30 Ocak 2011
O gün Virgina’da poligonun önüne kamyonetini çekmiş, çamurlu nubuk botlarıyla içeride insan siluetine nişan alırken sıktıkça kendinden geçen histerik erkekler hakkında ne düşünüyorsam, kadınlar da benim için öyle Pikniğe gider gibi gelmişler. 10 yaşından ufak iki çocuk... Çelimsiz baba... Bastığı yerde izi çıkan, ağır anne...
Ben cam bölmeden içeridekileri seyrediyordum. Kimi uzun namlulu çıkarmış. Kimininki ufak. Bazısı da yere yatmış tüfekle sıkıyor. O sırada silahlara mı bakayım... Önlerine koydukları hedeflere mi... Nasıl attıklarından mı anlam çıkarayım, derken ailece içeri girdiler. Benimle birlikte gözetmenlerin durduğu bölmeye, briefing almaya...
Burası Virginia’da bir atış poligonu... Silver Eagle. Daha yakındakiler yerine, daha taşralı göreyim diye Washington’dan 1 saat araba kullanarak gittiğim, gözden uzak bir yer.
Gözetmen, aileye kuralları anlatmaya başladı. Elin sadece atış yaparken tetikte olacak... Önündeki kırmızı çizgiyi geçmeyeceksin... Bir durum olursa, “Ateşkes” diye bağıracaksın vesaire... Sonra, “Beraber mi gireceksiniz” diye sordu. Kadın da, “Önce ben atacağım” deyip çocukları babaya bıraktı. Ve yuvarlak hedef, kareli hedef, yüzsüz insan silueti arasından yüzü olan bir zombi seçip içeri girdi. Silahını çıkardı. Atmaya başladı!..
Bu bir münazara konusu. İnsanlara silah taşıma hakkı verilmesi toplumu daha mı güvenli kılar, yoksa daha mı güvensiz?.. Her sansasyonel saldırıdan sonra Amerikalıların dolaptan çıkarıp sündürmeye bayıldığı bayat soru. Ama sakın boş bulunmayın. Çünkü iki tarafın da sağlam argüman ürettiği, tumturaklı bir hikâye!..
Geçen hafta bir yazı okudum. Sanki o gün Virginia’da benim dakikalarca seyrettiğim anneyi anlatır gibi. “Bizim kadın ve güç ilişkimiz farklıdır” diyordu yazı: “Bizde ne Rusların Büyük Katerina’sı vardır ne de Fransızların Jeanne d’Arc’ı... Ne Kleopatra vardır ne de Vietnamlı Trung Kız kardeşler. Bizim güçlü kadın imgemiz, Calamity Jane’dir. Silahlı, yasadışı Cowgirl’ler!..”
Arizona’da vurulan Gabby Giffords ile Sarah Palin için “Benzer kumaş” diyen ağır bir eleştiri. Aynı dönem Washingtonian dergisi de silah taşıyan Virginialı kadınlar hakkında uzun bir röportaj hazırlamıştı. Benim tarif ederek haberdeki fotoğrafların etkisini yansıtabilmem mümkün değil. Birinin, yatakta bebeğiyle oynarken belinden bir Sig Sauer sarkıyor. Ötekinde ana-kız mutfakta silah kuşanmış yemek yapıyor. Baştan aşağı fallosantrik!.. “Niye böyle dolaşıyorsunuz” diyorlar birine. Bazen geceleri sokakta köpeğini gezdirmeye çıkıyormuş. Laf atanlar oluyormuş. Dönüp silahının olduğu tarafı gösteriyormuş. Laf atanlar da kaçıyormuş...
Bu konuda net bir fikrim var, evet!.. O gün Virgina’da poligonun önüne kamyonetini çekmiş, çamurlu nubuk botlarıyla içeride insan siluetine nişan alırken sıktıkça kendinden geçen histerik erkekler hakkında ne düşünüyorsam, kadınlar da benim için öyle. Kızı -miş’li -muş’lu anlatmam ondan. Ancak bir de şu var ki... Columbia Lisesi Katliamı’ndan (1999) Virgina Tech trajedisine (2007), Amerikalılar onca olaya rağmen hâlâ silah taşıma hakkının bir toplumu daha mı güvenli yoksa daha mı güvensiz yaptığına karar verememişken... Ve vurulan Giffords gibi birçok Demokrat, birçok kadın hâlâ “Silah olsun, daha güvenliyiz” diyorken... Şu da gözden kaçsın istemiyorum. Bu caydırıcılığın, Amerika’da insanların birbirlerinin alanına gösterdiği saygıda acaba ne kadar etkisi var?..
Calamity Jane’den beri süren gelenek, acaba toplumun genetiğine nasıl bir miras bıraktı?.. Hayır hayır!.. Ürettikleri seri katiller dışında...
Reklamverenle inatlaşmak
Dizi, İngiltere menşeili. Lise çağındaki çocukların seks fantezileri, uyuşturucu ve alkol merakı üzerine. Yayından önce birkaç kişi uyardı. “Biz İngiltere değiliz, orası bize göre fazla liberal” diye... Ama yayıncı MTV ısrar etti. Ve iki hafta önce başlayan ‘Skins’, ilk bölümde 3.3 milyon izleyici çekti.
Sonrası ise fazlasıyla alışıldık. Sivil toplum ayaklandı. Gazeteler çocuk pornografisi diye köpürdü. Diziye reklamveren altı şirket de, reklamlarını geri çektiğini açıkladı.
Birkaç ay önce Obama’ya ırkçı küfürler eden Fox’ın anchorman’i Glenn Beck’i yazmıştım. Reklamverenler ona da ambargo koymuştu. Ama n’oldu?.. Zıddı, Keith Olbermann gitti. Beck devam ediyor. Üstelik ünlenmiş olarak.
MTV’nin genel müdürü demiş ki, “Bu şovun başka alıcıları var”. İyi de, hem böyle diyor hem de senaryoyu hafifletmenin yollarını arıyor MTV. Bu arada bir hafta içinde de izleyicisinin yarısını kaybediyor.
Fark şu... Beck hiç geri atmadı. Ve eleştirildikçe, hakaretlerini çoğalttı.
Biri pıstı. Öbürü daha da azdı. Biri nasıl uzlaşırıma bakıyor. Öbürü üstüne üstüne gidiyor.
Bir reklamverenle inatlaşma yöntemi olarak. Devir arsızlık devri...
Korkak Obama
“Cesur değil. O kadar korkuyor ki, Birliğin Durumu konuşmasında silah kontrolü sözünü bir kere bile kullanmadı. Ulusal Tüfek Birliği milletvekillerine bağış yapıyor çünkü.”
Arşiv karıştırırken, 1985’te Hürriyet’te Helen Thomas’ın Nancy Reagan’la bir pozunu gördüm. O zamanki Hürriyet Muhabiri Tuna Köprülü, First Lady ve efsanevi Beyaz Saray muhabiriyle bir fotoğraf çektirmiş. Ve kare, son sayfadan girmiş. Görünce çıkışını aldım. Hediye etmek için de hafta içi Thomas’ın ziyaretine gittim. İşte baştaki konuşma, Thomas’la sohbetimizden.
Obama’ya kızgın. Geçen yıl İsrail hakkında yaptığı yorum yüzünden işini kaybettiğinden beri öfkeli. Ama hakkında objektif olabilecek kadar da soğukkanlı. Her konuda muhafazakârlaştığına, bu sayede 2012’yi de kazanacağına inanıyor.
O gün uzun uzun politikanın, diplomasinin nasıl çakıldığından bahsetti Thomas. Karamsardı. Fakat söz medyaya gelince, şaşırtan bir yorum yaptı. MSNBC’nin anchorman Keith Olbermann’ı kovması için, “Görüyor musun iyiye gidiyor” dedi. “Neden” diye sordum. “Teknolojiyle iş kontrolden çıkmıştı. Gazeteciler editör olmadan çalışıyordu. Şimdi editörler yine etkin olacak. Kimse sorumsuzca yazıp konuşamayacak” dedi. 91 yaşında. Ama önünde gazete yığını ve bir kasa mandalina... Hâlâ her şeyi takip edecek kadar ayaktaydı...
Yazının Devamını Oku 23 Ocak 2011
Beyaz Saray’ın önünden Kongre binasına kadar, Pensilvanya Caddesi Amerikan ve Çin bayraklarıyla dolu Washington’da. Çinli başkan Hu Jintao için. İki kutuplu yeni dünya... Süper gücün tescili... Gazeteleri okuyun, Hu’nun ziyareti yüzünden her yerde Amerika-Çin karşılaştırması yapılıyor. Bu hafta ben de bir Çin-Amerika karşılaştırması yapacağım ama başka türlü. Benimki bir kitap üzerinden, Çinli anneyle Amerikalı anneyi konu alacak. Kitabın adı, ‘Kaplan Annenin Savaş Marşı’. Özeti, Çinli annenin neden çocuk yetiştirmede Batılı bir anneye göre üstün olduğu... İki haftadır kıyamet kopuyor. O kadar sinirlendiler ki, Çin’in sivil iktidardan bağımsızlaşan ordusu kadar, bu ‘Çinli anne’ tezine kızıyorlar. Walmart’ı kapatan Çin’in ucuz penyeleri kadar... Çinli annenin Disney annesini alt ettiği iddiasına öfkeleniyorlar. Kitabı anlatacağım. Tartışmasına değineceğim. Bir yandan da, yine başka bir Asyalı hırslı kadın portresi yazmış olacağım...
Adı, Amy Chua. 48 yaşında, Harvard’da okumuş, şimdi Yale’de ders veren bir hukuk profesörü.
İki kızı var. Sophia (18) ve Louisa (14). Kitapta da bu iki kızı nasıl mükemmel yetiştirdiğini, yöntemlerinin nasıl zekice olduğunu anlatıyor.
İlk tartışma, Chua’nın Wall Street Journal’a üç hafta önce yolladığı bir makaleyle başladı. ‘Çinli anneler neden üstündür’ başlığından.
Yazıda bir liste verdi. Ve “Kızlarımın bunları yapmasına izin vermedim” dedi. Şimdi nefesinizi tutun. Bir çırpıda bitsin!..
- Arkadaşların evinde gece kalışları yok.
- Oyun grubu yok.
- Okulda oyuna katılmak yok.
- Okulda oyuna katılmamaktan şikâyet etmek yok.
- Televizyon izlemek, bilgisayar oyunu oynamak yok.
- Kendi hobisini seçmesine izin yok.
- A’dan daha düşük bir not almak yok.
- Spor ve tiyatro dersleri dışında sınıfta en başarılı öğrenci olmamak yok.
- Piyano ve keman dışında bir enstrüman çalmak yok.
- Piyano ve keman çalmamak yok.
Kitabın ismindeki ‘Kaplan Anne’, ‘Anadolu Kaplanı’ gibi bir şey. Agresif, hırslı ve Batılı değil Doğulu. Ancak Chua’nın üstün anneyi tarif etmek için kullandığı asıl terim ‘Çinli anne’.
‘Çinli anne’ bir metafor. Çinli olup Çinli anne olamayabilirsiniz. Ya da Türk olup Çinli anne olabilirsiniz. Çünkü işin püf noktası, ne kadar sıkı, disiplinli bir annelik yaptığınız.
Kitap çocuk yetiştirme üzerine. Ancak Chua, aslında çocuk üzerinden bir yandan da kendiyle ilgili çözümlemeler yapıyor. “Ben” diyor, “bir Çinli anneyim ve çocuğum bir derste başarısız olduğunda, ona ‘Arkadaşların seni geçti’ diyebilirim”. “Ama” diyor Chua, “bir Batılı anne bunu diyemez. Onun yerine kendini çocuğunun başarısızlıklarıyla yaşamaya alıştırır.”
Chua’ya göre temel fark şurada: Batılı anne çocuğunun ruh haline haddinden fazla önem verir. Şunu dersem ne düşünür, bunu dersem ne yapar... Ama Çinli anne bunu takmaz. Ona göre öncelik, daha ufakken çocuğa şekil vermektir.
Gazeteler konuyu ele aldıktan sonra kan gövdeyi götürdü tabii. İkiye bölünmüş durumdalar. Bir kesim, ‘robot çocuk yöntemi’ deyip Chua’ya saldırıyor. Bir grup, “Çin bizi bu yüzden geçecek” deyip yöntemleri savunuyor.
Listeyi okurken gözünüzde tam canlanmamış olabilir. Bir keresinde Koreli bir çocuk, kızlardan birini matematikte geçiyor. Chua da kıza bir gecede 2 bin matematik sorusu çözdürüyor. Başka bir olayda kızlar anneleri için bir doğum günü kartı hazırlıyorlar. Fakat Chua karta bakıp beğenmiyor. Ve hediyeyi reddediyor.
Kitap baştan aşağı bu tür örneklerle dolu. Ama sakın, bunları alt alta dizdiğinizde ortaya bir ‘psikopat anne’ figürü çıkacağını Chu’nun önceden tahmin edemeyeceğini düşünmeyin. Yaptığı, aslında insanları provoke etmek. Biraz kendiyle dalga geçmek. Biraz da artık ölçüsü tamamen kaçmış, çocuğa iyice yetişkin muamelesi yapan Batılı çocuk yetiştirme yöntemini eleştirmek.
Sadece somut olaylar değil. Çocuk-anne ilişkisini bir yandan varoluşçu felsefeyle ele alıyor Chua. “Çin’de çocuklar her şeyi ailelerine borçludur” diyor. “Ama Batı’da çocuklar doğmayı kendileri seçmez. O yüzden de ailelerine hiçbir şey borçlu değildir.”
Geçen hafta okudum. Santa Monica’da kusursuz bir öğrenci... Örnek sporcu... Arkadaşlarıyla beyzbol antrenmanına çıkıyor. Ve koşu sırasında birden gruptan ayrılıp yakındaki bir otelin 10. katına tırmanıyor. Sonra da kendini aşağı bırakıyor. Kasvetli bir İskandinav kenti de değil. Kaliforniya... Kitaba yönelik en büyük eleştirilerden biri... “Yaratıcılığı yok ediyorsun. Piyanoya zorlayarak çocuğun piyanodan zevk almasını engelliyorsun” diyorlar. Ve bir de dipnot ekliyorlar. Ülkedeki en yüksek intihar oranlarından biri, 15-24 yaş arası Asya kökenli kadınlar arasında.
Son olarak çocuklar ne durumda diyorsanız... Yani Chua’nın o tartışılan yöntemlerine maruz kalmış kızları... Büyük olan annesinin bu kadar eleştirilmesine kızıp sonunda New York Post’a bir yazı yollamış. Ve uzun uzun yaşadıkları olaylardan örnekler verip annesini savunmuş. Yazının en sonunda ise... Daha 18 yaşında aynen şöyle bir laf etmiş: “Yarın ölseydim, ölürken hayatımı yüzde 110 yaşamış gibi hissederdim. Teşekkürler Anne.” Nasıl?..
Her dönem bir Chua çıkacaktır
Kitapla ilgili yapılan okuyucu yorumlarında, biri şöyle yazmış: “Kitap beni şoke etti. Ama her zamanki gibi bu da geçer. Bir sonraki ‘uzman’, tartışmalı bir kitap yazana kadar.” Konu çocuk yetiştirme olunca, her dönem yeni bir Amy Chua çıkacağından emin olun. Ancak siz de, “Benim dediğim en doğrusudur”, “Muhakkak öyle yapın”, “Çocuk yetiştirmenin olmazsa olmazı” gibi laflar eden biriyseniz, ‘Bébés’i izlemelisiniz. Dünyanın dört farklı köşesinden dört bebeğin ilk bir yıllık dönemini anlatan Fransız belgeseli... Konuşma, müzik yok!.. Sadece bebeklerin hareketleri ve aileleriyle kurdukları ilişkiyi görüyorsunuz. Ve Moğolistan, Japonya, Afrika, Amerika gibi farklı coğrafyalarda, farklı şartlarda büyümelerine rağmen... Nasıl ortak davranışlar geliştirdiklerini... Ve hepsinin de aşağı yukarı nasıl aynı hızda ilerlediğini...
İki farklı ekol bu. Birinde durmadan okuyorsunuz. Kafa yoruyorsunuz. Kendinize bir yaklaşım seçiyorsunuz. Ötekinde her şeyi el yordamıyla hallediyorsunuz. Bir tarafta ‘Bébés’... Bir tarafta Amy Chua’lar, Dr. Sears’ler...
En iyisi şu mu acaba?.. Hepsini oku!.. Sonra el yordamıyla hallet!..
Yazının Devamını Oku 16 Ocak 2011
Sadece para konuşacağız. Medya böyle değişecek... Yeni çıkan şöyle bir devrim... Öngörü yok!.. Bilanço okumayı bilen, bu işte milyonlarca doları yatan birinin dediklerini aktaracağım şimdi. Washington Post’u çıkaran grubun Yönetim Kurulu Başkanı Donald Graham’ın sözlerini... 20071 posta kodlu WashPo binasında buluştuk Graham’la. Ve hurufattan yapılma kapısı olan odasında yaklaşık bir saat
görüştük. Watergate hikâyeleriyle 70’lerde dünya basın tarihine geçen Katharine Graham’in oğlu. Şirketi, hayatı boyunca gölgesinde kaldığı, efsaneleşmiş bir anneden devralan bir üçüncü kuşak. Ancak mesele eğer bir gazeteyi ayakta tutmaksa... Önce 80’lerde televizyon, sonra 90’larda internetle yüzleşmiş... Hâlâ da mürekkep için boğuşan tam bir ağır işçi. Başlıklarla özetlemeye çalışacağım.
2009 GÖRDÜĞÜM EN KÖTÜ YILDI
2009’da Washington Post’un yazdığı zarar (164 milyon dolar), 2010’da yaşanmadı. Neden?
- Ben gazeteciliğe 1971’de başladım. Ve 25 yıl sadece kâğıt gazetede çalıştım. O yüzden sözlerimi bunu dikkate alarak değerlendirin. Ancak tek söyleyebileceğim, 2009, benim hayatım boyunca gazetecilikte gördüğüm en kötü yıldı. Şimdi düşüş durdu.
Nasıl atlattınız krizi?
- Katharine (Weymouth, şirketi devralacak 4. kuşak) ve Marcus Brauchli (gazetenin genel yayın yönetmeni), maliyet azaltmada harika bir iş yaptılar. İki baskı tesisimiz vardı. Birini kapattık. Ayrıca çok şanslı bir şirketiz. Yöneticilerimizden biri Warren Buffet (yatırımcı). İyi yönetilen bir emeklilik fonumuz vardı.
Yazıişlerindeki personel azaltılmasına nasıl karar verildi?
- 1995’te internet ürününe başladığımızda dev gibi bir gazete, küçücük bir internet vardı. Eğer interneti o dönem gazete içinde halletmeye çalışsaydık, kimsenin umurunda olmazdı. O yüzden ikisini ayırdık. Ayrıca internete bilgisayar odaklı genç insanlar seçtik. Ancak iş çok büyüdü. Sonunda gazete ve internet yazıişlerini birleştirdik. İşten çıkarmalar o sırada oldu.
İşini kaybetmeyen daha çok hangi kesimdi? İnternet tarafı mı, gazete tarafı mı?
- Bu birleşmenin gerekliliğini gazete editörlerimiz fark etti. Geçen yıl başladı süreç. Sadece altı hafta kaldı. 1 Mart’ta Washington Post’ta bütün bilgisayar sistemi tek olacak ve bir editör hem internet hem gazete için tek sistemde çalışacak.
İKİ ÖNEMLİ OPERASYON
1 Newsweek dergisinin satışı?
- Newsweek’i sattığımız için çok üzgünüm. Ama açıkçası her zaman bir zorluğu vardı. Çünkü çoğu dergi genelde tek bir konuya odaklıdır. Moda, yemek, bilgisayar gibi... Böylece çoğunun doğal bir reklamveren grubu vardır. Ancak Newsweek’in hiç olmadı. En büyükler alkollü içecek ve sigara şirketleri çekildi. Üçüncü sıradaki reklamveren, otomotivi kriz etkiledi, zorluk katlandı. Mecburduk..
2 Goldman Sachs’ın yaptığı yatırımla Facebook’un 50 milyar dolarlık şirket haline gelmesi?
- Facebook’un yönetim kurulundayım ama şirkete verdiğim tavsiyeleri açıklayamam. Yönetim kuruluna girdim. Çünkü tanıştığımızda Mark’a (Zuckerberg, kurucu) hayran oldum. Ve içine girdikçe hayranlığım arttı. Tek söyleyebileceğim, Mark çok çok çok sabırlı biri. Bence akıllıca olan da bu.
BAŞARILI OLURSA KOPYALARIZ
Bugün Amerikan medyasının en inovatif şirketi hangisi?
- Amerikan medyasında şimdi deney zamanı. Eminim Türkiye’de de öyledir. New York Times yakında bazı okuyucularına interneti paralı yapacak. Murdoch, iPad gazetesini başlatıyor. Biz de iki ay içinde bazı deneysel internet sitelerinin yayınını başlatacağız. Ayrıca mart sonundan önce de Washington Post’un yenilenmiş web sitesini yayına sokacağız. Umarım hem Murdoch hem New York Times başarılı olur. O zaman biz de kesinlikle aynısını kopyalarız. Sadece biz değil herkes kopyalar.
VİETNAM’DA KARAR VEREMEDİM
Cumhuriyetçi Wall Street Journal ya da liberal New York Times’a göre yazar seçiminiz daha dengeli. Neden?
- Bu bir gazetecilik bakışı. Örneğin ben Vietnam Savaşı’nda bir Amerikan askeriydim. Ama 45 yıl sonra bile hâlâ benim Vietnam konusunda kafam karışık. Amerika’nın politikası ne olmalıydı emin değilim. Şimdi Amerika’nın büyük sorunlarında da cevap ne bilmiyorum. Her seferinde Cumhuriyetçi ya da Demokrat önce bilge insanları dinlemek, bakış açılarını görmek istiyorum. Sonra kendi düşüncemi oluşturuyorum. Haberleri kendi gibi düşünen insanlardan öğrenmek isteyen okuyucular da var. Eminim Türkiye’de de vardır. Bizim gazetemiz onlar için değil. Bizde Charles Krauthammer da var Ezra Klein da.
WIKILEAKS’İ BİLMİYORUM
Hükümetle ilişkiler?
- Bir öfke ilişkisi değil, aramızda bağımsızlığa dayalı bir ilişki var. Burada bazı Avrupa ülkelerinde olduğu gibi hükümetten sübvansiyon almayız. Önemli nokta, bağımsızlık için mali açıdan güçlü olmak zorundayız. Doğru olduğuna inandığımız bir konuda baskıya karşı hazırlıklı olmalıyız.
WikiLeaks meselesinde bu ilişki nasıl yürüdü?
- Bunun cevabını bilmiyorum. Bunu Marcus Brauchli ile konuşmalısınız.
YENİ KUŞAK KARAR VERİR
Washington Post bir aile şirketi olarak kalacak mı?
- Post’un kurumsal yapısı bu gazeteyi bir aile şirketi olarak tutmaya uygun. Katharine 44 yaşında ve güçlü bir lider. Şirket de halen kârlı. Bunun kararını yeni kuşak verecek.
Yazının Devamını Oku 9 Ocak 2011
İş dünyasında sık kullanılan ‘best practice’ diye İngilizce bir tabir var. Alanındaki en iyi uygulama demek. Akademisyen kovan üniversiteler... Performansların iptal edildiği galeriler... Türkiye’den üst üste hikâyeler okuyunca belki bu konuda örnek bir başarı öyküsüne ihtiyaç olabilir diye düşündüm. Ve Washington’dan sansürde bir ‘best practice’ anlatmak istedim. Geçen ay Smithsonian Müzesi’nde yaşanan, dünyada epey gürültü koparan bir olay bu. Ulusal Portre Galerisi’nden kaldırılan bir İsa videosuyla ilgili. Acemi sansürcüye bir rehber gibi düşünün. Sansürlerken nasıl davranması gerektiği konusunda... Bir daha işi eline yüzüne bulaştırmaması için... Tavsiyeler!..
1- Her zaman tetikte bağırmaya hazır olmalısın
Tartışmayı başlatan serginin adı ‘Saklambaç’. Eşcinsellik temasını işleyen 150 eserlik bir gösteri. 30 Ekim’de başladı. David Wojnarowicz’in 1987’de yaptığı, İsa’yı çarmıhta karıncaların altında gösteren videosunun kaldırılması ise 30 Kasım’ı buldu. Niye?.. Çünkü o güne kadar hiçbir bağnaz o videodaki İsa bölümünü fark etmedi de ondan. Videonun orijinali 13 dakika. Küratörler edit edip dört dakikaya indirmiş. İsa’lı kısım ise sadece 11 saniye. Örneğin ben alt kattaki Katharine Graham sergisini görmeye gittiğimde Saklambaç’a da bakmıştım. Ama tartışma patlayana kadar... O sergide, o videonun içinde, hızlı hızlı akan görüntüler arasında, İsa’nın 11 saniyeliğine karıncalara sunulduğunu fark etmemiştim. Bir sansürcü hiçbir detayı atlamamalı!.. Her zaman dikkatli, tetikte, bağırmaya hazır olmalısın!..
2- Yalnız dolaşma kalabalık olup öyle bağır
Videonun yaratıcısı David Wojnarowicz, bir eşcinsel. Sevgilisi fotoğrafçı Peter Hujar, 1987’de AIDS’ten ölüyor. O da New York East Village’da bir kuşağı yok etmeye başlayan AIDS’e karşı çaresizliği anlatmak için bu videoyu hazırlıyor. Elleri çivilenmiş, karıncalara direnemeyen İsa’yla... Ancak işin içeriğinin önemi yok. Olay Hıristiyanların forumlarına düşüyor. Ve ilk taş Katolik Ligi’nden geliyor. Dine hakaret diye... Sonra onların Kongre’de destekledikleri politikacılar giriyor devreye. Ve seçimlerden muzaffer çıkan Cumhuriyetçilerle kapışmak istemeyen müze, videoyu apar topar kaldırıyor. Yani neymiş?.. Yalnız dolaşmayacakmışsın!.. Hele politikacı arkadaşların varsa daha hızlı sonuç alırsın!..
3- Sansürü mutlaka inkar et
O videoyu çektikten beş yıl sonra öldü Wojnarowicz. 37 yaşında. Tıpkı sevgilisi gibi AIDS’e teslim olarak... Videoyu sergiden kaldırma kararı aldıktan sonra açıklama yapan müze direktörü Martin Sullivan ise aynen şöyle dedi: “Bu karar teslim olmak değildi.” İnkar et!.. Bütün değerler allak bullak. Kavramları herkes kendine göre çekiştiriyor zaten. Kaç kişi bilecek?.. Kim adını koyacak?.. Sansür yok de, geç!..
4- Geride iz bırakma
Yıl 2005. O seneki İstanbul Bienali’ne konulan ‘Free Kick’ adında bir sergi. Kataloglar basıldı. İşler yerleşti. Basın bültenleri gitti. Ama tam serginin açılmasından önce... Bienale katkı sağlayan vakıf, sergideki bir fotoğrafı görüp kaldırılmasını istedi. Bir askerin karşısında durup arkasında satır saklayan bir sivil fotoğrafı... Aynı hafta ülkücüler İstiklal’de 6-7 Eylül sergisini basmış. Bozüyük’te Kürt-Türk çatışması çıkmış. Bienalin küratörü, serginin küratörü, işi yapan sanatçı da, fotoğrafı kaldırmayı kabul etti. Sorumluluk sahibi anarşizm!.. Ancak sorun, fotoğraf öyle apar topar indirildi ki... Sergi açıldığında fotoğrafın izleri hâlâ duvardaydı. Ama gidin şimdi Saklambaç’ı gezin. Videonun esamisi okunmuyor. Ayrıca ne katalogda ne de başka bir dokümanda tek satır bahsi geçiyor. Tertemiz!.. Unutma, geride hiçbir kanıt bırakmayacaksın. YouTube’da gerçi video şimdi rekor kırıyor ama olsun. Sansürün kendisi, zaten kaçınılmaz olarak preinternet. Orasına takılma!..
5- Sonra uzun süre ortadan kaybol
İzler ne kadar kaybolsa da... Müze yönetiminin davranışından sonra ufak çaplı bir kıyamet koptu tabii. Katoliklerin taşladığı Smithsonian, bu sefer sanatçıların hedefi haline geldi. Öğrenci gösterileri... New York’tan, San Francisco’dan gelen, “Getirin o videoyu biz gösterelim” mesajları... Ancak ilk açıklamadan sonra müzeden bir daha hiç ses çıkmadı. Sözcü Bethany Bentley’yi aradım. Böyle böyle bir yazı hazırlıyorum diye. “Artık bu konuda konuşmuyoruz” dedi. Sergiyle ilgili görsel bulmam için bir link gönderdi sonra. Link bile çalışmıyor. İlk şok sarsıcı olabilir. Ama sakın korkma!.. Kendine bir delik bul!.. Bir süre dışarı çıkma!.. Geçer... Bak iki ay olacak neredeyse. Hani video!..
6- Argümanların sağlam olsun
Müzeciler konuşmuyor. İtirazcılardan Meclis Başkanı John Boehner’in sözcüsü Kevin Smith’le görüşmek istedim. Orada da kapı duvar. Ama Katolik Ligi hâlâ beyanata hazır. Örgütün temsilcisi Jeff Field ile telefonda uzun uzun konuştuk. “Biz sansür istemedik ki” diyor. “Smithsonian devletten destek alan bir müze. Smithsonian’a bizim vergilerimiz gitmesin istedik. Sonra isteyen istediği videoyu yayınlasın.” Üniversitedeyken münazaralar olurdu. Field ile konuşurken kendimi orada hissettim. Zaten o kadar parlak ki, şimdi Hıristiyan örgütler ateistlerle televizyon tartışmalarına onu göndermeye başladı. Ne söylesem, sağlam. Ne sorsam, tutarlı. Sadece tek bir yer olmadı. “O zaman 2005’te niye peygamber karikatürlerinin gazetelerde yayınlanmasına karşı çıktınız” dedim. “O benden önceydi” dedi. Sansürün bile güçlü bir argümanı olabilir. Sanatçılar genelde zeki olur ama sakın karamsarlığa kapılma. Biraz kafanı çalıştır... Mutlaka bir açık bulursun!..
7- İşin iyi yanlarına odaklan
Argüman bulmakta zorlanırsan da başka bir yöntem... Sergiyi gezerken müzedeki iki yöneticiyle konuştum. “Sansür için ne diyorsunuz” diye... “Biz konuşmaya yetkili değiliz ama tartışma sergiye ilgiyi artırdı” dedi biri. Aynı şeyi küratörlerden de duydum. Saklambaç’ı yaratan Jonathan Katz ve David Ward, Artinfo’ya bir mülakat vermişler. Ward, “Tartışmanın ilgiyi artırmasına memnunum” diyor. Katz’ınki daha iddialı. Sansürü protesto edenlerden kendine pay çıkarıp, “Hayatında hiç protestoya katılmamış gençlerin katılımcı demokrasiyi keşfetmesine mutluyum” demiş. Pişkin ol!.. Kendine pay çıkar!.. Ve her fırsatta konuyu dağıt!..
8- İşin aslını ise her zaman gizle
Ve en kritik kısım... New York Times’dan Frank Rich yazdı. Washington bunu hep yapıyor, 1989’da da Corcoran Müzesi’nde Robert Mapplethorpe’u sansürlemişlerdi diye... Rich’in bahsettiği ortak nokta sadece sansür değil. Eşcinsel Mapplethorpe’un o sergisi de, sanatçı AIDS’ten öldükten sonra açılmıştı. Ve baştan aşağı homoseksüel temalarla doluydu. İşte Rich, bu olayda da asıl hikâyenin Washington’da eskiden beri değişmeyen homofobik alışkanlıklar olduğunu savunuyor. Öyle bir İsa tasviri birçok sergide varken, neden homoseksüelliği ele alan bir sergide göze battı diye... Ancak tartışmanın geneline bakın. Birkaç kişi dışında kimse işin bu kısmına değinmiyor. Gizle!.. Sansürlerken hedefi saptır!.. Ve asıl niyetini asla belli etme!.. Bırak İsa zannetsinler!..
Yazının Devamını Oku 2 Ocak 2011
İnsanların kabul edilmek için sıraya girdiği... Binlerce doları gözden çıkardığı... Gösterişli binaların içinde, şehirden kopuk gettolara dönüşen özel kulüpleri anlatacağım. Washington’dan ve New York’tan örneklerle... GİZLİLİK TAKINTISI Binadan içeri girdim. Resepsiyondaki görevliye yöneticiyle görüşmek istediğimi söyledim. Az sonra aşağı indi. Ama gazeteci olduğumu öğrenince... Suratı asıldı. “İsim veremem” dedi. “Üyeleri konuşmam” dedi. Sonra “Benim bile adımı yazamazsınız” diye ekledi. Ardından birkaç soruma ayaküstü cevap verip ayrıldı. Bu, kentin 120 yıllık kulübü Columbia’daki durum. Chevy Chase Club’a gittiğimde müdürün ismini bile vermediler.
ŞİŞİRİLMİŞ GİZEM Gizlilik esas ama masonik bir yapı yok. İnsanlar buraya girdiklerinde özel hayatlarının saklı kalacağını biliyorlar. O kadar... Fakat saklanan isimler Coca Cola’nın formülü muamelesi görünce de... Dernekçi ağzıyla... Hazirunu ele geçiren gazete, en tepeden, “İşte bilmem ne kulübünün üye listesi” deyip alay-ı vâlâ ile hepsini basıyor. Yok yere yaratılmış bir gizemin, suni cazibesi...
KÂĞIT OYNAYANLAR Öğlen hem Chevy Chase’de hem Columbia’da oyun odalarında kadınlar vardı. Bir tür konken partisi. İçerideki yüzlerse gayet aleladeydi. Georgetown kuaförlerindeki profilden farklı değil. Ya da belki de şöyle demek doğru!.. Önce Georgetown’daki kuaförlere gidiyorlar. Sonra da herkes kendi kulübüne dağılıyor.
80 BİN DOLAR Bu işin karikatürize edilmiş kısmı tabii. Yoksa, bu kulüpler hâlâ üyelik için güçlü referanslar isteyen... Ve referans olsa bile, Columbia’nın yöneticisinin söylediğine göre 80 bin dolara kadar giriş ücretleri talep eden özellikli yerler. Öğlenleri hafif geçiyor olabilir. Ama asıl hikâye akşamları başlıyor. Önce barda martiniyle. Sonra masada iyi şarapla. Sosyalleşme faslında...
SINIF GARANTİSİ Niye veriyorlar peki bu parayı?.. Karşılığı var mı?.. Şundan... Verdiğiniz para, size, içeri girdiğinizde konuşacağınız kişinin sizinle aynı sınıfta olma garantisini sağlıyor. Asansörüne bindiğiniz binada, geçerken omzunuza değen insanın sosyal statüsünü önceden bilme ‘huzuru’... Kimler üye oluyor diye sordum Columbia’nın müdürüne. “Aynı mahallede oturanlar da var, Florida’da yaşayanlar da... Politikacı da var, yatırımcı da...” dedi. Ortak payda, dediğim gibi... Ortak sınıf...
YENİ PARA YERLERİ Her geleneğin köhne bir yanı da vardır. Bu özel kulüplerin içinde de çoktan demode olmuş birçok kulüp bulursunuz. Ama onların yanında... Özellikle New York’ta, yeni paranın kurduğu, girilmesi neredeyse imkânsız yeni yerler de duyabilirsiniz. Beş yıl önce kurulan Core Club gibi... Aşağı yukarı 600 üyesi var buranın. Ve Madison Caddesi’ndeki, üstünde hiçbir tabela olmayan kapısından içeri girdiğinizde, size istediğiniz konunun en güçlü kişisiyle sohbet imkânı sağlayan bir üye profili... Örneğin kafanıza takılan şey Murdoch’un iPad gazetesiyse... Gidip biraz ileride duran Vivi Nevo’yla konuşuyorsunuz!.. 2012 seçimleriyse... Bill Clinton büyük ihtimalle orada oluyor!.. Kentte yeni yapılan bir binanın estetiği konusunda uzun süredir karar veremediyseniz de... Starchitect (yıldız mimar) Richard Meier’e gidip soruyorsunuz: “Sence ne yapmalıyım?.. O binayı beğeneyim mi beğenmeyeyim mi?..”
İÇERİDEN BİLGİ Bir gün tesadüfen New York’taki National Arts Club’un başkanıyla tanışmıştım. Sonra onun davetiyle, zaman zaman akşam buluşmalarına gittim. Buralarda yaşananların bir yönünü de o dönem National Arts Club’un bar sohbetlerinde keşfettim. Bir seferinde, sohbete parkın hemen karşısındaki Gramercy Park Hotel’in eski sahibi aileden biri de katıldı. Yanında sevgilisi, İranlı bir kadın... İkisi de martiniden artık ayakta zor duruyorlar. Saatler ilerledikçe sohbet koyulaştı. Ve adam bir ara binayı satın alan, otelci Ian Schrager hakkında ağır laflar etmeye başladı. Ortamı özetlemeye çalışayım. Barda bir sürü insan var. İranlı kadın bana Perslerden, Türkiye’de yaşamış atalarından bahsetmeye çalışıyor. Benim kulağım adamın anlattıklarında. Yanımda duran kulübün başkanı da, üye olup yılda 800 dolar para vereyim diye, “Bunlar babalarının mirasını nasıl batırdı sana anlatacağım sonra. Daha bir sürü öykü var burada” deyip kulağıma bir şeyler fısıldıyor. İçeri girdiğinizde gazetelerde okuyamayacağınız şeyler duyuyorsunuz. Ama bir yandan da... Sosyalleşmenin kaçınılmaz yan etkilerine mutlaka maruz kalıyorsunuz... İnsanın o fesat, kinik yanına...
BİNALAR BAKIMLI Gayrimenkul hep en önde. Gösterişli bina, bir kulüp için olmazsa olmaz. Ancak en önemlisi... Bu binalar her zaman çok bakımlı!.. Columbia’nın müdürüne sordum. “Evinize nasıl bakıyorsanız biz de buraya öyle bakıyoruz. Alınan paranın büyük kısmı buna ayrılıyor” dedi. Para ihtişamı yaratıyor!.. Görkem parayı çekiyor!..
ASLA BİTMEYECEK Kriz günlerinden miras, sık sık rüşvet, yolsuzluk haberleri çıkıyor şimdi. Daha yeni yeni keşfediyorlar. Ve bu mesele artık nasıl bir takıntıya dönüştüyse... Hikâyelerin çoğunda da bir kulüp üyeliği meselesi oluyor. 3 milyon dolar çarpmış diyelim. 100 bin dolarını götürüp bir kulübe yatırmış. “Bu iletişim çağında niye hâlâ insanlar sizin gibi kulüplere üye olmaya çalışıyorlar” diye sordum Columbia’nın müdürüne. Aynen şöyle dedi: “Yüz yüze oturup sana benzeyen insanlarla konuşmanın yerini hiçbir şey almaz çünkü.”
İLİŞKİLERİN FORMÜLÜ Daha önce kültür tarihçisi Paul Fussell’ın ‘Sınıf’ kitabından bahsetmiştim. Kitaptan bu kulüp meselesini anlamaya yarayacak tek bir alıntı... “Karşınızdaki kişiyle aynı sınıftan olduğunuzu nasıl anlarsınız, biliyor musunuz?” diye soruyor bir yerde Fussell. Ve sonra mealen şöyle cevap veriyor. “Eğer bahsettiğiniz şeyler hakkında ilave açıklama yapma ihtiyacı duymadan konuşabiliyorsanız, o kişiyle aynı sınıftansınız demektir.”
İşte bu kulüp ilişkilerinin sihirli formülü de bu!..
YALIE VE HARVARDIAN
İki hafta önceydi. Washington Büyükelçisi Namık Tan, kentin en bilinen kulüplerinden Cosmos Club’ta bir konuşma yaptı. Geceyi izlerken, aynı masaya düştüğüm Washington’lı bir çiftle politika konuşmaya başladık. Karı-koca ikisi de Yale mezunuymuş. Adam doktor, kadın avukat. Sonra laf Obama’ya geldi. Ve kadın, “Onun bence davranış sorunu var. Bütün Harvard mezunlarında vardır” dedi. Sonra da ekledi: “Bir Yalie (Yale mezunu), asla bir Harvardian (Harvard mezunu) kadar kibirli olmaz.” Türkiye’den alışık olduğum şeyler. Herkesin kendine göre uyarladığı, yan yana tuvaletini yapan, iki farklı okuldan öğrencinin birbirine laf sokmasını anlatan fıkralar gibi. Biri işi bitince elini yıkamamış. Öteki, “Bize okulda elimizi yıkamayı öğretirler” demiş. O da ona, “Bize okulda elimize işememeyi öğretirler” demiş falan filan...
Kulüp meselesinde bir yönüyle de bu duygunun etkili olduğunu düşünüyorum. Aidiyet hissinin!.. Sınıf ayrımcılığı, elitizim, politika hepsi kabul. Ama bir yanıyla da, kısaca “Ben şuradanım” demek istiyorlar.
En basit haliyle... Neden bir takım tutuyorsanız... Bütün uhrevi, kutsal yönleri bir yana, neden cumaya gidiyorsanız... Neden insanlara durmadan memleketini soruyorsanız ondan...
Yazının Devamını Oku 26 Aralık 2010
Amerikalı gazeteciler bayılır!.. Politikacı kocası tarafından aldatılan kadın hikâyesi!..
Kadını önüne koyuyorsun. Önce tek başına analiz ediyorsun. Sonra yanına... Politikacı kocası tarafından aldatılan önceki kadınları koyuyorsun. Karşılaştırıyorsun. Genelliyorsun. Bitiyor!..
Yılsonu muhasebelerinde alışkanlıktır. Almanakta Aralık, genelde anafikri domine eder. Washington’dakilere de şimdi sorun. “2010’da ölen en önemli kişi sizce kimdi” deyin. Çoğu, “Elizabeth Edwards” diye cevap veriyor. Üç hafta önce kanserden ölen... Demokratların eski yıldızı John Edwards’ın eski karısı!..
Ancak almanak kuralı bir yana... İlk bahsettiğim gazeteci şablonuna uymayan Liz Edwards’ın öyküsünden bahsedeceğim şimdi. “2010’un Kadını” diyorlar. Çünkü Edwards’ın yaşadıklarını kendileriyle özdeşleştiriyorlar. Kimi fedakâr eş faslında... Kimi güçlü politikacı karısı faslında... Kimi aldatılma faslında... Kimi aldatılmayı sineye çekip yakalandığı hastalığa yenik düşme faslında... Başlayalım, göreceksiniz.
Dört yaş büyüktü John Edwards’dan. 28 yaşındayken evlendiler. Ve iki çocuklarıyla...Taşrada klasik bir Amerikan hayatı sürmeye başladılar. Anne-baba işlerine bağlı hukukçular... Çocuklar örnek öğrenci...
Ancak her şey o olayla değişti. Üç hafta önce First Lady’den kompozisyon ödülü almış... 17 yaşındaki oğulları Wade’i 1996’da bir trafik kazasında yitirdiler. Ve o gün... Kurdukları tüm düzen çöktü!..
Önce işten ayrıldı Liz. Sonra değiştirmediği soyadını değiştirdi. Kocası gibi ‘Edwards’ oldu. Ve daha fazla çocuk yapmaya karar verdi. New York’tan bakınca... Teslim oldu!..
Aslında yaptığı, bir tür hırslarından arınmaydı. O elini eteğini çekecek... Ailenin parlak çocuğu artık kocası olacaktı. Ancak hesaplayamadığı... Tam tersine bir süre sonra güçlü bir perde arkası figürüne dönüştü. Hırslarını kocasıyla tatmin eden bir kadına...
Bir erkeğin karısına danışması mümkün müdür!.. Çünkü çoğu zaman, yaptığı aslında talimat almaktır!.. 1998’de senatör seçtirdi John Edwards’ı. Ve altı yıl boyunca da politik başdanışmanlığını üstlendi.
Bu arada bir yandan John Edwards’ı Demokrat Parti’de bir yıldız haline getirirken... Bir yandan da çocuk yaptı. 48 yaşında doğurdu kızı Emma’yı. Üstelik hamileyken kocasının senatörlük kampanyasını yürütüyordu. Dördüncü çocuğu Jack doğduğunda ise 50 yaşındaydı.
John Edwards, bir süre sonra Washington’daki liberallerin artık göz bebeği haline gelmişti. Üstelik onun liberal fikirleriyle. Sosyalist bir sağlık reformuna kafayı takan... Yoksullukla mücadeleyi amaç edinen asıl Liz’di. Bu sayede... Kocasına 2004’te John Kerry’nin başkan yardımcısı adaylığını kazandırdı.
Kaybettiler!.. Dahası... Kaybetme konuşmasından bir gün sonra da Liz’in kanser olduğunu öğrendiler. Senatörlüğü de bırakıp apar topar North Carolina’ya dönüldü. Ve Liz’in yeni bir çıkış planı oluşturması için vakit yaratıldı.
Bir istatistik okumuştum. Karı-kocadan birinin ağır hastalık yaşadığı ailelerde, hastalanan kişi kadın olunca boşanma oranı daha yüksek oluyormuş. Altında yatanlara biraz kafa yorunca belki durumu daha iyi anlayabilirsiniz diye söyledim. Hastayken 2008 Demokrat Parti başkanlık ön seçimine katılacağını açıkladı kocasının. Ve kampanyayı kendisinin yürüteceğini söyledi.
Karısının sözünden çıkmayan aldatmış erkek mahcubiyeti hikâyeye ne kadar başından girdi bilemem. Ama işte o son kampanya sürerken patladı skandal. Ve John Edwards’ın, kampanyasında çalışan kadınlardan biriyle Liz’i aldattığı anlaşıldı.
Önce reddettiler. Liz de, projesinin böyle ucuz işlerle yok olmasına izin vermedi. Ayak bağı olmamak için kanseri bastıran bir kadından bahsediyoruz... Ama tabloidlerden yayılan koku, yavaş yavaş büyük gazetelere sızmaya başlayınca... İşin rengi değişti.
Aldatmayı sonunda kabul etti Edwards. Ama yine bırakmadılar. 2008’de ön seçimleri Obama’ya kaybettiği anlaşılıncaya kadar direttiler. Ve nasıl kanser yokmuş gibi davranıyorlarsa... Bu olayı da hiç yaşanmamış saydılar.
Bitmedi!.. Sonra işin içine bir çocuk girdi. Edwards’ın ilişkiden bir çocuğu da olduğu iddia edildi. Ancak bu sefer de... Bir sürü badire atlatmış olmanın yarattığı ruh hali ağır bastı. Yine reddettiler. Ve Liz yine kocasının yanında durdu.
Ne kocasından... Ne de kansere göğüs geren bitmez enerjisiyle, insanlara hikâyesini anlatma çabasından... İkisinden de vazgeçmedi. 2009 Mayıs’ında ‘Direnç’ diye bir kitap çıkardı. Ve bütün bu olaylardan nasıl etkilendiğini bir bir anlattı.
Ancak en sonunda... Tıpkı oğlunun ölümüyle nasıl hayatını bir anda değiştirdiyse... Kocasının çocuğun da kendisinden olduğunu itiraf ettiğinde artık pes etti. Bu yılın başında, boşanacağını duyurdu!.. Boşanma kararını vermesinden aşağı yukarı bir yıl sonra da... İkinci teslim bayrağı geldi. Bu seferki mağlubiyeti, kanserdi!..
Neden Liz’e “Yılın kadını” dediklerine gelirsek...John Edwards skandalının büyümeye başladığı sıralar... New York’ta da Vali Eliot Spitzer’in fahişe olayı patlamıştı. 10 Mart’ta duyuldu Spitzer’in ‘Müşteri 9’ olduğu. Bir hafta sonra da Spitzer istifa etti. İki ay sonra, istifa ederken kocasının yanında duran Silda Wall’un bir dergide fotoğrafını gördüm. Bir davette çekilmiş. Üstüne de ‘Spot ışıklarına muzaffer dönüş’ diye başlık atmışlar. Bugün Spitzer, CNN’in ekran yıldızı. Başka bir şablon Hillary Clinton ise Dışişleri Bakanı. Halbuki Liz... Silda Wall’un üstünden oklar çıkan kıyafet analizinde şöyle şeyler yazılıydı:
Askılı elbiseyle gösterdiği flörtöz omuzlar, “Hâlâ gencim ve diriyim” demek.
Az aksesuvar, “Hiçbir şeyin arkasına saklanmaya ihtiyacım yok” demek.
Kırmızı, “Doğru. Hâlâ buradayım” demek.
Yazının Devamını Oku 19 Aralık 2010
İki hafta üst üste WikiLeaks’ten sonra biraz detoks yapacağız. Ay başında Darren Aronofsky’nin son filmi ‘Siyah Kuğu’ girdi gösterime. İki yıl önceki Amerikan arabeski ‘Güreşçi’den sonra bu sefer yaptığının büyüleyiciliğini tarif etmek çok zor. Size filmi anlatırken, öyküden çıkardığım notlar aktaracağım. Uzun tweetler... Ya da kısaltılmış denemeler... Aynanın karşısında süzülürken görüyorsunuz önce. Ellerinin zarifliğini... Boynunu... Ahengini... Bir kuğu izliyorsunuz.
Sonra oturuyor. Pembe ipli ayakkabıları geliyor önünüze. Ve çözmeye başlıyor. Siz hiç bir ‘pointe shoes’ tuttunuz mu?.. O dışarıdan zarafet saçan bale pabuçlarının burnundaki kütlüğü elleyip, içindeki tahtaya değdiniz mi?.. İpleri çözüyor. Ve bir futbolcuymuş da tozluklarını temizliyormuş gibi yere vurmaya başlıyor. Sonra çorabını sıyırıyor. Ezilmiş kemiklerini... Kırılmış tırnağını... Kan içinde kalmış çirkin parmaklarını gösteriyor. Kuğunun çirkin ayaklarını!..
Hikâye şöyle... Kral olabilmesi için evlenmek zorunda olan bir prens, bir gün bir kuğuyla karşılaşır. Ve kuğunun aslında bir büyücü tarafından yakalanıp beyaz bir kuğuya dönüştürülen bir prenses olduğunu öğrenir. Birbirlerine âşık olurlar. Ancak sonra büyücünün kızı gelir. Ve babası sayesinde o da siyah kuğu kılığına bürünüp prensin aklını çeler. Prens bir süre sonra aldatıldığını fark eder tabii. Ama... Bundan sonra hikâyenin birkaç değişik versiyonu var. Ruslar ve Çinlilerin versiyonunda, öykünün finali hep mutlu son. Prens ve prensesin aşkı, büyüyü bozuyor. Ancak New York versiyonunda hikâyenin bitişi hep trajedi. Birinde, prens prensesi bir kere aldattığı için büyü sonsuza dek kalıcı oluyor. Diğerinde de büyüden kurtulamayacakları anlaşılınca ikisi birden intihar ediyor.
İstanbul’u arayıp sordum. Türkler 2003’te oynamış en son. Ve bizde de final mutlu bitmiş...
‘Kuğu Gölü’nü mutlu bitiren ülkeler!..
Yaratıcılık, hırsızlığı fark ettirmeden yapmanın başka bir adıdır, demişti biri. Ortaya konulan hiçbir fikrin, sıfırdan doğamayacağına inanan bir ekol var. ‘Sosyal Ağ’ı izleyenlere söylüyorum. Filmdeki sersem kürekçileri hatırladınız mı!.. Şimdi ‘Siyah Kuğu’ üzerine yazılanları okuyorum. Orada da aynı durum... Hepsinin eli titremiş. Uğraşmışlar. Ama “Beğenmedim” demeyi bir türlü beceremeyince, “Aslında bu filmin aynısı daha önce çekildi” diye yüklenmişler. Kastettikleri, 1948 yapımı ‘Kırmızı Pabuçlar’. Aronofsky de bir röportajında söylüyor bunu. “Bazı teknikleri oradan aldım” diyor. Ama o kadar çok yerde okuyunca sonunda gidip Netflix’te kendim izledim. Ve stüdyo ortamında çekilmiş, 40’ların pastel renkli teatral yapımını ‘Siyah Kuğu’nun orijinali diye sunmanın en hafifinden haksızlık olduğuna karar verdim. Ben bunun orijinalini izledim ukalalığı... Tamam kabul. Çoğu zaman hepimizin hayatında bir sersem kürekçi oluyor. Mark Zuckerberg’in Facebook’u yaratırken esinlendiği ikizler. Ama bugün kalkıp, “Facebook’u aslında iki kürekçi kurmuştu” diyebilir misiniz?.. Tavrının, fikrinin, kestiğin pozun önemi yok. Yapabiliyorsan yap!..
Birkaç hafta önceydi. Bir davette Washington Post’un Yönetim Kurulu Başkanı Donald Graham ile tanıştık. Yanında Harvard Üniversitesi’nden Steven Pinker da vardı. Pinker’ın önümüzdeki eylülde bir kitabı çıkıyormuş. Dünyada şiddetin, savaşların azaldığını anlatan bir araştırma. Sohbet, kitaptan açılmışken... Bir ara bana döndüler. “Sen ne düşünüyorsun” dediler. Ben de “Evet, rasyonel düşününce savaşlar azaldı belki. Ama devam edenlerin ya da potansiyel olanların neredeyse hepsi Türkiye’nin etrafındayken, bir Türk’ün ‘Dünyada savaşlar azaldı’ diye düşünmesi zor” diye cevap verdim. Olaylara bakışınız, içinde bulunduğunuz koşullardan doğuyor. İşte ‘Siyah Kuğu’da bir paranoyağa dönüşen balerin de, aynen böyle, etrafındaki herkesi annesiyle yaşadığı deneyim üzerine yorumlarken görüyorsunuz. Ancak en güzeli... Filmin belki de en güçlü yanı... Daha en başından buna sizi de inandırıyor. Annesi onu kıskanan bir cadı!.. Koreograf, tek derdi onunla yatmak olan ucuz bir zampara!.. Rakibi, onu öldürmek isteyen bir şeytan!.. Başarıya ulaştıkça içinizde büyüyen paranoya!..
“Niye sahnede kendini kaybetmiyorsun” diye soruyor filmin bir yerinde koreograf. Balerin de, “Tek istediğim mükemmel olmak” diyor. Peki ne demek mükemmel olmak?.. Bunun içinde kendini kaybetme yok mu?.. Her başarının arkasında yaşanan fedakârlıklar, acılar... ‘Siyah Kuğu’ sırf bundan ibaret olsa, filmi pekâlâ bir jimnastikçiyi anlatarak da çekebilirsiniz tabii. Jimnastikçi durmadan çalışır!.. Jimnastikçinin hiç arkadaşı yoktur!.. Jimnastikçi kimsenin katlanamadığı fiziksel acılar çeker!.. Vesaire vesaire... Ama ya koreografın balerine verdiği cevap... Mükemmel olmak istiyorsan, kendini kaybetmeyi de becereceksin!.. İşte bir jimnastikçinin filmine ekleyemeyeceğiniz o replik. Sporun insan psikolojisi üzerindeki etkilerini küçüksemek için söylemiyorum bunu. Ama ‘Siyah Kuğu’nun öyküsünü Aronofsky’nin o dan dun ‘Güreşçi’ filmiyle yan yana koyunca da göreceksiniz. İşin içinde sanat olmadığı zaman böylesine derinlikli bir iş çıkarmanız zorlaşıyor. Anlattığınız hikâyeye bakın... Yarattığı performans uğruna kendi benliğini yok eden bir dansçının öyküsü. O nevrotik Woody Allen neden film karakterlerini hep sanatçılardan, entelektüellerden seçiyor!..
Filmde her taraf aynalarla dolu. İnsan egosunu anlatan bir öyküde herhalde bundan daha güzel bir materyal olamazdı!.. Bir sahne var. Balerin dans ediyor. Koreograf izliyor. Kamera da önden koreografı, koreografın arkasındaki aynadan da balerini gösteriyor. Ancak gariplik şu... Aynalar sadece balerini yansıtıyor, kamera yok ortada!.. Sonra Aronofsky’nin bir röportajından öğrendim. Meğer önce sahneyi çekip sonra kamerayı dijital ortamda silmişler. İnsan egosunun neler yapabileceğini anlatan filmden başka bir sembol. Yönetmen de olsa... Kendinden başka kimseye tahammülü yok!..
Ve ‘Siyah Kuğu’ya dair en can alıcı bölüm. Aronofsky’nin önceki filmlerinde de var. İnsanın kendi vücuduna çektirdiklerini... Fiziksel acıyı göstermeyi seviyor. Baştan itibaren sizi gerilime sürükleyen de filmin bu ıstırap faslı. Tırnak kesme... Deri soyma... Kemik sesleri... Ve unutmayın fondaki hâlâ bale... Ancak filmin finaline geldiğinizde... Yönetmenin size çektirdiği bu işkencenin sebebini en sonunda anlıyorsunuz. ‘Kuğu Gölü’nde iki rol birden oynuyor balerin. Hem beyaz kuğuyu hem siyah kuğuyu... Hem iyiyi hem kötüyü... Hem duruluğu hem tutkuyu... Ve eğer mesele mükemmel olmaksa, aslında sadece ondan isteneni yapıyor. Siyah tüylerini çıkarıyor... Ve sahnede kendini kaybediyor...
Siz hayatınız boyunca hep beyaz bir kuğu mu oldunuz?..
Siyah Kuğu’nun cevabı Batuman’ın kitabında
Bilim filozofu Karl Popper, çürütülülebilirlik tezini açıklarken kuğulardan örnek veriyor. Her gördüğünüz kuğu beyaz diye “Bütün kuğular beyazdır” diyemezsiniz Popper’e göre. Çünkü o ana kadar karşınıza çıkmamış bir kuğunun siyah olma ihtimali her zaman vardır.
Siyah Kuğu, bale klişeleriyle örülmüş bir film. Kötü anlamda söylemiyorum. Klişeler, bir eserin her zaman kötü sayılması gerektiği anlamına gelmez. Ama Siyah Kuğu’nun baleyle ilgili oluşan yargıları kabullendiği de kesin.
Bir eleştiride yazmışlar. Niye hep birbiriyle didişen balerinler... Dansçılara asılan koreograflar... Yaşı geçmiş, mutsuz balerinler olur, diye sormuş biri. Ama aynı yazıda, “Niye Avrupa’da bale topluluklarını kadınlar yönetirken bizde hep erkekler” diye de eklemiş. Klişenin doğruluğunu kendi itiraf etmiş.
New York dergisi, ‘2010’un En İyi Kitapları’nı sıraladı geçen hafta. Listede Elif Batuman’ın Ecinniler kitabı da var. Rus edebiyatı üzerine denemeler... Bir yerinde ‘Oblomov’ kitabından da alıntı yapıyor Batuman. Ve kitabın kahramanı Oblomov’u konuşturup edebi gerçekçiliği eleştiriyor: “Bütün düşmüş kadınlar daha önce analiz edildi. Hırsızı, fahişeyi betimliyorlar ama kişiliği unutuyorlar. Kişiliği soruyorum...”
Siyah Kuğu’nun başardığı da bu. Bütün klişelerin yanında intihar etmeye çalışan düşmüş eski bir balerini orada da izliyorsunuz. Ama hepsinin dışında... Suratından ayırmadığı o rahatsız edici tedirginliğiyle sizin karşınızda arz-ı endam eden bir kişilikle de tanışıyorsunuz. Beyazdan siyaha dönüşürken... Çocukluktan kadınlığa geçerken... Sahnede kendini kaybetmeyi öğrenen mükemmeliyetçi bir sanatçıyla...
Yazının Devamını Oku 12 Aralık 2010
1-ÖZET: Son iki haftada gelen Türklerle ilgili kulisler yazacağım. Davutoğlu, Ergin vesaire... Bir de kentin sosyal hayatından birkaç önemli detay var...
2-Ahmet Davutoğlu’nun Kongre ziyaretinde olay çıktı. Geçen hafta ayrılacağı gün Dış İlişkiler Komitesi üyeleriyle buluşmuştu. Aynı anda 23 milletvekiliyle. XXXXXX’e rastladım. Toplantıda her şey iyi gidiyorken... Konuşma sırası Nevada Milletvekili Shelley Berkley’ye gelince ortam birden gerilmiş. Ermeni tasarılarının en büyük destekçilerinden. Aynı zamanda Meclis’teki Pro-İsrail Yahudi milletvekillerinden. Davutoğlu’na “Siz, ‘İsrail bağımsız bir ülke olarak kalamayacak’ nasıl dersiniz” diyor. Davutoğlu da, “O lafı yalanladık. Araştırmadan bir milletvekili bunu nasıl söyler” diye çıkışıyor. Tartışma büyüyor. Ve bir ara Berkley, İsrail’i suçlayan Davutoğlu’na Ermeni meselesini kastedip “Türkiye’nin eli kanlı” diyor. Yanındaki Komite Başkanı Howard Berman durdurmuş Berkley’yi. Toplantıdan sonra da Davutoğlu’ndan Berkley için özür dilemiş. XXXXXX, “Asıl ne oldu biliyor musun, Davutoğlu çıkışta vedalaşırken Berkley’ye ‘Bunları özellikle bir Yahudi’den duymak çok zor bir durum’ dedi” diye anlattı gerisini. Yahudiliğine gönderme yapılınca daha da sinirlenmiş. XXXXXX, “Biz Amerika’da böyle konuşmayız” dedi bana.
3-Konuşuyorlar halbuki, hiç merak etmeyin. Önceki hafta gazetecilik müzesi Newseum’daydım. Washington’ın 2022 Dünya Kupası adaylığı için toplantı düzenlemişler. O gün işi Katar’ın aldığı açıklanınca içeride edilen lafları anlatsam, diplomat dedikodusu solda sıfır kalır. Bu arada iki şey... Birincisi... Newseum, kentin en popüler parti mekanı. Bu hafta da Google’ın YouTube partisi vardı. İkincisi... Partiye gelenlerin çoğu Kongre bağlantılıydı. Danışmanlar... Gazeteciler... Lobiciler... Ve çoğu da muhafazakâr. Demokratlardan XXXXXX’ı gördüm sadece. O da “Azınlık ofisinde çalışmamak için Dışişleri’nde iş arıyorum” dedi. Google’ın Washington’daki bütün operasyonu devlet dairelerine satış odaklı. Oyunu kuralına göre oynuyorlar.
4-Oyunun kuralını Türkler de öğrendi. Marttaki Ermeni tasarısından sonra bir huy edindiler. Amerikalılar gibi artık ne olursa olsun her şey yolundaymış gibi davranıyorlar. Berkley’yi gördüm Kongre’de. “Davutoğlu olayını anlatır mısınız” dedim. Önce, “Tamam şu saatte konuşalım” dedi. Ses çıkmayınca ofisine gittim. Bu sefer, “Toplantı kapalıydı. Bunlar ulusal güvenlik konuları, konuşmayacağız” diye reddettiler. Bir sorun olunca gizle!.. XXXXXX’le ayaküstü konuşurken duydum mesela. Meğer haziranda gelen AKP heyetinin başına daha ağırları gelmiş. Beş gün kaldılar. Randevu alamadıkları zaman gidip Starbucks’ta oturuyorlarmış. Bir daha gerginlik çıkarsa, Starbucks’ları dolaşacağım.
5-Wikileaks çağında bu denge siyaseti akıl kârı gelmiyor bana... Ama denge, galiba medyanın da yeni sihirli sözcüğü oluyor. Bloombergian diye bir laf çıktı. New York’un bağımsız, milyoner başkanı Michael Bloomberg’den türeme. İşte Rupert Murdoch da, kurduğu iPad gazetesini Bloombergian yapıyormuş. Biliyorsunuz, The Daily birkaç ay içinde yayına geçecek. Haftada 99 cent abonelikle. 30 milyon dolar yatırmış Murdoch. Ve işe alacağı hiç kimseyi grubun başka birimlerinde kullanmayacakmış. Sadece iPad. Ekibe katılanlara baktım. Bir sağdan, bir soldan. Hem muhafazakâr var hem liberal. Ertuğrul Özkök’ün kulakları çınlasın. Düpedüz süpermarket gazetesi yapıyor. Merkezci, pragmatist!.. Bloombergian...
6-Pragmatik demişken... Adalet Bakanı Sadullah Ergin de buradaydı geçen hafta. Ateş almaya gelmiş gibi... İndi. 24 saat dolmadan döndü. Ankara’dan birini yollamak yok. Elçilik üzerinden belge göndermek... Telefon, telgraf... Hiçbirini yapmadan, 10 saat gidiş, 10 saat dönüş kendi halletti. Amerikan Yönetimi’nden XXXXXX’la konuşuyorduk. “Tek dosya için geldiğini duydum” dedi. “Anlamadım, nasıl tek dosya” dedim. “Ne olduğunu hatırlamıyorum ama bana öyle dediler” dedi. Bu arada aklıma gelmişken... Uzanların Libananco davası ocak ayında sonuçlanıyor. Daha doğrusu, tamam mı devam mı kararı çıkıyor. Davanın Amerikalılarla ilgisi yok tabii!.. Dünya Bankası’nın Tahkim Kurulu karar verecek. De... Kararın alınacağı bina, Beyaz Saray’ın iki yanı. İçeriden tek bilgi sızmıyor. Kaynak sıkıntım var. En sonunda çaresizlikten Türkiye’deki XXXXXX Bakanlığı’ndan XXXXXX’i arayıp soruyordum son dönem. Geçenlerde arayınca onun da XXXXXX için ayrıldığını söylediler. Ne enteresan işler!..
7-Başka bir enteresanlık... Geçen hafta Fairfax’te televizyon yayıncılığı yapan Türklerle buluştum. Murdoch’a rakip olma gibi bir dertleri yok ama kendilerine harika bir hobi yaratmışlar. Aralarında büyük finans kurumlarında çalışanlar da var, heykeltıraş olanlar da... Aşağı yukarı 20 kişi, Türkiye üzerine haftada 30’ar dakikalık iki program hazırlıyor... Ve Fairfax Public Access üzerinden yayınlatıyorlar. Yerel televizyonculuğu desteklemek için kurulmuş bir platform burası. Genel Müdürü Chuck Finn Pena ile konuştum. “2.2 milyon dolar bütçemiz var. Yasa gereği kablolu şirketleri bize bu parayı vermek zorunda. Biz de TATV’nin Türkleri gibi yayıncılık yapmak isteyenlere olanak sağlıyoruz” dedi. Sadece Virginia’da değil Amerika’nın her yerinde var bu ‘public access’ler. Fark şu... Biz yerel gazeteciliği öldürürken, Amerikalılar ‘nasıl yaşatırız’a bakıyor.
8-Son not... Bir dönem mesleki ölümü istenenlerden Bertan Nogaylaroğlu bu hafta Washington’a geldi. Hudson Enstitüsü’nde darbe senaryolu toplantıya katılan o dönemki ataşe. Şimdi Tümgeneral ve Genelkurmay’ın Dış İlişkiler Daire sorumlusu. 12 kişilik heyetiyle Pentagon’a gitti ve iki gün boyunca, şubatta Türkiye’de yapılacak ‘Yüksek Seviyeli Savunma Grubu’ toplantısını konuştu. xxxxxx, “Her yıl yapılan rutin toplantılar” diyor. Amerikalılar ve Türklerin bir yıl Amerika’da bir yıl Türkiye’de düzenledikleri istişare buluşmasının hazırlığı... Ama başka bir kaynak XXXXXX, “Daha detaylı konulara girildiğini duydum” dedi. Ne kadar detaylı acaba?.. Amerikalılar Türklere Çin’le olan tatbikatları sormuş mudur?.. “Biz sizinle F35 işine giriyoruz, Çin nereden çıktı?” demiş midir?.. Tek bir açıklama yok.
Yazının Devamını Oku