deki Amerikan Konsolosu E.F. Rivinus. Konsolos, telgrafın başında, bunlar yerel dedikodular dedikten sonra, kaynağı Zeki Cansın’dan aldığını söylediği bilgileri aktarıyor. Buna göre Menderes demokrasi yanlısı gibi görünmesine rağmen, aslında içinde diktatörlük hevesleri besleyen bir lider. Bu yüzden iyi tanınan banker Kazım Taşkent, Demokrat Parti içinde Menderes’e karşı bir grup oluşturmak üzere...

Yazının Devamını Oku

Seks, cinayet, entrika ve Washington

28 Kasım 2010
Anlatacağım sadece bir cinayet hikâyesi değil. Washington’da dönenler hakkında fikir verecek bir örnek aynı zamanda. Hafta içi, 29 yaşında zaten hapiste olan Salvadorlu bir göçmeni, hiçbir kanıt olmadan tek bir ifadeyle cinayetten suçlu buldular. Kurbanın adı Chandra Levy.

Evli bir milletvekilinin sevgilisiyken 2001’de kayboluyor. Bir yıl sonra iskeletini buluyorlar. Konuşma kısımları, mayısta çıkan ‘Chandra’yı Bulmak’ kitabından yararlanarak yazdığım, öykünün kurgu hali. Diğer bölümleri, olayın görünen yüzü...

KIZ Staj bitti ama yine sabahın köründe uyandım. Bilgisayardan son dakika biletlerine bakayım hiç değilse. Halbuki burası sanki benim için yaratılmıştı. Güç, politika, sırlar... Tekrar kasabaya dönmek o kadar zor ki. Neyse!.. Nasıl olsa yolunu bulup tekrar geleceğim. Önce çıkıp koşmam lazım... Kaliforniya’ya dönünce o aptal kızların dalga geçmelerini istemiyorum. Sıkılaşacağım!..
Chandra Levy, Washington’da geçici süreliğine bulunan... 1977 doğumlu hırslı bir stajyerdi. 1 Mayıs 2001 sabahı Dupont Circle’daki dairesinden koşu yapmak için çıktı. Rock Creek Parkı’na gitti. Bir daha da haber alınamadı.
Washington için tanıdık bir profil. Bir tür Monica Lewinsky. İkisi de Kaliforniyalı.
İkisi de stajyer. İkisi de güçlü bir politikacıyla 23 yaşında ilişki yaşıyor.
2000’in sonbaharında geliyor Levy, Washington’a. Cezaevleri Müdürlüğü’ne giriyor. Ve FBI ya da CIA için referans aramaya başlıyor. Milletvekili Gary Condit ile ilişkisi de bu dönem oluşuyor.
Aylarca evli Condit’in evinde görüşüyorlar. Yedi aylık stajı bitince... Tam Kaliforniya’ya döneceği sırada da kayboluyor. Ve Washington’da yıllarca sürecek bir cinayet öyküsü başlıyor.

Yazının Devamını Oku

İdealizmin SWOT analizi

21 Kasım 2010
İki yol var önünüzde!.. Birincisi kolay. Sizden öncekiler nasıl davrandıysa... Hangi yollardan geçtiyse... Bazen rahatsız da olsanız, onaylanmış el kitabına bağlı kalıyorsunuz. Başınız ağrımıyor.

İkinci yol ise biraz çetrefilli. Kalıplara uymuyorsunuz. Huysuzluk çıkarıyorsunuz. Size dayatılanı... Sizi rahatsız edeni değil, ideal olanı istiyorsunuz. Ve...
İşletmecilerin çok sevdiği bir yöntem vardır. Kafan karışınca hemen bir artı çizersin. Dört bölmeye durumun kuvvetli yönlerini, zayıflıklarını, önündeki fırsatları, tehditleri yazarsın. Büyük fotoğrafı görünce de bir fikre varırsın. ‘SWOT analizi’ deniyor buna.
Hafta içi, Amerikan Hükümeti’nde bir dönemin en güçlü bürokratlarından Richard Perle ile buluştuk. Karanlıklar Prensi ile... Evinde uzun uzun konuştuk. İşte Perle’yle olan o konuşmamız ve geçen hafta gösterime giren ‘Fair Game’ filmi üzerinden bir SWOT analizi yapacağım şimdi. Konu da idealizm olacak.
Çok kalmadı ama... “İdealist olmanın da iyi yönleri varmış” diyen çıkarsa diye...

ÜSTÜNLÜKLER

Dünyayı değiştiriyorlar

Ülke savaşa gidiyorken... Dünya savaşı bekliyorken... CIA’de Irak masasına bakan ajan Valerie Plame’in kocası eski büyükelçi Joe Wilson’ı Nijer’e yolluyorlar. Irak nükleer silah üretmek için Nijer’den 500 ton sarı pasta almış. Gidip tespit etsin diye...

Yazının Devamını Oku

Arizonalı çıplak kızlardan dedikodu krallığına

14 Kasım 2010
Olayın geçtiği yer bir otel. Spor kanalı ESPN’in sunucularından Erin Andrews’in peşindeki bir stalker... İşi ruhsal dengesizliğe taşıyan bir hayranı... Andrews’ı kaldığı odanın kapı deliğinden izliyor. Soyunurken delikten filme alıyor. Sonra da internette yayınlıyor.
Stalker’ı yakalıyorlar. 30 ay hapis alıyor. Andrews’ın avukatları da görüntüleri yayınlayan bütün sitelerden videoyu kaldırtıyor. Ancak bir site... Tek bir site kaldırmayacağım diyor. Mahkeme kararına... Andrews’ın baskılarına... Avukat tehditlerine rağmen... Görüntülerden fotoğraflar alıp yayına devam ediyor. Ve Andrews’a da bir mektup yolluyor. “Gerçek dünyaya tekrar hoş geldin. Senin hatan. Nik.”
ORİJİNAL İÇERİK BU
Bu iş, altı yıl önce asıl Perez Hilton’la başlamıştı. Müstear isimle dedikodu blogu hazırlayan, New York Üniversitesi’nde drama okumuş, Hollywood yıldızı düşmanıyla. Zevk için blogda diline doladıklarını rezil ediyordu.
Sonra saldırgan blogger tavrı tuttu. Başka Perez Hilton’lar çıktı. Ve bugün internetin geleceği dedikleri, medya dedikodusu yapan Gawker’dan... Hollywood’da şirket dedikodusu yapan Nikki Finke’ye... Silikon Vadisi dedikoducularına... Bu siteler, kopyala-yapıştırıcılar dışında internetin orijinal içerik üretip trafik çeken en özgün yerleri oldu.
KREDİ KARTI SATICISI
Başta anlattığım hikâye, işte bu modelin en son çıkan, en üst versiyonuna ait. En acımasız, en çataldilli, en kural tanımayanına...
Adresi thedirty.com. Hazırlayan ise Perez Hilton’dan esinlenip takma isim kullanan, Nik Richie adında eski bir kredi kartı satıcısı.
Blogu 2007’de zevk olsun diye Arizona’nın gece hayatını yazmak için açıyor Nik. Scottsdale’de yaşayan herkesi muhabir ilan ediyor. Ve bir süre sonra, insanlar etrafta gördükleri sarhoş, yarı çıplak kızların fotoğraflarını çekip siteye yollamaya başlıyor. Kent, blogda birbirini doğruyor.
ÜNLÜ KİMSE YOK
Ünlü kimse yok!.. Yayınlananlar, kimsenin tanımadığı sıradan insanların fotoğrafları sadece. Her birinin altında da bir dedikodu. “Nik, bu adamın adı şu, herkese asılıyor ama evli!..”, “Nik, bu kızın poposu kocaman ama şu kulüpte ailesinden gizli striptiz yapıyor!..”, “Nik, bu kadın zengin erkeklerin peşinde koşan aç bir o..spu!”
Amerikan yasalarına göre internette okuyucuların yaptıkları yorumlardan muafsınız. Thedirty.com da bundan yararlanıp hakkında açılan davalardan sıyrılıyor. Arada Teksaslı bir kadına ödemek zorunda kaldığı 1.5 milyon dolarlık tazminat cezası gibi kazalar dışında... Ama davalarla uğraşırken, bir yandan da Scottsdale’den çıkıp Amerika’nın başka kasabalarına doğru büyümeye devam ediyor. Harvard’dan yayılan Facebook gibi...
FACEBOOK’UN İNEKLERİ
Nik Richie, bugün kurduğu dedikodu krallığından zengin olmuş durumda. Siteye aldığı reklamlar dışında, düzenlediği partilerle gece kulüplerinden tek seferde 25 bin dolar para alıyor.
Yakında bir yapım şirketi kuracak. Reality şov işine girecek. Ayrıca siteye fotoğraf geçen, binlerce gönüllünün olduğu, Dirty Ordusu için de kapalı bir sosyal ağ yaratacak.
Ağ için herkesten 10 dolar aylık üyelik istiyor. Dört bin kişi şimdiden üye olmaya hazır. Biri Facebook’u hatırlatmış. “Onların hepsi inek. Bende iş zekası var” demiş.
Dediği doğru. Nik Richie, interneti taşıyan ikinci ayağı temsil ediyor. Bir ayak Silikon Vadisi’nde kod yazıyor. Bir ayak da para kazanmanın yolunu arıyor.
Bir ayak inekler. Bir ayak cingözler...

Madoff’un donu

İlkini geçen yıl yaptılar. Manhattan’daki penthouse’undan, Hamptons’ın ucunda Montauk’taki evinden buldukları bütün kıymetli eşyaları açık artırmaya çıkardılar. Geriye kalanlar için de dün ikinci bir müzayede düzenlediler.
Wall Street Journal’ın bastığı fotoğrafı tarif ediyorum. Müzayedeci. 32 dişiyle gülmüş. Elinde bir boxer don. Yanlarından parmak uçlarıyla tutup gerdirmiş gazetecilere poz veriyor. Bu diyor, Bernard Madoff’un donu, bunu da satacağız.
Aynı şeyi talk şovcu Bill Maher seçimlerden önce Delaware’deki Çay Partisi adayı Christine O’Donnell’a yaptı. Eylülde senatör adayı O’Donnell’ı programına çağırdı. Ve eğer gelmezse... 11 yıl önce çekilmiş, 30 saniyelik bir klibi her hafta yayınlayacağını söyledi. O’Donnell o dönem Maher’in programına katılmış. Ve bir dönem cadılıkla ilgilendiğini söylemiş. Maher dediğini yaptı. Ve O’Donnell gelmedi diye klibi döndürüp durdu.
Biri, binlerce insanın parasını dolandırmış bir banker. Diğeri yarı deli bir Çay Partici. Savunulmaları çok zor. Ama bu kadarı da normal mi... Bu saldırganlık anlaşılır bir şey mi emin değilim...
Nik Richie’nin başarısında, insanların birbirini ezme eğilimini keşfetmesi yatıyor. Bu saldırganlığın toplumun görünür ilişkilerine yansıması ise internetin etkisi. Nerede dengelenecek göreceğiz.

Olbermann’ınki balans ayarıydı

Programlarda hangi tarafı tuttuklarını açıkça söylüyorlar. Radyo yayınlarında ise canlı ilan (live read) okuyorlar. Bir adayı destekliyorsunuz diyelim. Ünlü bir radyo programcısına gidiyorsunuz. Bu metni okur musun, diyorsunuz. Parasını verdiğinizde oluyor. Üstelik isterse, o ünlü programcı kendi desteğini de açıklayabiliyor.
Peki böyleyken... Üstelik medya patronları partilere milyonlarca dolar bağışta bulunuyorken... MSNBC’den Keith Olbermann’ın günahı neydi de 3 adayın kampanyasına bağış yaptı diye ceza yedi?..
Biraz durulsun diye... Öfkesi Demokratları bile rahatsız edecek hale ulaştı diye.
Başkan Yardımcısı Joe Biden, bir kere yemeğe davet etmiş Olbermann’ı. “Ben de çok sinirleniyorum ama sen öfkeni çok iyi kullanıyorsun. Bana da söylesene nasıl yaptığını” demiş. O da anlatmış.
Eğer ölçü Biden gibi ölçüsüz biri olacaksa tamam. Hatta internetle karşılaştırınca, yaptığına eleştiri bile denilebilir. Ama objektif olursanız... Giderek düşmanına benzemeye başlamıştı Olbermann. Fox’ın Bill O’Reilly’si gibi... İnsafsız birine dönüşüyordu!..
Bir denge kurma çabasıydı Olbermann olayı. İki gün uzaklaştırdılar. Şimdilik geçti.

Eski mutlu günlerdeki gibi

2000’lerin ortasında başlayan, fauxhemian diye bir akım var. Zengin biri. Ama düşük gelirli biri gibi giyiniyor. Gidip bir Ferrari alabilir. Ama eski bir otomobile biniyor. Bir tür yalancı bohemlik. Kendini sosyoekonomik olarak aşağıda gösterme eğilimi.
Şimdi modadaki bu miş gibi yapma, reklamcılığa da sıçradı. İşsizliğin, durgunluğun vurduğu dönemle özdeşlemek istemeyen markaların başvurduğu bir kaçış taktiği oldu.
Tanıtımlarında eski jingle’ları kullanıyorlar. Eski sloganlara döndüler. Hatta eski ambalajlarda mal satmaya başladılar. Çünkü insanlara eski mutlu günleri hatırlatmaya çalışıyorlar. Nostaljik pazarlama yapıyorlar!..
Kültür tarihçisi Paul Fussel’ın, ‘Sınıf’ kitabında bir sosisli analojisi var. Zengin biri diyor, sokakta sosisli yerse sınıfsal olarak aşağı sayılmaz. Bir ilginçlik diye görülür. Ama eğer alt sınıftan biri sosisli yerse, bu bir aşağı sınıf davranışı kabul edilir.
Fauxhemian’ların davranışı meşru. Çünkü ne yaparlarsa yapsınlar... Etrafta ne kadar pejmürde dolaşırlarsa dolaşsınlar... Hep ne kadar ilginç olmuş denilecek.
Reklamcıların nostaljik pazarlaması da meşru. Çünkü onlar da ne üretirlerse üretsinler. Hatta üretmeyip eskileri kullansınlar. Ne kadar yaratıcı olmuş diyecek birileri hep olacak.

Bir başkan niye kitap yazar

Bizde politikacıların ihtiyaç duymadığı iki sebepten. Biri tarihe yön verme çabası. İkincisi para.
George W. Bush’un hafta içi çıkan hatıralarında da bunlar rol oynuyor yine. Daha doğrusu biraz para... Çokça tarih kısmı.
Ne diyordu Roman Polanski Ghostwriter filminde. Telif için 10 milyon dolar ödersin. Ama bir politikacının anıları okunmaz.
Aynı şeyi zamanında Ronald Reagan’ın hatıralarını hazırlayan Michael Korda da söylemiş. “Başkanlık hatıraları bir mobilyadır” demiş.
Harry Truman’dan... Para karşılığı David Frost’a konuşmayı kabul edip elektronik hatıra yayınlayan Richard Nixon’a... Amerika’da anılarını kayda geçirmek bir başkanlık geleneği. Sorun... İlk çıkışta büyük gürültü koparıyorlar. Sonra hiçbir olayda referans haline gelemeden... Şaşırtmayan, temkinli üsluplarıyla unutulup gidiyorlar. Çoğu zaman yayıncısına da para kaybettiriyorlar.
Peki bizdekiler niye hiç hatıra yayınlamıyor!.. Bu başarısızlık korkusu değil herhalde... Siyasi hayatları bitmesin diye koşturmaktan yazmaya vakit bulamadıkları için mi?.. Yoksa baştaki iki meseleyi görevdeyken hallettikleri için mi!..
Yazının Devamını Oku

Gingrich’in partisinden kazanan izlenimleri

7 Kasım 2010
Bu bir politika yazısı değildir. Amerika’daki araseçimler üzerinden toplumsal yaşamı anlama çabasıdır. Dinamikleri profiller üzerinden ele alma denemesi... Ancak yine de 13 yaşından küçüklere okutmayın. Bunu okuyacağına, bir öykü kitabına başlasın Sandıklar doğu yakasında kapanmaya başlayınca akşam saat 20.00 gibi çıktım. Pennsylvania Caddesi üzerinde Ronald Reagan binasına...
Cumhuriyetçilerin kazanacağı az çok biliniyordu. O yüzden gece Washington’da verilecek seçim partilerinden Cumhuriyetçilerin düzenlediklerinden birini istiyordum. Newt Gingrich’le karısının verdiği partiye gittim.
‘Kırmızı Başlıklı Kız’daki kurt gibi. Konuşmaktan çenesi öne çıkmış. Sinirinden kaşları çatık kalmış. Sövmekten sesi çatallaşmış.
Karısının civciv sarısı saçlarıyla birleşince de ortaya tipik bir politika çifti çıkmış. Frapan, iddialı, yırtıcı, özgüveni sonsuz.
Salonda 700 kişilik bir davetli topluluğu vardı. İki dev ekran kurmuşlar. Fox, eyaletlerden seçim sonuçlarını geçerken... Köşedeki orkestra da kokteyl müziği çalıyordu.
Callista Gingrich çıktı önce sahneye. Elindeki metinden bir Cumhuriyetçi tiradı attı. Sonra da kalabalığa kocasını takdim etti. 2012’de adı başkan adaylığı için geçen... Cumhuriyetçilerin eski Meclis Başkanı Newt Gingrich’i.
Kalabalığa gelince, durum şu...
Jöleli saçları ve yanlarındaki manken gibi kızlarla ‘Bize bakın’ gürültüsü çıkaran yuppie’ler... Gösterişli gece kıyafetleriyle etrafı kolaçan eden genç kadınlar... Seyrek, biçimsiz pornocu bıyığıyla piyasa yapıp, arada Fox’ın seçim sonuçlarına göz atarken “Tamamdır Virginia!”, “Teşekkürler Indiana!” diye avazı çıktığı kadar bağıranlar... Lobiciler... Stratejistler...
Bazıları çok şık. Bazıları trekkinge gider gibi.
Bazıları çok popüler. Bazıları elinde viski, bütün gece salonda dört dönecek kadar yalnız.
Derken curcunanın ortasında Newt Gingrich çıktı sahneye. “Geliyoruz. Ülkeyi geri alıyoruz” diye kükredi. Sonra da sahnede senatör, milletvekili konukları ve telefon bağlantılarıyla saatlerce durum analizi yaptı. Bitmeyen seçim yorumları...
Demokratların bir partisi olsaydı profil daha mı farklı olurdu bilmiyorum!..
Ama bildiğim... O gece orada kimler yoktu derseniz...
Kafası çalışan bir doktora öğrencisi... Yetenekli bir sanatçı... Ya da dünyayı kendine dert edinmiş biri yoktu. Ben karşılaşmadım.

Senatör kriterleri

Böyle dediğime bakmayın. En keskin Demokrat düşmanı Newt Gingrich’in partisine gelenlerin profili, Amerika’da politikayla ilgilenen herkes lüzumsuz insandır sonucu doğurmaz.
Çay Partisi’nin başlattığı elit tartışmasını biliyorsunuz. Onları sevmeyen herkese ‘elit’ diyorlar. Ve kendileri ne kadar ırkçı, ne kadar faşist eğilimli olsa da... Karşılarındaki insanlar elit denilmesini bir suçlama gibi algıladığı için ağızlarını açıp bir cevap veremiyorlar!.. Sonuçta elit diye diye... Politikada bilgiyi, sağlıklı düşünceyi temsil eden ne varsa yıkıyorlar.
Temsilciler Meclisi’ni Cumhuriyetçiler ele geçirince yeni seçilen milletvekillerinin hikâyelerine baktım. Aşağı yukarı 100 kişi. Bir meslek analizi yapmışlar. Aralarında pizzacıdan gospel şarkıcısına yok yok. Ortak yönleri ise hemen hepsi eğitimsiz. Halk insanı!..
Bir tek Alabama’da siyah bir avukat fark ettim. O da hem Harvard’da hem Princeton’da hem de Oxford’da okumuş. Bir senatör için bile istisna...
Bir senatör için bile derken... İlginçlik şurada...
Temsilciler Meclisi Çay Partililere geçmiş olabilir. Onların ifadesiyle, elit olmayan gerçek halka. Ama garip bir sağduyusu var Amerikalıların. Bu kadar halktan olmak iyi değil dediler. Senato’yu devretmediler. Ve artık Çay Partisi deliliğinin uç noktası diyebileceğiniz Delaware’deki cadıya (mecazi değil), Nevada’daki taşra politikacısına seçim kazandırtmadılar.
Gingrich de biliyor bunu. Eğer başkan adayı olursa... Yanına alacakları o gece salona doldurduğu o insanlar olmayacak. Yine Ivy League üniversitelerinde okumuş... Sağlıklı düşünebilen... Dünyaya bakmayı bilen elitlerle çalışacak. Senatör kriterlerine bağlı kalacak...
Sistemin sinirlerini test ettiler. Olmadı!..

SEÇMENİN RUH HALİ

Dalgayı yaratan, kızgınlık ve sabırsızlık.
İki partiden kopan öfkeli mülteciler, Washington’a gecekondu kurdu. Çay Partisi!..
Hareket büyüdü. Çay Partisi Express, Freedom Works gibi alt gruplar doğdu.
Destek istediği kişilere Washington’ı ele geçirmeyi vaat edince de seçmen özgüven patlaması yaşadı.
YouTube çağında, eğitimine, birikimine bakmadan herkes kendi kendine ben neden yapamayayım diye sormaya başladı.
Tık rekoru kıranlar önseçimlerde aday oldu.
Makul olan kaybetti. Bağıran, hakaret eden, en manyakça fikri savunan, işsizliğin ezdiği insanların gözünde itibar kazandı.
Ve adaylar bir performans sanatçısı, seçmenler de yetenek yarışmasının jürisine döndü.

Fox, Fox, Fox

70’lerde halkı kilisenin elinden söküp alan medya ne kadar devrimciyse... Şimdi de Fox televizyonunun temsil ettiği vahşi yayıncılık, toplumsal yaşamda en az o kadar etkili.
Anchor’lar artık sadece anchor değil. Aktivist oldular!.. Meydanlarda binlerce kişi toplayıp siyaseten pozisyon alıyorlar. Zamanında bizde de Susurluk dönemi yaşananların, çok daha kapsamlı, geniş çaplısı...
Her şey o kadar aleni ki... O akşam partisine gittiğim Gingrich dahil Sarah Palin’den Mike Huckabee’ye 2012’de başkanlık için adı geçen birçok Cumhuriyetçi Fox’ın patronu Rupert Murdoch’un bordrosunda. Cumhuriyetçi Parti’ye yaptığı milyon dolarlık bağışlardan ise hiç bahsetmiyorum.
Güney eyaletlerine gidin. Kadınlara oy hakkı verildiği için Amerika’dan artık hiçbir zaman dâhi bir siyasetçi çıkmayacağını savunan seksistler bulursunuz. Kadınlar yüzünden dış görünüş artık çok öndeymiş. Ama aynı yerlerde Fox’ı sorun. Size Amerikan demokrasisine yaptığı katkıları anlatırlar.
Daha yeni başladık. Eğer böyle giderse Fox en büyük katkıyı 2012’de yapacak. Dış görünüşü değil aklı önde olan Sarah Palin’i başkanlığa sürükleyerek...

Ben senim

Bir araştırma okudum. Kampanya döneminde adayların televizyonda yayınladıkları reklamların yüzde 50’den fazlası, rakip adaya kara çalmak için çekilmiş. Fox etkisi!..
Kimilerine göre 4.5 milyar dolar reklam bütçesi vardı bu seçimin. Amerikan tarihinde bir araseçim rekoru. Ama hakaret içerikleri dışında ne ön plana çıktı derseniz. Herkes seçmene benzeme yarışındaydı. Hatta bir tanesi bütün kampanyasını bunun üzerine kurdu: ‘Ben senim’... Facebook etkisi!..
Amerikalıların ne demek olduğunu anlamadan kullandığı bir sözcük var: Hipster. Havalı bir şey ama detaya girince karışıyor. Seçim sloganları da biraz buna benziyor. ‘O senden biri’, ‘O sensin”, ‘Ben senim’...
Sana benziyorum derken, senin düşüncelerini savunuyorum demek istiyor büyük ihtimalle. Ama bütün bu sloganların genelde Çay Partisi adaylarından çıktığını düşünürsek... Acaba bu slogana şunlar da dahil mi diye düşünüyorsunuz!..
Gerekirse senin kadar ırkçıyım!.. Gerekirse senin kadar cahilim!.. Gerekirse senin kadar saldırganım!..

Geçici ilkesizlik

The Real Housewives (Gerçek Ev kadınları) şovunun Washington versiyonu yayınlandı birkaç ay önce. Geçen yıl Beyaz Saray Partisi’ne izinsiz giren Salahi Çifti de yarışmaya katılanlardandı. Şovda Beyaz Saray’a girdikleri final bölümü doruk noktası. Ama ondan önce... Söyledikleri yalanlar, diğer yarışmacılara yaptıklarıyla öyle bir tepki topladılar ki... Bütün Amerika, Salahileri ayıplama yarışına girdi. Kinle, ailenin hayatını altüst ettiler.
Toplum, sosyal ilişkilerde nasıl davranması gerektiğini biliyor aslında. İçine işlemiş o Protestan ahlakıyla neyin olmaması gerektiğinin... Neyin doğru olduğunun çok iyi farkında!..
Ama böylesi ağır bir ekonomik krizde... İşsizlikte... Değer yargıları da bir süreliğine rafa kalkıyor!..
2010 araseçimlerinde yaşanan biraz da buydu.
Yazının Devamını Oku

Secret Service yuvası Sidwell

31 Ekim 2010
Okulun içi Secret Service yuvası. Çünkü başkanın kızları... Başkan yardımcısının torunları... Kabine üyelerinin akrabaları... Herkes burada. Beyaz Saray’ın küçük versiyonu gibi. Bugüne özel bir durum da değil. Theodore Roosevelt’ten Bill Clinton’a... Başkanların, başkan yardımcılarının çocuklarını yolladığı özel okul burası. Sidwell Friends!..
Geçen hafta sabah 7’de Wisconsin Caddesi sirenlerle inliyordu. Okulun üzerinde bulunduğu cadde... Başkan’ın konvoyu geçti. Sonra Beyaz Saray basın havuzuna düşen mesajla durumu öğrendik. Nöbetçi Miami Herald muhabiri, “Potus (Başkan) ve Flotus (First Lady) veli toplantısı için Sidwell’e gitti” dedi. Toplantılara katılmış. Sasha ve Malia’nın durumunu konuşmuş.
Böyle bakınca çok heyecanlı tabii. Her tarafta ajanların olduğu... Çok önemli insanların, çok önemli çocuklarının okuduğu, çok özellikli bir okul. Ama içeriyi dolaştığımda gördüklerimi anlatırsam...
İki kampusu var okulun. Küçük olan Sasha, Bethesda’daki kampusta. İçeri giriyorsunuz. İlk fark ettiğiniz, etraftaki sessizlik oluyor.
Obamalar Chicago’dan kente geldiklerinde, birkaç okul arasında seçim yapmışlardı. Ve hepsi de tıpkı Sidwell gibi, yıllık 30 bin dolar civarı ücretleriyle çok pahalı okullardı. Ama o sessizlik içinde kampusu oluşturan dört binaya baktığınızda, toplanan paraların nereye gittiğini merak etmiyor değilsiniz.
İçerisi eski. Masalar eski. Hatta alt kattaki müzik atölyesi hafif rutubet kokuyor. Biraz müzik dersini takip edeyim dedim. Ama tahtadaki öğretmenin bütün bir duvarı kaplayan nota haritası üzerinde, elindeki sihirli değneğiyle daha birinci sınıf çocuklarına notaları nasıl okuttuğunu görünce uzun süre içeriden çıkamadım.
Okulun bazı köşelerinde, bazen iki öğrencinin başında bir öğretmen duruyordu. Bazı sınıflar boştu. Tahtalarında da, “Bugün Beyaz Saray’a gidiyoruz”... “Bugün Amerikan Sanat Müzesi’ndeyiz” gibi notlar yazılıydı.
Öğretmenlerin hepsi kendi alanlarının en iyileri. Kitabı olanlar, ödüllüler... Okulun yöneticileri, ülkenin en iyi eğitim okullarından doktoralı. Ama en önemlisi, öğrencilerin hiçbirinin kim olduğu belli değil. Etrafta gazetelerin anlattığı türden bir Secret Service halesi de yok.
Beni gezdiren okulun velilerinden biriydi. Obamalar gibi siyah. “En çok neyini sevdiniz bu okulun?” dedim. “Kimseye ayrıcalıklı davranmamasını” dedi.
Beyaz Saray’dan çıkıyor. Sabah 7’den 9’a kadar çocuğunun toplantılarına katılıyor. Sonra Oval Ofis’e dönüp İran’ın füzeleri, Çin’in yuanı... Konuşmaya devam ediyor. Ayrıcalığı var gibi mi?

Gösteriş yok

Sidwell Friends’te tanınmış bir Türk ailenin çocuğu da okuyordu. Uzun uzun konuştuk. Ama haklı olarak, çocuğunun mahremiyetine saygısından adının yazılmasını istemedi. Anlattıkları şunlar:
Aileyi de işin içine çekiyorlar. Ben nasıl olsa çocuğu iyi bir okula verdim deyip uzaklaşamazsınız.
Öğrenci profilini çok çeşitli tutuyorlar. Kendi aralarında bir sınıf ayrımı yaşamaları mümkün değil.
Binalar eski görünebilir ama okulda gösteriş merakı olmadığından. Akademik yönü çok güçlü.
Çocuklara sosyal sorumluluk aşılıyorlar. Sokakta yaşayanlara hep beraber yemek götürdüğümüz oldu.
Okulda Secret Service dolaşıyor. Ama hiçbir çocuk arkadaşlarına ‘ben bilmem kimin çocuğuyum’ diye davranmıyor.

Bir tarikat okulu

Başarı listelerini yayınlamıyorlar. Çünkü inançlarına göre Tanrı’nın gözünde herkes eşit yaratılmış.
Öğrencilerin yüzde 40’ı etnik azınlıklara ait. Çünkü inançlarına göre ırklar kardeştir.
Öğrencileri her hafta gönüllü bir ibadet saatinde toplayıp sosyal sorumluluk aşılıyorlar. Okula kayıtlı 1100 öğrencinin dörtte birine burs veriyorlar. Çünkü inançlarına göre köleliğe nasıl karşı çıktılarsa şimdi de topluma karşı ödevlerini yerine getirmeliler.
Sidwell Friends aslında bir tarikat okulu. 1883’te Thomas Sidwell tarafından kurulurken de, kökeni 17. yüzyıl İngiltere’sine uzanan Quaker inancına göre şekilleniyor. Halen de okulda ağırlığını sürdürüyor.
Ancak müfredata gelince... Fransa kadar seküler!..
Fark şu... Okulun felsefesinde tarikat mantığı olsa da... Burada kimsenin Amerikan Yüksek Mahkemesi’ne yargıç sokma ihtirası yok. Dinin iyi ahlak yönünü alıyorlar. Orada bitiriyorlar.
Çok mu zor acaba bunu becerebilmek!..

Ünlü okulların meşhur yöneticileri

Geçenlerde bir dergi, New York’un yaşayan en önemli kişisi kim anketi yapmış. New York Times’ın genel yönetmeni Bill Keller’a da soruyorlar. Tek isim söylüyor. Dalton’un kayıt-kabul müdürü Elisabeth Krents. Çocukların testle alındığı, Upper East Side’daki ünlü okul.
Bir yanda iyi devlet okullarına çocuklarını piyangoyla sokmaya çalışan yoksul aileler... Öbür yanda, özel okulların müdürlerine ulaşmaya çalışan zengin aileler...
Barack Obama’ya sordular geçenlerde, “Kızlarınız neden devlet okuluna gitmiyor” diye. Ülkenin başkanı, devlet okullarının yetersiz olduğunu söyledi. Bu da işin pişkin politikacı kısmı...

Süpermen’i Beklerken

Sadece Amerika’da gösterilen... 4 milyon dolar hasılatta çakılıp kalan... Ama Georgetown’daki AMC’de 1 aydır gösterilmeye devam eden ‘Süpermen’i Beklerken’ diye bir belgesel var. Gazetelerde Social Network’ten daha çok tartışılıyor.
Ülkenin geleceği savaş alanlarında değil sınıflarda belirlenecek diyor film. Ve 70’lerde dünyanın en iyilerinden iken şimdi dökülen Amerikan ilk-orta derece okullarını anlatıyor.
Sistemin nasıl iflas ettiği, ülkenin değişik yerlerinde yaşayan çocukların hayatları üzerinden işlenmiş. Ailelerinin özel okula gönderemediği, filmin sonunda bütün kaderleri, sınırlı sayıda öğrenci kabul eden iyi bir devlet okulunun lotarya topuna bağlı olan çocukların trajik hayatları...
İki hedefi var. Korkak politikacıların aşamadığı hantal bürokrasi!.. Kifayetsiz, asalak öğretmenler!..
Daha önce Michelle Rhee’den bahsetmiştim. Ülkenin okuma başarısı en dipteki Washington DC’nin eğitim müdürlüğüne getirilen... Gelir gelmez başarısız öğretmenleri işten atmaya başlayan hırs küpünden... İşte filme göre herkesin beklediği süper insan o! O ve Harlem’de onun gibi çalışan birkaç eğitimci.
Şunu soruyor belgesel: Harcanan paraları artırıyorsunuz. Bürokrasiyi şişiriyorsunuz. Okulların altyapısını güçlendiriyorsunuz. Peki öğretmenlerin kalitesine neden odaklanmıyorsunuz?.. Niye öğretmenlerin elinde rehin oluyorsunuz?..
Beraber çalıştığı belediye başkanı seçim kaybedince iki hafta önce istifa etti Rhee. Tam önseçimin yapılacağı gün konuşmuştuk. Kazanacağız diyordu ama bu sonuca da hazırlıklıydı. Keşke birileri Türkiye’den çağırsa da sorsa Rhee’ye.
Bu öğretmen performansı denilen şey ne demek?..
Yazının Devamını Oku

Michelle’in Beyaz Saray’daki bahçesi

24 Ekim 2010
Bahçe dedim ama ufak bostan belki daha doğru olurdu. Aşağı yukarı 100 metrekarelik bir yer ayırmışlar. İçini de muntazam bir şekilde bölmüşler. Domatesler bir yerde. Yanında karalahanalar... Pazı, kabak, brokoli, karnabahar, havuç, böğürtlen... Tek bir boşluk yok. Biraz uzağına da bir kovan yerleştirmişler. Orada da arılar çalışıyor. Norman Rockwell tablosu gibi...
Anlattığım manzara, Beyaz Saray’ın içinde First Lady’nin kurduğu mutfak bahçesiydi. Geçen yıl başladı bu işe. Önce Amerika’yı, sonra dünyayı uyandırdı. Başladığı günden beri de kampanyasını her gün genişletti./images/100/0x0/55ea2d11f018fbb8f86fbe34
Geçen hafta bahçeyi gezerken, Beyaz Saray yetkilileri hasatla ilgili bilgi verdi. Şimdiye kadar tam 750 kilo ürün almışlar. Bunun üçte biri, fakirlere yemek dağıtan bir aşevine gönderilmiş. Geri kalanı da Beyaz Saray’daki ziyafetlerde kullanılmış. Maliyet ise... Bahçıvanların emeği dışında, en fazla 250 dolar.
Amerika’nın çelişkilerinden biri... Burada bütün anneler çocuklarının başkan olmasını istiyor. Sorunca yarıdan fazlası söylüyor bunu. Ama artık nasıl olacaksa... Başkan olmadan önce bir politikacı olmasını ise asla kabullenmiyor. Politikacıları sevmiyor.
Barack Obama göreve geldiğinden beri epey iş yaptı. Sağlık reformunu geçirdi... Finansal reformu hazırladı... Irak’tan çekilmeyi başlattı vesaire... Ama bunların hiçbiri, karısı Michelle’in bahçesi kadar ilgi toplayamadı.
İşin nereye vardığını anlatabilmek için söylüyorum. İlk defa, first çocuklar Sasha ve Malia’nın doktorları hızlı kilo alma uyarısında bulununca çıkmıştı bu bahçe meselesi. Oradan büyüdü. Önce obeziteye karşı ‘Hareket Edelim’ kampanyasının mayası... Sonra da ülkede her yana yayılan şehir tarımcılığının sembolü haline geldi.
Obama mitingler yapıyor şimdi seçimden önce. Önümüzdeki hafta büyük ihtimalle hezimet yaşayacaklar. Demokrat Parti’nin en büyük kozu ise Michelle ve onun bahçesi. Barack Obama’nın yanında dursun da, ona oy kazandırsın diye bekledikleri first lady.
“Politika” demiş eski bir Amerikan sosyalisti, “Zenginlerin parasını, fakirlerin oyunu almak ve her iki kesimi birbirlerinden koruyacağını vaat etmektir.”
Ama iki yılda... Ne zenginlere yaranabildi Barack Obama ne fakirlere. Karısı Michelle ise tek bir bahçeyle... Hem fakirlerin ilgisini topladı. Hem de zenginlerin desteğini aldı.

Locavore şefler malzemeye odaklandı

İş, tek bir bahçe kurmakla bitmiyor tabii. Ürünler ekildi. Mutfak bahçesi medyaya gösterildi. Sonra Michelle Obama teker teker televizyonları dolaşıp bunu anlatmaya başladı. Yemek programlarına çıkıp ünlü şefleri yanına çekti.
Amerika şimdi bir ‘locavore’ çılgınlığı yaşıyor. 2000’lerin ortasında başlayan bir hareket bu. San Francisco’da bir grup, sadece çevrelerindeki 100 millik bir alan içinde yetişen gıdalarla beslenmeye karar veriyorlar. Ve kendilerini ‘local’ (yerel) sözcüğünden uydurdukları locavore’la tarif ediyorlar. Etle beslenen ‘carnivore’lar ya da otla beslenen ‘omnivore’lar gibi...
Hareket, özellikle New York’ta şehir tarımcılığı diye bir alan yaratıyor. İnsanlar krizin de etkisiyle, işsiz kalınca teraslarında domates, biber yetiştirmeye başlıyor. Ardından Michelle’in bahçesi geliyor. Ve iş bütün Amerika’ya yayılıyor.
Şeflerin önemi şurada... Jamie Oliver’dan Mario Batali’ye, Michelle Obama’nın bahçesinden geçmiş birçok ünlü şef, şimdi televizyonlardaki yemek programlarında ya da kitaplarında artık malzemeye ağırlık veriyorlar. Oliver ‘yemek devrimi’ diye bir kampanya başlattı. Çocuklara özel, sağlıklı tarifler üzerine çalışıyor. Batali, Michelle’in bahçesine ‘Iron Chef’ programını götürdü. Bahçeden çıkan malzemelerden yemekler yaptı.
Hele Beyaz Saray’ın bir şefi var. Chicago’dan gelme, Sam Kass. Öyle popüler oldu ki, People dergisinin listelerine girdi. Hem Beyaz Saray yemeklerini bahçe ürünlerinden yapıyor hem de şimdi Tarım Bakanlığı’nda beslenme üzerine yapılan toplantılara giriyor. Akıl veriyor.
‘Locavore’lar mı?.. Onlar da bu arada kendilerini çoktan tescil ettirdi. Tarım Bakanlığı mayıs ayında bir açıklama yaptı. Locavore sözcüğünü resmen tanıdı!..

Hollywood ressamı Norman Rockwell

Smithsonian Amerikan Sanat Müzesi’nde temmuzdan beri bir sergi var. Yılbaşına kadar devam edecek, Norman Rockwell sergisi. Tabloları Michelle’in bahçesine benzeyen ressam.
Amerikan resamlarının bir bölümünde olan bir şey. İşleri, Hollywood için yapılmış storyboard’lara benziyor. Hepsi film sahnesi gibi... Rockwell’in özelliğiyse illüstrasyonlarını da eklediğinizde bu tarzın en belirginlerinden olması... Risksiz!.. Yenilikten uzak!.. Gazete fotoromanı gibi uysal!..
O kadar gerçekçi ki... Tabloyu gördüğünüzde o anın gerçekten yaşandığını düşünüyorsunuz. Böylece Rockwell’in rötuşladığı bir Amerika fotoğrafına bakıp... İnanıyorsunuz!..
Hollywood mu bu tablolardan etkileniyor, yoksa bu tablolar mı Hollywood’dan, sanırım biraz karşılıklı... 20’lerden 60’lara kadar Amerika’da popüler kültürün en önemli belirleyicilerinden oluyor Rockwell. 78’de ölünceye kadar da üretmeye devam ediyor.
Ancak nasıl bir bayrak yarışıysa... Ölümünden sonra birçok işi popüler kültürün yeni prenslerine geçiyor. Steven Spielberg ve George Lucas’a. Onlar da 30 küsur yıl sonra koleksiyonlarıyla Washington’da 60 parçalık bir Rockwell sergisi açıyor.
New York’taki Amerikan Doğal Tarih Müzesi’ni görünce düşünmüştüm. Bu müzeye gelip dinozor iskeletlerini gören bir çocuğun büyüyünce Jurassic Park’ı yaratması çok daha kolay olur. Rockwell tablolarına bakıp ileride o tablolardaki gibi sahneler yaratmak da bir Hollywood yapımcısı için aslında doğal olandır.
Sadece Spielberg ve Lucas değil. Sinemacılardan sergiye bir saygı duruşu yaşanıyor şimdi. Hafta başında Julia Roberts geldi Washington’a. Önce Cafe Milona’da yemek yemiş. Ertesi gün de Rockwell sergisine gitmiş. ‘Pretty Woman’da payı olan adama ziyarete...
Yazının Devamını Oku

Redskins ile bir pazar günü

17 Ekim 2010
New York’un beyzbolcu Yankees’i varsa, Washington’ın da futbolcu Redskins’i var. Bandosu... Ligin en büyük stadyumu... Seyirci ve gelir rekorlarıyla... Amerikan futbolunun para basan kızılderilileri. Geçen hafta bugün, FedEx Field’daydım. Amerika’da toplumsal yaşamın en baskın unsuru sporun en azgın oyuncularından Redskins’in stadyumunda...

Uğultu, hayvanat bahçesi Washington’ın politik hayvanlar kaçmasın diye yapılmış çiti, yüzük yol 495’den çıkıp stadyuma doğru ilerlerken kulağınızı tırmalamaya başlıyor. Ataköy 9. Kısım büyüklüğünde, 22 bin araçlık otoparkta yerinizi buluyorsunuz. Sonra 92 bin kişilik arenaya giriyorsunuz.

Yankees’in açık tribünü bleachers’ta bütün stadyumu domine eden ‘Yaratıklar’ oturur. Bir süre önceye kadar grubu stadın diğer tribünlerinden izole edip, alkol almalarını yasaklamışlardı. Çarşı’nın Bronx görmüş marjinal hali... İşte Redskins’in tribün seyircisi, o Yaratıkların bir tık üstü.

1966’dan beri takımın sezonluk biletleri yok satıyor. 200 bin kişilik devasa bir bekleme listesi var. Seyircinin gelir seviyesi yüksek. Ama stada girin... En tepede, hiçbir şey göremeyeceğiniz kısımlar için sezonluk 500 dolar verenden... En öndeki rüya koltuklarına maç başına 400 dolar ödeyene... Binlerce kişiyi ellerindeki Bud Light şişelerini demirlere vurup, bağırıp küfür ederken görüyorsunuz.

Benim izlediğim geçen haftaki maçta Redskins’in oynadığı Green Bay Packers’ın taraftarları daha derli toplu duruyorlardı. Öyle deyince biri düzeltti: “Sen gel, bizim Wisconsin’deki maçlarımızı izle. Deplasman taraftarı farklıdır!..”

Kural, Amerikan futbolu için de değişmiyor. Bütün diğer Amerikan sporları gibi... Bu aslında bir pazar eğlencesi. Biraz oyunu izliyorsun... Çokça acılı kanat yiyip bira içiyorsun.

Oyunun büyük bölümünü basın tribününden izledim. Bir camın arkasındasınız. Hiçbir gürültü yok. 200 kişi önlerinde laptop bir yandan hoparlörden okunan istatistikleri dinliyor... Bir yandan yazı yazıyor.

Gazeteciler, dört sıra oturmuş. En öndekiler kıdemliler. En arkadakilerse Twitter yazarları. Bu arada salondaki tek gürültü, yazısını hâlâ daktiloyla yazan yaşlı bir gazeteciden çıkıyor. Kimseyle konuşmaz, sakın deneme dediler. Hikâyesini soramadım.

Birkaç gazeteci Redskins forması giymişti. Ve Redskins sayı yapınca sessizce seviniyorlardı. Kulüp sorumlusu Mike Pehanich’e sordum. “Basın odasında sevinç gösterisi yasaktır, bağıramazlar” dedi. Tamam çok büyük bir kulüp Redskins. Ama 20 yıldır da şampiyon olamıyor. Gazeteci-yönetici gerginliği nasıl yaşanmaz, bir Avrupalının anlaması çok zor.

Daha da garibi... Oyun bitti. Basın toplantısı yapılacak. Ama önce bütün gazeteciler soyunma odasına gittik. İçeri giriyorsunuz. Bütün oyuncular çırılçıplak. Yeni duş almış ya da almak üzere... Etrafta dolaşıyorlar. Televizyoncular da giyiniklerle röportaj yaparken arkadakileri olduğu gibi çekiyor. 20 yıldır NFL yazan Donna Hopkins’e sordum bu durumu. Özellikle bir kadının bu koşullarda çalışması nasıl bir şey diye... “Giyinmelerine zaman kalsın diye genelde içeri geç girerim” dedi. “Ama hâlâ giyinmeyen varsa da işimi yapmak zorundayım. Dikkat etmemeye çalışıyorum.”

Kulaklarındaki 3 kıratlık pırlantalarla kapıdan zor geçen irikıyım siyahlar... Gazetecilerle konuşurken oyuncuların hepsi çok heyecanlı. Etrafta menajerleri de yok. Pehanich’e oyuncuları nasıl bu kadar serbest bırakabiliyorsunuz, dedim. “Basın toplantısına çıkarmadıklarımıza haksızlık olur, herkese izin vermek zorundayız” dedi.

PİKNİK OTOPARKI

O gün öğlen 1’de başladı maç. Stadyumdan çıkarken 6’yı geçiyordu. Son bir saati basın toplantısı deyin. Bir de kısa bir uzatma oldu. 15’er dakikadan 4 devre oynanan maç, tam 4 saat sürdü. İçeride herkes içti zaten. Ama demek kesmemiş, çıkarken otoparkta onlarca insan piknik yapıyordu. Ciplerin bagajlarını açmışlar. Hatta bazıları yola tente kurmuş. Barbekü yapıp bira içiyorlardı.
Hafta içi Amerika’nın en ünlü spor psikiyatrlarından Dr. David McDuff’ı aradım. Maryland’de yaşıyor ve Baltimore’un hem beyzbol hem futbol takımlarının danışmanlığını yapıyor. “Spor, Amerika’da ulusal bir kimliktir” dedi. “Daha lise döneminde öğrencilerin yüzde 50’den fazlası spor yapar. Çünkü spor sosyal buluşma aracıdır. Otoparkta parti yapanlar da bunun kanıtı.”
“Peki neden” dedim. Amerikalı bir lise öğrencisinin spor yapmasındaki temel motivasyon ne?.. “Çevre edinme ihtiyacı. Tenis okul dışında popülerdir örneğin. Ama okulda takım sporu yapılır. Böylece üniversiteye gittiğinde hangi sporu yapıyorsa onun grubuna katılır.”
Biraz da Al Pacino’nun Any Given Sunday filminin finalinde yaptığı konuşmadaki gibi... “Ya takım olarak toparlanırız ya da birey olarak ölürüz.”

KADININ YERİ

Bir yerde ne kadar çok kadın olursa, erkekler de o kadar çoğalıyor. Dr. McDuff’a Fedex Field’da kadınların nasıl en az erkekler kadar çok olabildiğini sordum. İki sebep söyledi. Birincisi, feminist dalganın etkisiyle sporda kadınların ayrımcılığa uğramasının önüne geçen ve 70’lerde gerçekleştirilen yasal düzenleme yani 9. Başlık. Spor yapan kadın, doğal bir spor izleyicisi oluyor. İkincisi de televizyon devrimi. Evde neredeyse hemen hemen bütün spor müsabakalarını televizyondan takip edebiliyorlar. Devamlılık sağlanınca da tribünlerin potansiyel alıcısı oluyorlar.

PARANIN GÜCÜ

Sporda sosyal boyut hep daha önde. Manevi unsurlar önemli. Ancak bunun altyapısının maddiyata dayandığıyla artık herkesin yüzleşmesi gerek. Özellikle şu sıralar Galatasaray’ın yeni stadının isminin Türk Telekom olmasını istemeyenler için söylüyorum...
O gün Fedex Field tribünlerinde binlerce kişi müsabakayı izlerken, binlerce kişi de içerideki loca koltuklarında oturmuş oyunu televizyondan takip ediyordu. Yapılan yatırım sayesinde, evdeymiş gibi. Dr. McDuff, bugün Maryland Üniversitesi’nin bile yıllık 50 milyon dolar spor bütçesi olduğunu anlattı. Ve Maryland Üniversitesi’nin stadyumunun bile bir sponsoru olduğunu... Comcast...
Redskins’in maçından çıkarken bir kez daha şuna karar verdim. Eğer sporu bir eğlenceye... Bir pazar pikniğine... Sosyal bir buluşmaya dönüştürmek istiyorsanız... Altyapısını da sağlamak zorundasınız. Dışarıda kedi köfte yedirip içeride pis tuvaletleri kullandırma pahasına gelenlere takım ruhu aşıladığınızı düşünebilirsiniz elbette. Ama... Niye biletleri daha iyi paraya satamıyoruz?.. Niye ürün gelirimiz düşük, dendiğinde... Verecek bir cevap bulamazsınız!..
Yazının Devamını Oku