Washington’ın gece hayatını yazacaktım. 300 bin memurun yaşadığı kent nasıl eğleniri... Meğer işin öncülerinden biri Türk’müş. Seyhan Duru’yu söylediler.
Akşam saat 10’u geçmişti. Georgetown’daki Cafe Milano’dan başladık. Fazla kalmayacaktık güya ama tanıdıklar daha içeri girmeden dizildi. Önce Mısırlı bir işadamı... Sonra Arafat’ın yardımcılarından yaşlı bir Arap... Girişte yine bir Ortadoğulu... Etrafına sadece selam vermesi bile 15 dakika sürdü. Oradan çıktık. Kentin ‘in’ bölgesi K Street ve 14. Sokak’a... Lima, Tattoo, Josephine... Gittiğimiz her kulübün önünde metrelerce kuyruk vardı. Ama her seferinde en öne geçiyor... Kapıdaki bodyguard’la kucaklaşıyor... Sonra önündeki kırmızı ipi kaldırıp içeri giriyordu. Washington’ın gece hayatını yazacaktım. 300 bin memurun yaşadığı kent nasıl eğleniri... Sordum!.. Meğer işin öncülerinden biri Türk’müş. Seyhan Duru’yu söylediler. Öyle tanıştık. Duru, 18 yıldır Washington’da yaşayan bir promotör. Promotör derken şu... Bir mekân sahibine gidiyorsunuz. “Senin yerini doldururum ama kapı giriş ücretini ben alırım” diyorsunuz. Ya da barın yüzde 15’i benim olur... Patron kabul ederse de, o gece için mekânın performansından siz sorumlu oluyorsunuz. Sermaye gerektirmiyor. Riski yok. Vergisi, ruhsatı, formalitesi sıfır. Başarırsanız, dünyanın en tatlı parası. Başaramazsanız da kaybedeceğiniz hiçbir şey. Seyhan Duru ile bir gece boyunca 10’a yakın kulüp dolaştık. Bu sırada hem hikâyesini dinledim hem de DC’deki eğlence yaşamıyla ilgili anlattıklarını... Duru’nun öyküsü üzerinden Washington’ın nasıl eğlendiğini de okuyacaksınız. * Master’a geliyor Washington’a. 1992’de. Sonra DJ’liğe başlıyor. Kulüp yöneticiliğine geçiyor. En sonunda da promotör oluyor. * Kent 90’larda yavaş. Suç oranı yüksek. Ama 2000’lerde belediye başkanı Anthony Williams’la birlikte iş değişiyor. Önce sokaklar temizleniyor. Güvenlik sorunu azalınca da her yerde yeni kulüpler açılmaya başlanıyor. * Duru, bugün 30’a yakın kulübün olduğu kentte hemen hemen bütün mekânlarda çalışmış. Çünkü promotörlüğe ilk başlayanlardan. Sonra iş yayılıyor. Ve Washington geceleri, promotörlerin kontrolüne geçiyor. Artık nereyi isterlerse orayı popüler yapıyorlar. * Bu işte çalışanların hepsi yabancı. Afgan, Pakistanlı, İranlı... Eğlenmeyi bildikleri için değil. Sermaye istemiyor, sadece koşturma gerektiriyor diye. Göçmen hırsı!.. * Kentin eğlence hayatını döndüren kesim, 100 bin üniversite öğrencisi. Creme de la creme zümre ise herkesin birbirini tanıdığı, herkesin birbiriyle çıktığı, 1000 kişilik Georgetown grubu. * Washington’ın yüzde 60’ı siyah. Sadece siyahlara iş yapan lounge’lar var. Çok harcayan Arap mevhumu burada da geçerli. Parası olan yaşlılarsa kapalı partilerde. * Kentte çok zengin var. Los Angeles ve New York’tan sonra film endüstrisinin en büyük olduğu üçüncü kent. O yüzden ünlüler de çok. * Her promotörün kendi kitlesi var. Üniversiteli, siyah, Hintli vs... “Senin kitlen kim” dedim. “Benimki çok çeşitli. Capitol Hill’de oturan bohem de var, Potomac’teki senatör de” dedi. * Akılda kalan, 24 saat açık bir telefon numarası... 12 bin kişilik özel bir e-mail listesi... Ve 2 bin 600 arkadaşlık bir Facebook hesabı var. * Kimse bu bağlantıların yüzünden seni kullanmaya çalışmıyor mu, dedim. Dozunda isteyenlere yardımcı oluyorum, dedi. İnsanları borçlu bırakmak çıkarına da gelmiyor değil. * İşi, etrafına kalabalık toplamak. O yüzden dikkat çekmek için ne gerekiyorsa yapıyor. Abartılı selamlaşmalar... Mercedes cip... Gittiği yerlerde bol para harcama... Önce kendinin promotörü... * Yardım kuruluşlarına bağış, Amerika’da en büyük statü göstergesi. Yedi yardım derneğinde gönüllü çalışıyor. Katıldığı davetlerde de telefon rehberini genişletiyor. * İki hayatı var. Gündüz grand tuvalet, işletmeciliğini yaptığı restoranda. Akşam, altında kot, sandalye tepelerinde. Çalışırken, yaşları tutmuyor diye Başkan Bush’un kızlarını dışarı attıracak kadar da katı. * Şimdi 40 yaşında. Yavaş yavaş çekilme vakti. Senede yaptığı dört büyük parti dışında, promotörlüğü bırakacak. Onun yerine yıllar önce çalıştığı, Washington’ın efsane kulübü Cities’i tekrar açacak. * Ortaklar almış yanına. Çevreleri için. Biri TV anchor’ı. Biri yapımcı. Biri avukat. Biri lobici. İsimlerini sordum. “Gizli!.. İsterlerse kendileri söylerler” dedi. * Türkiye’de de yapacak mısın bu işi dedim; cevap: “Yapamam, ben artık buralıyım.”
Can Yücel ve Gazi Yaşargil
Aslında kısmen bilinen bir öykü ama birinci ağızdan anlatacağım... 1940’lı yıllar Ankara... O dönem Gazi Lisesi’nde hem birbirleriyle çok iyi anlaşan hem de sürekli rekabet eden iki arkadaş vardır. Gazi, fen derslerinde başarılıdır. Can da edebiyatta... Ve ikisi de, okulun en iyi öğrencileridir. Derken bir gün okul biter. İki arkadaş mezun olur. Sonra ikisi de o dönem Milli Eğitim Bakanlığı’nın başlattığı yurtdışına öğrenci gönderme programına başvurur. Rivayete göre, başvurular sonuçlanınca dönemin Milli Eğitim Bakanı, Gazi’yi çağırır. “Seni yollayacağız” der, “ama arkadaşına söyle o gidemez. Çünkü onu yollarsak, Bakan kendi oğluna iltimas geçti, derler.” Gazi odadan çıkar. Can’a durumu anlatır. Can da o güne kadar biriktirdiği ne kadar para varsa hepsini Gazi’ye verir. “Senin daha çok ihtiyacın olacak” der. Sonra aradan yıllar geçer. Şair olan Can evlenir. Çocukları olur. Ve çocuklarından Yeni Hasan, tıpkı babasının arkadaşı Gazi gibi doktor olmaya karar verir. Gazi durumu öğrenir. Bunun üzerine, oğlanı kendisinin okutacağını söyler. Yeni Hasan, Galatasaray Lisesi’ni bitirir. Önce Fransa’ya, ardından Kanada’ya gider. Ve Gazi’nin desteğiyle, dünyanın en iyi tıp okullarında okur. Aradan yine yıllar geçer. Yeni Hasan, Kanada’ya yerleşir. İki oğlundan birinin adını Gazi koyar. Bu arada tıpkı Gazi gibi, kendi alanında çok yükseklere gelir. En sonunda da bir gün göz patolojisinde dünyanın en büyük ödülünü kazanır. Ödülü alan Prof. Dr. Yeni Hasan Yücel’dir. Babası, şair Can Yücel. Dedesi, eski Milli Eğitim Bakanı Hasan Âli Yücel. Babasının arkadaşı ise dünyanın en ünlü beyin cerrahlarından Prof. Dr. Gazi Yaşargil. Bu olayı, geçen hafta glokom hastalığı alanında yaptığı büyük bir keşifle Lewis Rudin Ödülü’nü kazanan Prof. Dr. Yücel’den dinledim. Kanada’daydı, telefonla konuştuk. Size babanız mı anlattı bu öyküyü, dedim. “Ne babam bahsetti ne de Gazi Yaşargil’in bu konuyu açtığını gördüm. Ben başka yerlerden duydum. Tek bildiğim, benim bütün öğrenim masraflarımı Gazi Yaşargil’in karşıladığıydı” dedi. Onur, dostluk ve vefa üzerine bir pazar hikâyesi...