Bu şirketler danışmanlık ve espiyonaj arasında bir yerlerde büyük paralar kazanıyor. Bunu yaparken de kendilerini anayasal güvenceye sahip, kamu için çalışan gazetecilerle karşılaştırıyorlar. Fakat sorun... Bu işte gazeteciliğin kaynak edinme, bilgi toplama, araştırma kısımları var ama havadis verme, öğrendiğini halka aktarma, etik kurallar kısmı yok. Yerine salt para kazanma var. Stratfor'dan açılınca konu... Ben de Washington'dan notları Stratfor formatında geçmek istedim.
KAYNAK: Muhtelif
KAYNAK TANIMI: Bir gazeteciye konuşmayı kabul edenler
YAYINLANMA: Evet, her zaman
GÜVENİLİRLİK: Hep birinci ağız
KAYNAKLA GÖRÜŞEN: Tolga
1) RADAR NATO'DA DEĞİL
Geçen hafta NATO Genel Sekreteri Rasmussen geldi kente. Mayıs'ta Chicago'da kritik bir NATO zirvesi yapılacak. Onun hazırlığı için. Yardımcısı BRS42 ile konuşuyoruz. "Türkiye'deki radar operasyonu hakkında bir detay var mı" dedim. "Daha kontrolü bizde değil" dedi. "Ne zaman devralacaksınız" dedim. "Bilmiyorum, henüz konuşulmadı" dedi. Birkaç gün geçti. Meseleyi Pentagon'daki kaynağım PNT38'e sordum. "Radarı ne zaman NATO'ya vereceksiniz" diye. Soruyu ilk defa duyuyormuş gibi şaşırdı. Durumu anladım. Bunun üzerine Pentagon Sözcülüğü'ne yazılı sordum. Yanıtta radarın NATO'nun füze savunma sistemi olduğu anlatılıyor, son cümlesinde de şöyle deniliyordu: "NATO'nun Chicago Zirvesi'nde bir geçici füze savunma kabiliyeti açıklamasını bekliyoruz." Sonuç... En azından 21 Mayıs'a kadar radar NATO'nun değil.
Pis sakallı... Çatlak sesi ve koyu gözleriyle kısık kısık bakıp etraftakilere bağırırken. Salonda oturuyordu aslında. Ödül alan herkesi koltuğundan uğurluyordu. Ama The Artist'i izlemişler için özellikle böyle anlattım. Çünkü Oscar diye seyrettiğiniz gece, baştan aşağı filmde John Goodman'ın oynadığı o yapımcının bir oyunuydu. Hollywood'un en gösterişli toplantısını bir taç giyme törenine çeviren Harvey Weinstein'ın şovu. İşte bu yazı da Harvey Weinstein ve onun üzerinden Amerikan girişimcisinin bir portresi
* Hesaplamışlar. 25 yılda 303 Oscar adaylığı var. Başarı tartışılmaz. Hikâyenin başlangıcı ise... Çoğu zamanki gibi bir 'sevdiği işi yapma' öyküsü. Kardeşi Bob'la üniversitede bulaşıyor yapımcılığa. 1970'lerin sonunda bağımsız stüdyo Miramax'ı kuruyorlar. 'Kafasız' Hollywood'a karşı kafası çalışan filmler yapmaya başlıyorlar. Mayasında idealizm var.
* Pulp Fiction (1994), The English Patient (1996), Shakespeare in Love (1998), Chicago (2002), Kill Bill'ler (2003-2004)... Hepsi onun projesi. Bir de My Left Foot (1989), The Piano (1993), Life Is Beautiful (1997) gibi bir kategori var ki... Bu filmlerde de payı büyük. 1990'ların başı, iki kardeş ortalığın tozunu attırıyor. Ve sıfırdan kurdukları şirket sonunda kodamanlardan teklif alıyor. Büyüt ve sat.
* Burası karışık. Kuruyorsun. Zekanı, emeğini, yaratıcılığını koyduğun işi bazen Mark Zuckerberg (Facebook) gibi inat edip bırakmıyorsun. Bazen de Harvey Weinstein gibi devrediyorsun. Karışık dedim. Çünkü tek bir cevap yok, sektöre ve döneme göre çok değişiyor. Disney'in teklifini kabul ediyor. Ve bebeği Miramax'ı 1993'te yöneticisi kalmak şartıyla Hollywood'a teslim ediyor. Tıpkı Arianna Huffington (Huffington Post) gibi... Hesapçı.
* Huffington AOL'e ne yapar bilmiyorum. Fakat Weinstein'ın ne yaptığını söyleyeyim. Yine onlarca Oscar'lı projeden sonra 2005'te ayrılıyor. Artık iyice ustalaşmış, masraf hesabından çevresini, fihristini iyice genişletip Los Angeles'ı da yalayıp yutmuş bir halde ceketini alıp çıkıyor. Nereye? Kardeşiyle Weinstein Company'yi kurmaya. Her iyi girişimci gibi zaptedilmez.
* O gece Oscar törenlerini izliyorum. Bir yandan da blogger Nikki Finke ne diyor diye canlı yorumlarını okuyorum. Mesleki deformasyon. Siz izlerken eğlence görüyorsunuz. Ama gazeteci para görüyor. The Artist, Iron Lady, My Week With Marilyn... Hepsi onun filmi. Teker teker saydı Finke. Ve bu filmler ödülleri topladıkça çatal diliyle Weinstein'a saydırdı. Akademi'yi eşantiyona boğmuş diye bağırdı durdu. Yorum yok. Finke'nin dediğini bilin istedim sadece.
* Evet, 2012 onun şovuydu. Ama Miramax'tan ayrılınca işleri bir yandan da hiç iyi gitmedi. Hatta söylenene göre... The Artist'teki hüzünlü hikâye de aslında Weinstein'ın Miramax'taki parlak günlerinden sonra Weinstein Company'nin başında yaşadığı çöküşün ve sonra yeniden dirilişinin bir metaforuydu. Batmadan çıkılmazın canlı kanıtı.
Boş kalmasın diye birkaç yıl evvel aldığınız o bet Ikea tablosu karşı duvarda hâlâ duruyor. Doğan Hızlan hafta içi çok güzel yazdı. "Sanatı orta halliler yaşatır" diye. İşte bunu da, 30-40 yaş arası orta halliler için hazırlanmış bir sanat eseri edinme rehberi gibi düşünün. Amerika'da yapılanlardan örneklerle...
* ÖNCE İÇERİK Elbette bu bir bütçe meselesi. Herkes için bir sınır var. Ama sanat dergileri sık sık kapak yapar. Galeride önce etikete mi bakarsınız, yoksa içeriğe mi diye sorarlar. İşte siz ikincisi olun. Önce işin ne olduğuna bakın. Beğenirseniz ikinci aşama. Bugün New York'ta ucuza iş satan yüzlerce genç sanatçı olduğunu ve bunların aralarından 10 yıl sonra ünlüler çıkacağını unutmayın.
* BEĞENSEM Mİ Bunun yanıtını size kimse veremez. Tereddüt edip "Beğensem mi beğenmesem mi" diye düşüneceksiniz ya. Beğeni tabii ki estetikten bağımsız değil. Sanat bilgisi yüksek birininki sizden farklı olabilir. Ama bunun matematiksel formülü nedir diye merak ediyorsanız, kimse size söyleyemez. Yok çünkü. O güne kadarki deneyimlerinize güvenin. "Ben bunu beğendim" demekten sakın çekinmeyin.
* PİYASA KİM Göreceksiniz. Beğeniniz, bir süre sonra bugün sanatla ilgilenen herkesin üzerine kafa yorduğu, neye göre hareket ettiğini çözmeye çalıştığı 'sanat piyasası' denilen görünmez elin de bir parmağı haline gelecek. Bıraksanız Chelsea'deki simsar bütün dünyayı yönetmek ister elbette ama... Siz de girin oyuna. Bu konuda karamsarlar çok. Fakat ne kadar çoğalırsanız, Williamsburg'da atölyesinde çalışan sanatçı o kadar nefes alır.
* ÇAĞDAŞLAR Çağdaşlarınızı tanıyın. Bir yandan sanat tarihi okuyup beğeninizi geliştirmeye çalışın tabii... Ama asıl yaşıtlarınız, sizinle aynı gazeteleri okuyan, aynı filmleri seyreden, aynı politikacıları dinleyen sanatçılar hayatı nasıl algılıyor ona bakın. Sanatla aranızdaki mesafe daha kolay kalkar.
* TEMAS Mesafe kalkacak elbet bir süre sonra. Fakat şunu da hiç aklınızdan çıkarmayın. Sizin gibi olmak, bir sanatçı için en büyük kabustur. Tracey Emin'in lafı: "Eğer basit, sıradan, sevgi dolu bir aileden geldiğimi fark etsem bileklerimi keserim." Sizi böyle göreceklerini bilin.
* UFAK İŞLER Eskilere bakacaksanız da, yine illa büyük iş almanız, büyük paralar vermeniz gerekmiyor. SoHo'da ufak galeriler var. 1000 dolara Picasso litografileri buluyorsunuz. "Bir Picasso'm var", "Bir Abidin Dino'm var" demek size iyi gelecekse, ufak işleriyle başlayın.
* ÖĞRENCİLER
İlk baskısı 2003’te yayınlanıyor. Lareau’nun 1990’larda görüştüğü, 9 ila 11 yaşlarındaki çocukların sınıf farklılıklarından kaynaklanan yetiştirilme şekilleri üzerine. Geçen yıl sonunda da ikinci baskı geliyor. 10 yıl sonra o çocukların ne halde oldukları üzerine. Kitaptan seçtiğim, orta sınıf ve işçi sınıfından iki örnek vaka aktaracağım. Sonra da Lareau’nun araştırmalarına dayanarak ulaştığı çıkarımları özetleyeceğim
VAKA 1
Garrett, 11 yaşında beyaz bir erkek çocuğu. Okuldan dönmüş. Kentin dışındaki dört odalı müstakil evlerinin havuzunda yüzüyor. Çıkacak. Hızlı bir akşam yemeği yiyecek. Sonra babası onu futbol antrenmanına götürecek. O yüzden işten yeni dönen anne-babası acele edip üstlerini değiştiriyor. O akşamın aktivitesi spor. Ama sonraki akşam koro var. Sonraki akşam aynı yaştan çocukları olan siyah aileye kaynaşma ziyareti. Cuma akşamı kentin tiyatrosuna gelen çocuk oyunu. Hafta sonu da kent dışına arabayla iki saatlik bir yolculuk. Belki balık tutacaklar.
VAKA 2
Billy, 10 yaşında beyaz ve erkek. Şehirde, oturma odasında kocaman bir televizyon duran iki odalı bir evde yaşıyor. Anne-baba evli değil. Okuldan gelmiş. O sırada işten dönmüş mavi yakalı babası birasını içerken, sokağa çıkıp arkadaşlarıyla oynamaya başlamadan önce televizyon seyrediyor. Babasının keyfi yerindeyse birazdan iskambil de oynayabilirler. Sonra saati 12 dolara temizlik işçiliği yapan anne gelecek. Yemek hazırlayacak. Şanlıysa amcası da uğrayacak ve misafirliğe kuzenini getirecek.
SONUÇLARBiri staja diğeri Stanford’a
Gazetecilerin hapse atılmalarını eleştiren kişi, aynı zamanda Türkiye’nin Gazze’ye desteğini öven birisiyse? İsrail’in düşman bellediği, 2010’da ülkeye girişini engellediği bir entelektüelse? Noam Chomsky, bugün 83 yaşında. Ve halen... Yarım yüzyıldır Batı’nın en etkili düşünürlerinden. Hatta çoğuna göre en etkilisi. Hafta içi öğretim üyeliğini sürdürdüğü MIT’deki ofisinden telefonla görüştük. Türkiye’yi ve bölgeyi konuştuk. Başbakan’ın inanması için başka kimin söylemesi lazım bilmiyorum
1980’den itibaren 12 yıl boyunca dünyanın en çok atıf alan bilim adamıydı Chomsky. Yazdığı 100’den fazla kitapla ‘modern dilbilimin babası’ kabul ediliyor. Aktivist yanına gelince... 1970’lerde arkadaşı Daniel Ellsberg’ün Pentagon Belgeleri’ni basına elden dağıtan oydu. Ve hayatı boyunca Vietnam Savaşı dahil Amerikan dış politikasının en büyük muhalifi oldu. Ömrünün büyük kısmı da bu yüzden ölüm tehditleriyle geçti.
Chomsky’nin sicilini kimseye ispat etmeye ihtiyacı yok ama... İş o hale gelmiş ki, şunu da söylemem lazım belki. AKP’nin son 10 yılda Türkiye’de insan hakları alanında yaptıklarını büyük oranda öven ve çoğu zaman da iyimser olmuş biri. Ta ki...
Türkiye’yi hep yakından izlediniz. Son durumu nasıl görüyorsunuz?
- 1990’larda korkunç bir zulüm vardı. Son 10 yılda genel bir iyileşme var. Mükemmel değildi ama iyiye gidiyordu. Fakat son bir yıldır baskıya dönüşe dair can sıkıcı işaretler var. Gazetecilerin topluca tutuklanması. Keza Kürt politikacıların... Önde gelen aktivistlerin... Kötü işaretler bunlar.
Paul Auster gibi bu yüzden Türkiye’ye gelmeyi reddedenler var?
- Auster adına konuşamam ama Türkiye’ye çok daha kötü zamanlarda gittim. İlk gidişim bir mahkeme nedeniyleydi. Bir yayıncının yargılanmasında savunmaya katılmam istendi. En son 2010’da da bir ifade özgürlüğü toplantısı için gittim. O zaman iyimserdim. Çünkü değişim olumluydu. Ancak tam o sıralar 150 kişi birden gözaltına alındı. Aralarında Diyarbakır Belediye Başkanı da vardı. 10 yıl önce avukatımdı. Dönüş derken bunu söylemeye çalıştım. Detaylarını bilmiyorum ama çok rahatsız edici.
Kentin sokak kadınları
KADIN
İçeride 75 kadın var. Daha 18'inde üçüncü kez hamile kalmışları saymazsanız, kadınların yanında da 25 çocuk... Dövülmüş, sokağa atılmış ya da uyuşturucu bağımlısı onlarca siyah, Latin yoksul... Kentteki birkaç kadın sığınma evinden Lotus'a geliyorlar. Ve bir yıl kalıp ayaklarının üstünde durmayı öğreniyorlar. Sonra?.. Sonrası yok. O kadar çok talep var ki, başarabilirse tamam. Yoksa...
ABD Nüfus Sayımı Bürosu'nun verilerine göre bugün 300 milyonluk Amerika'nın 46 milyonu fakirlik sınırının altında. Geliri aylık 925 dolardan daha düşük. Ve bu insanların çoğu, Miami'deki gibi siyah ya da Latin kökenlilerden oluşuyor.
Lotus Evi'ni gezerken, işin başındaki Constance Collins'e soruyorum. 53 yaşında eski bir finansçı. "Burayı nasıl ayakta tutabiliyorsunuz" diye. "Bir vakıfız. Yıllık bütçemiz 1.3 milyon dolar. Yüzde 15'ini devlet veriyor, geri kalanı bağış." diyor. "Eve aldığınız kadınlar tekrar yaşama dönebiliyor mu" diyorum. "Amacımız onlara iş bulup kendi evlerine kavuşmalarını sağlamak. Hayatını düzene sokan ve şimdi burada gönüllü çalışan yüzlerce kadın var" diyor.
Sivil toplum dengesi
EV KRİZİ
Erkekler için de evsizlik kentteki en büyük sosyal sıkıntılardan. Konut ve Şehircilik Bakanlığı'ndan Armando Fana'dan öğrendiğime göre 2.2 milyon nüfuslu Miami'de bugün 840 evsiz var. Geçen yıl bu rakam 789'muş. İstatistiğini tutarlar. Ama bir şey yapamazlar...
Kendinizi bir pazarlamacı gibi düşünün. Markanızın imaj sıkıntısı var. Hatalarınızla geçmişte dibe vurmuşsunuz. Ne yaparsanız? Birkaç şey... Bir yan ürün çıkarır, elinize yüzünüze bulaştırdığınız pazarlara onunla girebilirsiniz. Ya da ambalajı değiştirir, algıyla oynarsınız. Ya da yeni bir marka yüzü bulur, büyük bir kampanyayla işe yeniden başlarsınız.
İşte Amerika'nın şimdi yaptığı da bu. Hepsi birden. Türkiye'yle yakınlaşıyor. Ortadoğu'daki diktatör süslü ambalajını hızla değiştiriyor. Beğenin beğenmeyin, yanlış giden şeyleri elinden geldiğince düzeltmeye çalışan Obama'yı her yerde kullanıyor. Ve 'dijital diplomasi' denilen yeni konseptle bu restorasyonun en önemli ayağını kuruyor.
2012'yle birlikte... Aralarında Türkçe, Çinçe, Farsça'nın da bulunduğu 11 dilde Twitter yayını başlattı Amerikalılar. Bu dijital diplomasi doktrininiyse özel sektörden geçme bir strateji uzmanı oluşturdu: Victoria Esser.
Esser, dört aydır bakanlıkta. Bakan yardımcısı. Altı sıfırlı gelirini bırakıp... Şimdi Dışişleri'nin Foggy Bottom'daki eski binasının altıncı katında küçük bir odada devlet memuru.
Esser'le ofisinde buluştuğumuzda Türkiye ile başladım: "Niye Amerikan devleti Türk halkına Türkçe ulaşma ihtiyacı duydu" diye... Daha ilk cevapta bir devlet memuruna dönüştüğünü anladım: "Bu bizim için Türkiye'nin önemine işaret ediyor" dedi. Sonra da temelde yabancı dilde yayına geçmelerini üç sebeple açıkladı: 1) Geleneksel diplomasiyi aşıp kitlelere daha geniş boyutta ulaşmak 2) Arada hükümetler olmadan toplumlarla direkt ilişki geliştirip bu sayede perspektifi anlamak 3) Başka toplumlarla diyaloğu ilerletmek.
POLITICO'DA YAZMIŞTI
Pek anlaşılmıyor değil mi!.. O zaman açayım... Ve Esser'in devlete katılmadan önce, ta 2009 başında Politico'ya yazdığı, şimdiki işi formüle ettiği makaleden söyleyeyim: "ABD, Twitter yoluyla başka ülkelerin kalbi ve aklına ulaşabilir mi?.. ABD'nin sosyal medya kanallarını Başkan Obama'nın ABD'nin küresel liderliğini yenileme önceliğine kanalize etmekte beklemeye tahammülü yok."
İLETİŞİM RİSKTEN GEÇER
NASIL SORUYOR 'Casino Jack'te (2010) bir sahne var. Lobicilerin Washington'ı nasıl yönettiğini 2000'lerdeki Jack Abramoff skandalı üzerinden anlatan film. Kevin Spacey, filmde lobici Abramoff'u oyunuyor. Ve Yunanlı bir kabadayıdan elindeki kumarhanesini almak için adamı sıkıştırıyor. Kumarhaneleri kötüleyen bir metin hazırlıyor hemen. Metni sürekli bağış yaptığı bir milletvekiline götürüyor. O milletvekili de... Kongre'de kürsüye çıkıp... Abramoff'un hazırladığı konuşmayı satır satır okuyor. İzlediniz mi siz münazaranın görüntülerini?.. Moderatörün Türkiye sorusunu önündeki kağıttan nasıl okuduğunu fark ettiniz mi?.. İkisini yan yana koyun. Hiçbir fark olmadığını göreceksiniz. Normal de... Herkesin birbirine bir şey okuttuğu bir kasaba Washington.
SORUYU KİM VERDİ O zaman soru şu: Peki metni kim verdi?.. Hani spikerler der ya maçlardan önce "Atmosfer şahane" diye. Yer Fox TV. Cumhuriyetçilerin başkan adaylarını bordroya bağlayan Rupert Murdoch'un kanalı. Oturumu yöneten Bret Baier. Obama'nın ülkedeki en büyük düşmanlarından, Beyaz Saray'da 'tahtası eksik' diye bahsedilen aşırı muhafazakâr. Soruyu sorduğu kişi de... Dış politikasını neo-con Donald Rumsfeld'in adamlarına emanet etmiş... Seçilme şansı olmadığı için rampadan aşağı freni patlamış kamyon gibi inen ve kaybedecek bir şeyi olmayan Teksaslı bir 'tipik Amerikalı'. Bu şahane atmosfere kentte en yakın olan kesim kim peki?.. Botsvana yanlıları mı?..
OLAĞAN ŞÜPHELİ KİM Geçen ay Ehud Barak Washington'a geldi. Gezisinden önce İsrailli bir diplomatla Dupont Circle'daki bir Lübnan lokantasında yemek yiyoruz. Barak, Türk halkına mesaj vermek ister mi diye röportaja ikna etmeye çalışıyorum. Konuşma uzadı. Arada, "İsrail'in bir dezavantajı da Washington'da İsrail'i destekleyen çevreler. Oyunu çok kuraldışı oynuyorlar" dedim. Güldü. "Fazla sevgiden oluyor. Ama emin olun onlara ne diyeceklerini biz söylemiyoruz" dedi. "Hiç konuşmuyor musunuz" dedim. "Bazen 'Keşke bunu öyle söylemeseydiniz' diye konuşuyoruz, ama daha fazla değil" dedi. İşte Perry olayında da bütün unsurların kimde kesiştiğine baktığınızda... Karşınıza aynı kesim çıkıyor. Aynı olağan şüpheli.
MANİPÜLASYON VAR MI Niye bu kadar etkililer peki?.. Bir Valiyi nasıl bu kadar kolay manipüle edebiliyorlar? Çünkü spiker haklı. Şartlar müsait. Johns Hopkins Üniversitesi'nin bir araştırmasıydı. Dünyanın hiçbir Batı ülkesinde, parlamento, ülkenin dış politikasında ABD'de olduğu kadar etkili değil. Ve bu ülkelerin hiçbirinde de parlamentonun ipleri bu kadar grupların elinde değil. Abramoff'un sorusunu okuyan o milletvekili var ya. O politikacı her iki yılda bir seçime gidiyor. Bu yüzden her seçimde kampanyası için para topluyor. Ve parayı kim verdiyse, çoğu zaman onun düdüğünü çalıyor. İsrail yanlısı çevreler bu yüzden sistemi kolayca manipüle edebiliyor. Rumlar, Ermeniler şimdi yeni yeni Türkler de böyle çalışıyor. Sonuçta sistem dışarıya bu kadar açık olunca... Herkes giriyor.
MUSLUKÇU JOE NE DİYOR Peki kamuoyu nasıl etkileniyor bundan?.. Perry'nin konuşması tabanı ne kadar yönlendirdi?.. Anket yok elimde. Ama kişisel gözlem bir şey ifade edecekse... Aynı gün Perry'nin yakaladığı iki kişi denk geldi bana. Biri kuaför. "Türkiye El Kaide'nin destekçisi olmuş, öyle mi" dedi. Öteki konsiyerj. "Çok üzüldüm, ülkeniz teröristlere geçmiş" dedi. Etkiliyor elbette. Dış politika konusunda bilincin en alt düzeyde olduğu ülkede liderlerin söyledikleri çok kolay kamuoyu yaratıyor. Türkiye yanlısı olmak puan getirmeyecekse de, kimse ağzını açıp konuşmuyor. Ve sonuçta Muslukçu Joe, Türkiye'yi kafasında terörist belliyor.
YEREL SİYASET NASIL Perry, kendi seçim bölgesinde bu söylediklerine uygun hareket ediyor mu, diye soracak olursanız... Bir sürü okul var Teksas'ta. Türklerin kontrolünde. Ama ilginçtir, 'teröristlerin' kontrolündeki hükümetin de destekçisi bu insanlarla bir sıkıntısı yok Perry'nin. Birine sordum. "Bir problem yok" dedi. Fakat işin öbür kısmı... Muslukçu Joe dışında Ayşe Teyze'nin nasıl etkilendiğine gelince... Perry olayının ertesi günü, kentin kafası en düzgün çalışan İran uzmanlarından Trita Parsi ile Hamilton Otel'de kahve içiyorduk. Lobicilerin merkezi K Street'in tam üzerinde. "İran'da bu tür durumlarda hep aynı şey yaşanır. Dışarıdan biri eleştirince ülke birbirine kenetlenir" dedi. "Ben hükümetimi eleştirebilirim ama yabancılar eleştiremez." Aynı coğrafya... Aynı tarih... Farklı olması için bir sebep bulamadım.
HÜKÜMET NASIL ETKİLENİR Belki de iyi bir şeydir. Türkler kendi aralarında didişeceğine, nefret sembolü olarak Amerika'daki aşırı muhafazakârların seçilmesinin hem Amerika hem dünya hem de Türkiye için bence hiç mahsuru yok. Fakat Türk Hükümeti bunu suiistimal eder mi, emin değilim. Perry konuşmasında bir dış yardımdan bahsediyor. "Türkiye'ye sıfır yardım yapılmalı" diyor. Nedir bu yardım diye baktım. Amerikan Dışişleri'nin bütçesinde 2012 için Türkiye'ye 5.6 milyon dolar yardım yapılacağı yazılıydı. Azalmış gerçi, 2007'deki 19.8 milyon dolarlardan inmiş. Sonra dağılımına baktım. 4 milyon doları 'İstikrar Operasyonları ve Güvenlik Sektörü Reformu'na... 900 bin doları 'Kitle İmha Silahları İle Mücadele'ye... Gerisi de uyuşturucu ve terörle mücadeleye. Amerika Rusya'dan Çin'e dünyanın birçok büyük ekonomisine sembolik yardımlar eklemiş bütçesine. Ama örneğin gelişmiş AB ülkeleri listede yok. Ama Avrupa'nın en büyük altıncı ekonomisi Türkiye var.
Sonuçta hükümetler için bütün mesele yine gelip dürüst olmaya dayanıyor. Neyse, doğruyu söylemeye... İnsanların gözünün içine baka baka yalan konuşmamaya... Çünkü bu haliye ha Con Ahmet'in makinası... Ha Kissinger Ahmet'in radarı...