*Antakya-Reyhanlı yolundan 10 kilometre içeride Boynuyoğun Kampı’ndayım. Yol üzerindeki askere “Gazeteciyim” deyince ofise aldılar. Kamp yöneticisiyle oturuyoruz: “Sivil Suriyeliler olduğundan bizim kampımız sıkı değil. Başka kamplardan buraya gelmek isteyenler oluyor.” O sırada içeriye yanında asker bir köylü girdi. Ve asker “Yine şikâyet var. İşlem yapmamız gerekecek” dedi. Daha önce telefonda konuşmuşlar. Yönetici de köylüye dönüp “Bahçesi su basan sendin değil mi” dedi. Köylü bunun üzerine “Bendim” deyip anlatmaya başladı: “Komşular görmüş. Beş-altı genç gelmişler. Hepsi Suriyeli. Daha önce de yaptılar. Yüzmek için suyu açıp kanalı dolduruyorlar. Sonra bahçeyi su basıyor. Bütün ürün gitti. Zararım çok büyük. Tazmin edilsin istiyorum.”
*Sevmiyorlar. Aynı tavrı Yayladağı’nda oturup kahvede sohbet ettiğim kasabalılarda da gördüm. Antakya köylüleri, kamplardaki Suriyelilerden hoşlanmıyor. Yayladağı MHP eğilimli bir köydü. Kahvede konuştuğum grup da hep devlet kurumlarından emekli insanlar. Ama kasabanın ortasında yüksekokuldakilerle konuşunca onlardan da aynı şeyleri duydum: “Hırsızlık arttı. Bostanları yağmalıyorlar. Köydeki kızlara tacizler başladı...” Konuşurken bir-ikisi önümüzden geçiyor örneğin. Hemen “Gördün mü bak geçiyor yine sakallılar” diyorlar. Kendilerine mücahit diyen Özgür Suriye Ordusu askerleri dindar olduğu ve sakal bıraktığı için... Hatta bir emekli Yayladağı Türkmeni o kadar öfkeliydi ki... “Bunlar aslında ne biliyor musun! Hepsi vatan haini. Kendi devletini arkadan bıçaklayan insanlar” dedi.
*Asayiş vakalarının arttığını Boynuyoğun’da konuştuğum asker de doğruluyor: “Köylüler
şikâyet ediyor. Biz de polise rapor ediyoruz. En büyük sorunumuz bize yetki vermiyorlar. Apaydın’daki askeri kamp öyle değil. Orada nöbet tutan askerin silahı var. Ama bizim Boynuyoğun Kampı’ndakilere dokunmamız yasak.” Durum artık o halde ki... İzin belgesi kolayca alınabildiği halde tel örgüleri de kesmişler. Giriş kapısı fazla aşağıda diye delikten girip çıkıyor Suriyeliler. Asker de bir şey yapamıyor.
*Köylüler, asker şikâyet etse de Suriyelilerden mutlu olanlar da var tabii. Hayır hayır, Ahmet Davutoğlu’nu demiyorum. Esnaf. İki türlü memnunlar. Birincisi, kamplarda kalanlar esnaftan alışveriş ediyor. İkincisi, hükümet kamptakilere yağ, un, şeker gibi ayni yardım dağıtıyor. Ve Suriyelilerin bir kısmı, sonra bu yardımları esnafa satıyor.
NEDEN SINIRA YAKIN
*Evet Suriye ve Türk hükümetleri arasında bir gerginlik konusu burada kalan Suriyeliler. Türkiye’nin korumasındalar. Ve sınırı rahatça geçip rejimle savaşıyorlar. Ama bir yandan da hikâyeleri büyük bir dram. Antakya’nın en küçük kampı Altınözü’ndeyim. Kapıda görevlilerle konuşuyorum. Akrabaları Esad’ın askerleri tarafından katledilmiş, zulümden kaçıp aylardır Türkiye’de kalan, Türk hükümetinin zaten ağır sorumluluğun daha da artmaması için mülteci statüsü vermediği, bir sürü parçalanmış aile hikâyesi dinledim. Ayrıca Uluslararası Af Örgütü’nün iki hafta önceki raporunda da değinilmişti. Güvenlik gereği sınırdan 50 kilometre içeride kurulması gereken bu kamplar, Esad’a hedef olacak şekilde neden hemen sınırın dibinde, cevabını bulamadım.
* Uçak cuma günü düştü. Çarşamba sınırdaydım. Gazetelerde savaş hikâyeleri okuyoruz ama bölgedekilerin umrunda değil. Çünkü burası o çatışmanın içine çoktan girmiş. Sadece silah sesi değil. Özgür Suriye Ordusu’nun askerleri sürekli Suriye’ye giriş-çıkış yapıyor. Dinlenme dönemlerinde de Türk kasabalarında çarşı-pazar geziyorlar.
* Antakya’da dört tane Suriyeli kampı var. Üçü sivillerin kaldığı, Yayladağı, Altınözü, Boynuyoğun. Dördüncü de Suriye Ordusu’ndan kaçan ve şimdi Özgür Suriye Ordusu’nun komuta kademesini oluşturan askerlerin kampı Apaydın. Dördüne de gittim. Sivillerin giriş-çıkışı çok rahat. Kolayca bir izin belgesi alıyorsunuz. Sonra akşama kadar dışarıdasınız. Kapıda sadece polis bekliyor. Askeri kamptaysa idare Türk askerinde. Ve kağıt üzerinde refakatçisiz kimse çıkamıyor. Neden kağıt üzerinde olduğuna gelince...
* Antakya’ya girer girmez önce Yayladağı’na gittim. Suriye’de 2011 Mart’ında olaylar başlayınca 2011 Nisan’ında açılan ilk kamp... Eski Tekel binası. Kampa doğru gidiyoruz. Yolda biri üniformalı iki genç. Çarşıdan dönüyorlar. Durduk. Arabamıza aldık. “Neden üzerinizde asker elbisesi var” dedim. “Biz mücahidiz” dediler.
* Üniformalı Muhammed Zeley 21 yaşında. Daha önce Esad’ın askeriyken iki ay önce silahıyla taraf değiştiriyor ve Özgür Suriye Ordusu’na katılıyor. Sonra Türkiye’ye giriyor. Antakya’daki bütün Suriyelilerin en çok kalmak istediği, en rahat denilen Yayladağı’ndaki kampa gönderiliyor. Emir aldığı kişi Maliki Kürdi diye, yarbay olduğunu öğrendiğim bir Suriyeli. “0542 312...” numaralı bir cep telefonu var. Görev olduğu zaman Kürdi Zeley’i arıyor. “Hazırlan” diyor. Sonra bir otomobille Zeley’i ve yanındaki mücahitleri alıp Suriye’ye geçiriyor.
LAZKİYE’DE YARALANMIŞ
* “En son ne zaman Suriye’ye geçtin” dedim Zeley’e. Bir ay önce gitmiş. Lazkiye’de bir çatışmada elinden ve karnından yararlanınca dönmüş. Önce Urfa’ya geçirmişler. Oradaki hastanede ilk müdahaleyi yapmışlar. Sonra Antakya Devlet Hastanesi’nde ameliyat edilmiş. Kurşun yaralarını gösterdi. “Artık iyiyim. 10 gün daha dinlenirim. Sonra Kürdi yine arayacak, Suriye’ye geçeceğim” dedi.
* Bölgedeki hastaneler mücahitlerin reviri gibi. Yaralanıp tedavi gören başka mücahitlere de rastladım. Onlardan biri, Apaydın Kampı’nda komutanıyla görüşmek için bekliyordu. Muhammed Abbara. 22 yaşında. Burnuna şarapnel isabet etmiş. “İçeri almıyorlar mı” dedim. “ 16.30’dan sonra ziyaretçi kabul etmiyorlar, bekliyorum” dedi. 10 gün sonra tekrar Suriye’ye geçecekmiş. İçerideki komutanı Abdülaziz Naan’ın emirlerini almaya çalışıyordu.
“Mülkiye Siyasal Bilgiler’de okuyorum. Valla işte... Siyasi bir şeyimiz yoktu ama... Problem yarattık herhalde. O zaman yerel bir gazete çıkarıyordum. Bir şeyler yazdım. Ya şöyle... Herhalde kişilik olarak duyarlı biriydim. Kürt olarak bölgemdeki haksızlıklara, yanlışlıklara karşı bir şeyler yazmış olabilirim. Gazetenin adı Erzincan İliç’in Sesi. Siyasal’da bir grup arkadaştık. Böyle şiddet, şu, bu olaylarını sevmem. Sene 1991-1992. Zaten ailede de böyle bir şeyimiz yok. Ama yanlışlıklara da duyarsız kalamazsın ki... İşte gençlik... Hayatımda gazete nasıl çıkarılır bilmem de... Matbaaya ilk gittiğim günü hatırlarım. Amacım o zaman neydi? İşte kasabada etrafımızdaki yanlışlıkları yazabilmek. İki sene sonra herhalde insanları kızdırmışız. Okul değil de dışarıdan biraz sorunlar oldu. Yargılanmadım. Sorguya alındım. Polis tabii. Gözaltı... Ama çok kısa bir süre. Belki bir gün. O zaman anladım yani. Ya susacaksın. Ya şiddete karışacaksın. Ya da geçip gideceksin. Üçünden bir tanesi... İşte biz geçip gitmeyi seçtik. Sene 1994...”
İÇERİDE NELER DEDİLER
O polis sorgusunda ne oldu? İçeride neler yaşandı bilmiyorum. Çok sordum. “Kötü muamele var mıydı” dedim. Hep, “Yoktu işte” dedi. Ama artık ne dedilerse... Nasıl korkuttularsa... O olaydan sonra 8 bin kilometre öteye kaçıyor Hamdi Ulukaya. Ve bugün 1 milyar dolarlık cirosu, 1.200 çalışanı, yüzde 20 pazar payıyla Amerika’nın en büyük yoğurt üreticisi haline gelen Chobani’yi kuruyor.
Türk-Amerikan Konseyi’nden ödül almak için geldiği Washington’da bir otel kafesinde buluştuk. 40 yaşında. “Benimki sadece bir yoğurt firması değil. Bir life-style markası” dediği Chobani için halen gece-gündüz çalışıyor.
Ben de aslında onu merak ediyordum. Amerika’ya gelip bizdekinden farklı, Yunan usulü ürettiği süzme yoğurtla nasıl bir milyardere dönüştüğünü... Sağlıklı beslenmenin gittikçe bir takıntı haline geldiği Amerikalılara Chobani’yi nasıl pazarladığını... Ama hikâyenin arkasından Türk polisi çıktı.
GÜMBÜR GÜMBÜR BÜYÜYOR
Verdiği röportajlar, aldığı ödüller bir yana halen büyümeye devam ediyor Ulukaya. Ve Idaho eyaletinde kurduğu yeni fabrika... Avustralya ve Kanada’ya genişlettiği operasyonu.... Harvard işletme mezunu gençlerden kurduğu takımıyla da gümbür gümbür ilerliyor. Ama en önemlisi... Konuştuklarımızdan anladığım, Mülkiye’de okurken kendi kasabasındaki yanlışlıklara üzülen o genci de halen koruyor. Hem de hiçbir önyargı, hiçbir kötü duygu beslemeden.
Önce dediler ki... Her suçun ardında rasyonel bir analiz vardır. Nobelli ekonomist Gary Becker, bir gün otomobiliyle önemli bir toplantıya yetişmeye çalışırken geç kaldığını fark eder. Toplantı yerine varır. Ama bir türlü park yeri bulamaz. En sonunda düşünür. Toplantıya yetişmesinin daha önemli olduğuna karar verir. Ve otomobilini park edilmesi yasak bir yere bırakır. Aldığı karar, Becker’a göre şunun kanıtıdır aslında: Toplantıya katılarak elde edeceği menfaat, yasaları çiğneyerek üstlendiği ceza yeme ya da otomobilinin çekilme riskinin neden olacağı zarardan çok daha önemlidir. Becker bir karşılaştırma yapmış. Böylece yasaları çiğnemeyi, rasyonel olarak göze almıştır.
Ariely, Becker’ın bu park anekdotunun, bilimsel literatüre ‘Rasyonel Suçun Basit Modeli’ adıyla geçtiğini anlatıyor. Ama Becker’dan sonra epey yol kat eden davranış ekonomisinin ise Becker’ın teorisini insan davranışlarını anlamada yetersiz bulduğunu söylüyor.
Düşünsenize... Eğer Becker haklı olsa... Yani bir maliyet-fayda analizinin ardından herkesin suç işleyeceği kesin olsa, toplumun barışı için elinizde ne kalır! Ya polislerin sayısını artırmak ya da cezaları yükseltmek. “Oysa” diyor Ariely, “Eğer Becker haklıysa neden tatile gittiğinizde komşunuza postalarınızı aldırıyorsunuz? Neden bazen sadece el sıkışarak, hiçbir yazılı metin olmadan anlaşma yapıyorsunuz? Hatta neden çocuk yapıyorsunuz? Büyüyünce elinizdeki her şeyi çalabilirler.”
Dan Ariely gibi bilim adamlarının işlerini takip ettiğinizde, özellikle sosyal bilimlerde şunu fark ediyorsunuz: Esnekleşiyorlar. Eskiden olaylara isim vermede ne kadar katı davranıyorlarsa, şimdi sınır belirlemeden o kadar kaçınıyorlar. Çünkü bilim ilerledikçe, disiplinler arasında geçiş arttıkça, her geçen gün insanın çok daha karmaşık bir canlı olduğunu görüyorlar.
İNSANLAR MI DEĞİŞTİ
Becker’ın teorisinin bugünü anlamaya neden yeterli olmadığına dair tek bir örnek... Bir taksi şoförü. Aracına ayrı ayrı biri âmâ, diğeri gözleri gören iki müşteri alıyor. Ve âmâ müşterisini gideceği yere en kısa yerden götürürken, gözleri gören müşterisinin yolunu uzatıyor.
Hiçbir rasyonel yanı yok. Gözleri görmeyen birini kazıklamak,
Türkiye’de hakları için kavga eden Kürtler ve İslamcılar fire vermişti. Belki bu sayede takıma yeni bir oyuncu girer
Bunu, arkadaşlığından her zaman onur duyduğum, Yeni Şafak’ın Washington Temsilcisi sevgili dostum Ali Akel’den dinledim. Akel yıllar önce İstanbul’da muhabirlik yaparken, bir gün görüş almak için şimdi hepinizin tanıdığı meşhur bir gazeteciyi arıyor. Konuşuyorlar. Sonra laf lafı açıyor. Meşhur gazeteci, Akel’in Kürt olduğunu öğreniyor. Ardından da ironiyle “Vay vay” diyor, “Yeni Şafak’ta da çalıştığına göre demek hem İslamcısın hem de Kürt’sün. Senin bu ülkede hiç şansın yok.”
Bazı küçük grupları, zaman zaman beraber hareket etmeye çalışsalar da temelde bireysel çıkışlar yapan entelektüelleri bir kenara koyun... Kitlesel anlamda Türkiye’nin son 30 yıllık demokratikleşme mücadelesi büyük oranda iki grubun çabalarının eseridir: Kürtler ve İslamcılar. İster ‘Atatürkçü’ deyin, ister ‘Kemalist’, ister ‘seküler’, ister ‘solcu’ hatta ayrı olarak ister ‘Alevi’... Bu mücadeleye hiçbirini ekleyemezsiniz. Hoşunuza gitsin gitmesin... Çünkü bireysel çıkışlar dışında bu kesimlerin hepsi de demokratikleşme adımlarında kitlesel olarak Kürtler ve İslamcılara karşı statükoyu temsil etmiştir.
Tek bir şeyin altı çizildi bana kalırsa... Ali Akel’in, Uludere Olayı’nda Başbakan’ı eleştirdiği yazısı yüzünden 16 yıl çalıştığı Yeni Şafak Gazetesi’nden hafta içi kovulması, işte bence uzun süredir var olan tek bir gerçeğin tescili oldu. O da... İslamcıların demokrasi mücadelesi bitti, aralarındaki Kürtleri ayıklamaya başladılar.
Olayın başından beri Akel ile konuşuyoruz. Önce elbette bir arkadaş olarak. Elimden geldiğince yanında olma gayretiyle. Ama sonra da bir gazeteci olarak, tanıklık ettiğimin ne olduğunu anlamaya çalışarak. Çok istedim. “Bir söyleşi yapalım, başından sonuna bütün hikâyeni konuşalım” dedim. “Ortalık durulsun, şimdi doğru zaman değil” dedi.
Bugün Başbakan’ın gözünde Türkiye’nin en önemli meselesi başkanlık sistemine geçiş olduğu için, AKP, MHP’yle yeni Anayasa yapıncaya kadar böyle. Ondan sonra Akel’in de gönlünü alırlar belki. Hatta ondan önce bile belki sessiz sedasız kırdıklarını toplamaya çalışabilirler. Ama duyduklarımdan sonra... Akel’e “İşine dön” deseler bile “Onlardan biri” olarak en zor zamanlarda demokrasi kavgası vermiş, dürüstlüğünden ve iyi bir insan olmasından kimsenin en ufak kuşku duymadığı Ali Akel’e yapılanın AKP’nin ustalık dönemine ilişkin bir milat sayılacağından da eminim.
KABAK ÇİÇEĞİ GİBİ AÇILDILAR
6 ay sonra 0-200 milyon dolar arası bir yerde olacağız
MÜHENDİS
Nicolas Coderre. Oyun endüstrisinde mühendis. Kanada’da üniversiteyi bitiriyor. Beş yıl Microsoft’ta çalışıyor. Üç buçuk yıl önce de Seattle’den Palo Alto’ya taşınıyor. “Startup (başlangıç aşamasındaki şirket) tecrübesi olan mühendis arıyorum” dedim. “Benim var” dedi.
Coderre 31 yaşında. Vadi’ye göçmesinin sebebiyse aslında kız arkadaşı. “Buraya gelmeden önce hakkında fikrim yoktu. Uzaktan bambaşka bir algı var. Fakat gelince buradaki insanların da benim gibi olduklarını anladım. Bir sürü insanla tanışıp potansiyeli gördüm” dedi.
Günde neredeyse 18 saat çalışan bilgisayar mühendisleri için Vadi’de birkaç yol var. İlla kendi fikrinizi bulup onun peşinden koşmanız gerekmiyor. Bazen bulunmuş bir fikir için yeni kurulan bir şirkette atlıyorsunuz gemiye. Ve o fikrin tutup Google ya da Facebook’a dönüşeceği hayaliyle üstlendiğiniz risk karşılığı size verilen hisselerle ileride zengin olmayı umuyorsunuz. Ya tutmazsa? Hiç önemli değil. Çünkü her gün o kadar startup kuruluyor ki, mühendislere her zaman ihtiyaç oluyor.
Coderre de şimdi böyle bir projede. İki yıldır bir startup için çalışıyor. “Ne durumdasın şirkette?” dedim. “Ben girdikten sonra çoğu kişi ayrıldı. Sorumluluklarım arttı ve kendi bölümümün tüm ekibini ben oluşturdum. Çok büyük bir tecrübe oldu” dedi.
“Peki ne kadar çalışıyorsun” dedim. “Haftada 55 saat çalışıyorum. Ama kız arkadaşım kendi işini kurdu ve CEO oldu. O, 80 saat çalışıyor” dedi.
HIZLA BATAN, HIZLA ÇIKAN MAHALLELER
Bir sosyal ağın düşmüş hali, cazibesini yitirmiş bir mahalle gibi oluyor. Önce bir spekülatör geliyor. Piyasayı patlatıyor. Kiralar fırlamış, mantar gibi dükkân açılmış. Ama sonra bir kriz... Balon patlayınca mahalle birden ölüyor. Fiyatlar dibe vurmuş, mortgage’ını ödeyemeyenler evlerini kaybetmiş, dükkânlar birer birer kapanmış. İşte Flickr da, dün en tepedeyken, bugün o batmış mahallelerden biri. Facebook ise tüm dünyadaki 900 milyon kullanıcısıyla insanların yaşamak için birbiriyle yarıştığı yeni mekân. “İkisinin de şunun şurasında sekiz yıllık bir geçmişi varken nasıl her şey bu kadar hızlı değişiyor” mu diyorsunuz? Mesele de o zaten. Çünkü yeni ekonomi demek en önce hız demek!
KOPYALAMAK SERBEST
Eski ekonominin inovasyon teorilerinde hep şu söylenirdi: Çoğu yenilik yavaş yavaş başarılı olur ve yavaş yavaş karşıtlarını da dönüştürür. Direnenlerse yavaş yavaş ölür. Yeni ekonomide bu tezin artık hiçbir geçerliliği yok. Çünkü birincisi, artık yavaşlığın kalmadığını biliyorsunuz. Ama ikincisi... Asıl önemlisi... Fikri kimin bulduğunun hiçbir önemi yok. 2004’te kurulan Facebook’tan önce 2003’te kurulmuş MySpace vardı. MySpace şimdi yok olmak üzere. Facebook ile aynı yıl kurulan Flickr, daha önce kimsenin aklına gelmeyen bir fikirle çıkmıştı. Ama ondan altı yıl sonra kurulan Instagram, bugün o fikri ileriye taşıyıp Flickr’ı katladı. Sonuç... Yeni ekonomide fikir atlamaktan korkma. Çünkü kopyalamak serbest.
ENTEGRASYON İNOVASYONU ÖLDÜRÜR
Reklamcılar bu işi çok güzel halletti. Büyüyorlar. Holdingleşiyorlar. Ama o kocaman şemsiyenin altında yaratıcı fikirler bulup hızlı hareket etmek için ufak ajanslarla yürüyorlar. Bir yerde okudum. Flickr için yazılmış bir tür obituary (ölüm sonrası anma yazısı) idi. Özetle, “Yahoo, Flickr’ı aldıktan sonra inovasyon yerine entegrasyona eğildi. Şirketi mahvetti” diyordu.
Kurumsallaşmak önemli tabii. Öyle kapüşonla gezdiğine bakmayın. Zaten Facebook’taki kurumsal iletişim departmanının profesyonelliğini de ancak Exxon’da bulursunuz. Ama Facebook’un yaptığı, kurumsallaşırken Flickr’ın hatasına düşmemek oldu. İnovasyonu asla terk etmedi. Örneğin Instagram’ı aldılar geçen ay. Açıklama yapmışlar. “Yönetimi bağımsız yürüyecek” diye. Yani siz siz olun yeni ekonomide butik kalın.
AZA TAMAH ETMEYEN ÇOĞU BULUR
Önce filmin yönetmeni Carl Colby ile yaptığım konuşma. Sonra da Amerika’nın ‘Aile Mücevherleri’ denilen, geçmişteki kirli işlerinin ortaya saçılışının öyküsü. Kendinizi bir Amerikalı gibi düşüneceksiniz. Türkiye bölgesel süper güç olmuş. Ve tıpkı Amerika gibi kirli işleri ortaya çıkmış. Psikodramanın sorusu ise şu: Ne yapacaksınız? Kızacak mısınız? Böbürlenecek misiniz?
“Bir akşam tiyatroya gittik. Bir gece önce beraber yemek yediğimiz çifti gördüm. Yanlarına gidip ‘Buona sera, nasılsınız’ dediğimde kocam birden beni yana çekti. ‘Şşşttt, sessiz ol, o insanları tanımıyoruz’ dedi. Nasıl bir rol oynadığımızı, gerçekten kim olduğumuzu bilmediğim zamanlardı.”
Belgeselin en çarpısı sahnesi bu... 1950’lerin İtalya’sı. 1973 ile 1976 arasında CIA direktörlüğü yapan ajan William Colby, Amerikan diplomatı kimliğiyle Roma’da örtülü operasyonlar yürütüyor. Gladyonun kurulması ve antikomünist partilere destek için çalışıyor. Karısı Barbara Colby de, olan bitenden habersiz, etrafta karşılaştığı antikomünistlere selam veriyor.
William Colby’nin oğlu Carl Colby, bu belgeseli geçen yıl tamamladı. Ve o dönem uzun süre tartışıldı. O anekdotu hatırlatıp “Bir casusun oğlu olmak nasıl bir şeydi sizin için” dedim. Şöyle dedi: “Patetik ve kaba olmak istemem. Ancak belki biz de oyunun parçasıydık. Babamı gerçekten tanıyor muyum, emin olamadım. Bana ne verdi, ne öğretti, nasıl bir karakter aşıladı bilmiyorum. Ama kızgın değilim. Elinden geleni yaptı.”
Bir asker William Colby. Paraşütçü. Teklif gelince 2. Dünya Savaşı’ndan sonra CIA’ye katılıyor. Ve uzun yıllar Avrupa’da gladyo örgütünün kurulmasında çalışıyor. Norveç, İtalya...
İTİRAFÇI DİREKTÖR
William Colby, CIA’nin gelmiş geçmiş en önemli direktörlerinden biri. Hayır, gladyodaki rolü, belgeselin büyük kısmını kaplayan Vietnam’daki örtülü operasyonları için değil. Asıl... Örgütün tarihteki en önemli sırlarından ‘Aile Mücevherleri’ni ifşa eden isim olduğu için. Şöyle...