O gün basın toplantısı başka odaya alındı. Bekliyoruz. 15 dakika... Yarım saat... Dışişleri Sözcüsü Victoria Nuland tam 45 dakika gecikti. İçeride telefonlar da çekmiyor. Oturacaksın. Öyle bekleyeceksin. Nuland geldi. “Kuzey Kore ile görüşmeler yeniden başladı. Az önce size duyurusunu gönderdik, okumuş olmanız lazım” deyince de kıyamet koptu. Haber ajansı Associated Press’in muhabiri Matt Lee ayağa kalktı. “45 dakika bizi burada bekletiyorsun. Sonra da görmemin imkansız olduğu bir bildiriyi okuduğumu varsayıyorsun” diye Nuland’ı azarladı. Sonra da salonu terk etti.
Dışişleri’nde gazetecilere ayrılan ‘bullpen’deyiz (boğa ahırı). “Korku mu, saygı mı, nefret mi? Hükümet senin için ne hissediyor olabilir” dedim. Güldü. “Kendini beğenmiş ve kaba olduğumu söyleyenler çok. Ama herkes onlarla kişisel bir problemim olmadığını bilir. Bu bir satranç maçı. Ve ben onlara saldırıyor gibi görünüyorsam, aslında amacım, hükümetin işini iyi yapma konusundaki niyetini göstermesine yardımcı olmaktır” dedi.
Matt Lee (47), bugün Amerikan Dışişleri Bakanlığı’nı takip eden en kıdemli muhabir. Bakanlık her gün basın toplantısı düzenler. Her gün en ön sıranın en sağındaki Lee de ilk soruyu sorar. Beyaz Saray’da, Pentagon’da böyle bir duruma rastlamazsınız. Ama Dışişleri Lee’nin yeridir. Ve salondaki tüm gazetecilerin uyduğu bir teamül gereği o başlar. İstediği kadar devam eder. Sıkıştırır. Kafasına yatmayan cevaplarla dalga geçer. Bazen de sözcüler hata yapınca anlattığım olaydaki gibi azarlar.
HALKLA İLİŞKİLER Mİ GAZETECİLİK Mİ
“Yaptığımız işin en heyecan verici kısmı, hükümetin yaptığı yanlış bir işi duyurmak, bir yetkiliyi sorumlu tutmak.” Lee’ye “Portreni yazacağım. Washington’da bir gazeteci huysuz kalabilmeyi nasıl başarır formüle etmek istiyorum” dediğimde bana böyle söyledi. Bu cümleyi anlamak iki kesim için de önemli. Hem kalemini bir süre sonra cebine sokup haber kaynaklarının sırdaşına dönüşmeye başlayan başkent gazetecileri için. Hem de gazetecilerin işiyle barışmak zorundaki hükümet temsilcileri için.
“Şimdiye kadar 12 sözcü gördüm, hepsiyle de arkadaşız. Salonda ne kadar tansiyon ve öfke olsa da, dışarıda dostuz” dedi. “Hem bu kadar katı olup hem de nasıl dost olduğunu savunabiliyorsun” dedim. “Çünkü iki seçeneğin var. Ya halkla ilişkilerci olur arkadaşlarını parlatırsın. Ya da gazetecilik yaparsın. Bu onların brifingi. ABD’den başka dünyada her gün brifing yapan başka bir dışişleri bakanlığı yok. Bunu takdir ediyorum. Ama mesajın güvenilir bir kanaldan dağılmasını istiyorlarsa, tarzımı kabullenmek zorundalar.”
Çünkü Beyaz Saray’da Terörle Mücadele Çarı’yken, 11 Eylül’den önce El Kaide’nin çok büyük bir saldırı planladığını söylediği halde Bush Yönetimi’ne dinletemedi. Richard Clarke şimdi15 yıl önce Beyaz Saray’da kucağına verilen siber güvenlik konusunda bir uzman. Ofisinde iki saat görüştük. Konumuz... Cassandra’nın gözünden siber savaş
Bu işin birbiriyle kesişen dört şekli var.
1) Anonymous tarzı hackerlar. Bu grup, genelde politik amaçlarla bilgi hırsızlığı yapan ya da kurumlara saldırılar düzenleyen gençler. Aktivist hacker’ların haktivizmi.
2) Aktivistlerin bir bölümünün de dahil olduğu siber suçlular. Kredi kartı bilgilerinizi çalmaya çalışan adi hırsızlar.
3) Yaptıkları işi bazen siber suç kılıfına sokan siber casuslar. Hükümetlerin, şirketlerin bilgilerini çalmaya çalışan başka bir ülkenin adamları.
4) Siber savaşçılar!.. İşe casusluğu da katan, bir ülke adına başka bir ülkenin siber altyapısına saldırıp elektrik santrallerinden askeri savunmalarının çökertilmesine fiziki zarar veren askerler.
Zaten anlaşmışız. Ben “Washington’ı sevmiyorum” demişim. O bana “Ankara daha beter” demiş. Kese biçe gidiyoruz. Clarendon’daki şirketi Good Harbor’ın konferans salonunda baş başa konuşurken kalktı, tahtada, ders anlatır gibi bana teker teker bu dört alanı şemalarla açıklamaya başladı. “Peki” dedim bir yerde. “Şimdiye kadar kaç siber savaşa tanık oldu dünya?” “Dört” dedi: “İlki bundan beş yıl önce, 2007 nisanında Rusya’nın Estonya’ya düzenlediği siber saldırı. İkincisi, aynı yılın eylül ayında İsrail’in Suriye’nin nükleer tesislerine yaptığı hava operasyonu öncesi Suriye’nin savunma sistemlerini siber saldırıyla felç etmesi. Üçüncüsü, 2008 Osetya Savaşı’nda Rusya’nın Gürcistan’a yaptığı atak. Dördüncüsü, 2009’da kimliği belirsiz bir ülkenin Stuxnet yazılımıyla İran’ın nükleer tesislerini çökertmesi.”
50 küsur yıl öncenin İkinci Dalga feministleri meseleyi ele aldığında... O dönem her konudaki gibi hikâyeye en sert tondan girmişler tabii: “Çalışmayıp evde çocuk büyüten kadınlar hem kendilerine hem kadınlara ihanet ediyor.”
Şimdi o kadar bağırış yok. Ne kadar eksik olsa da, kadın, işdünyasında, toplumsal sahnede 1970’lere kıyasla daha önde çünkü. Ama tartışmanın bugüne nasıl uzandığına bakınca... Cinsel ayrımcılıktan öte artık mesele başka bir boyutta. Kadınların birçoğunun düşünüp fazla dillendirmediği bir tabu: “Çalışan anne mi daha iyi bir anne, yoksa gününü evde geçiren mi?”
“Annelik de başlı başına bir iş...” “Ev kadını olmak ne kadar ağır bir mesai gerektirir biliyor musun...” Bunlar sıkıcı bir tartışmanın çürütmesi zor klişe cümleleri. Hepsi kabul. Fakat bir uçta arkasında dadı ordusuyla gezen Angelina Jolie’yi... Diğer uçta hayatını bir politikacının eşi olmaya adamış Ann Romney gibileri çıkardığınızda... Çalışıp çalışmama arasında tercih hakkı olan ortalama bir anne için şu sorular, bu dönemin yeni puzzle’ı. 1970’lerin cinsel devriminden sonra 2000’lerdeki çocuk odaklı dünyanın yeni muamması. Cevap anahtarı var mı? Yok!.. Daha doğrusu kimse için kesin değil. Sadece isteyenlerin üzerinde düşünmesi için anne münazarası...
- İyi bir eğitim aldım. Elbette çalışacağım, ekonomik özgürlüğümü bırakmayacağım. Çocuğuma da ona ilgimi hissettirebilirim.
Bütün gün onunla evde vakit geçiriyorum. Seninkiyle benim ilgim nasıl aynı olur?
- Artık eskisi gibi değil. Erken yaşta okula başlamaları gerek. Niye evde seninle vakit geçirsin!
Ya o vakte kadar geçen süre? Dadılar, hastalık yaşadığı kreşler anneden daha mı iyi?
Geçen hafta çıkan Edward O. Wilson'ın yeni kitabı 'The Social Conquest of Earth' (Yeryüzünün Sosyal Fethi), insanların genlerin etkisiyle gruplarına nasıl bağlandıklarını anlatıyor. Ve gruplar arasında nasıl bir savaş döndüğünü...
Columbia'da oyun teorileri dersleri veren bir akademisyenle konuşuyoruz. "Bir gazeteci neden yalan yazmaz" dedi, "Nedir temel güdüsü?" Düşündüm. "Yazmamalı. Çünkü gazetecilerin etik değerleri vardır" gibi yavan bir cevap verdim. "Hayır, yetmez. Yalan yazmaması için özendirici bir durum olmalı" dedi. "Yazmaz, çünkü yalanı ortaya çıkarsa itibar kaybeder, bir daha okunmaz" dedim.
Hayata oyun teorisinin penceresinden bakan bir akademisyen için etik, ahlak, bunlar içi boş kavramlar. İnsan her zaman çıkarını kollar ve eğer etik davranmakta bir çıkarı yoksa da davranmaz. İdealist miyim? İdealizmin SWOT analizini yapar öyle idealist olurum.
İşte dünyanın insanlar arasındaki bu rasyonel ilişkiyle döndüğünü düşünen bilim insanlarının 30 küsur yıldır en nefret ettikleri adam yine çıktı. Ve rasyonel yok, genler var, diye 70'lerde yazdığı... Yüzlerce ödül ve iki Pulitzer kazandığı teorisini yeni kitabıyla sosyal bilimin birinci sayfasına tekrar taşıdı.
Wilson'ın meşhur karıncalarından çıkıyor iş. Bireyin her zaman kendi çıkarı doğrultusunda hareket etmesi beklenirken... Karıncalar kendi çıkarları aleyhine grubun yararına altruistik davranışlar geliştiriyorlar. Böylece belki kendileri zahmet yaşıyor. Ama ait oldukları grup bu sayede soyunu devam ettiriyor. Bir annenin doğurduğu çocuğa bakması gibi.
Rasyonel mi? Değil. Çünkü Wilson'a göre insanlarda da aynısına rastlanan bu davranış şekli, eski çağlardan bu yana süren alışkanlıkların evrim yoluyla genlerle bize kadar intikali aslında. Tehlikeli kaotik bir çevrede, bir araya geliyor... Bağ oluşturuyor... Rakip gruplara karşı kendilerini koruyorlar.
Grup olmayı beceremeyenler yok olup giderken diğerleri hayatta kalıyor ve sonrakilere onların genleri geçiyor. Sonra da iş bugüne kadar uzanıyor. Aşağı mahalledekiler, yukarı mahalledekiler... Fenerliler, Galatasaraylılar... Solcular, sağcılar...
Din arkaik bir tuzak
1-CHRYSLER'DEKİ AMERİKAN BAYRAĞI
21 Şubat 1980 akşamında, bir Pan American uçağı beni Ankara'nın kuzeyine bir saat uzaktaki Esenboğa Havalimanı'na indirdi. Amacım Başkan Jimmy Carter'ı 'memnun edecek' şekilde ABD'nin Türkiye Büyükelçiliği hizmetine başlamaktı. Ankara'ya doğru, Cadillac'lar yerine Carter Yönetimi'nin imaj va maliyet kaygısıyla seçtiği, Amerikan bayrağı dalgalanan bir Chrysler'de ilerliyorduk. Yardımcım Bob Dillon'dan bunun alışılmadık bir durum olduğunu öğrendim. Çünkü her zamankinden daha faal olan ve ağır silahlarla donanmış Türk sağcı ve solcu teröristlerin hedefi olmaktan kaçınıyorduk. Kançılaryamızın etrafındaki demir çitler, en son gördüğümden beri iki kat yükselmişti.
2-MÜDAHALE NE ZAMAN OLACAK
Soru, neyin ne zaman olacağıydı. Cevap da elbette daha önce 1960 ve 1971'de iki kez gerçekleşen askeri müdahaleydi. Türk askeriyle yakın çalışan Amerikan askerleri, ağızbirliği etmişcesine bunun mutlaka olacağını söylüyorlardı. “Neden” diye sorduğumda da, "Politikacıların bencillik ve verimsizliğine ayrıca kamu düzeninin bozulmasına daha fazla izin vermeyecekler" diyorlardı. Sonunda, önümüzdeki aylarda mutlaka bir müdahale olacağını anladık. Ancak Haziran, Temmuz ve Ağustos'ta Türkiye'de hiçbir önemli olay olmaz. Çünkü bütün önemli insanlar yazı geçirmek için Boğaz'a ve sahillere giderler. Ağustos başında Başbakan Demirel'e askeri müdahale bekleyip beklemediğini iki kere sorma şansım oldu. "İkisinde de hayır beklemiyorum" dedi.
3-11 EYLÜL ’DE OLACAĞINI O SUBAY SÖYLEMİŞTİ
11 Eylül 1980 günü, Amerikan Memur Eşleri Kulübü'nün bir yemeği vardı. Her şey normal görünüyordu. Yemekten ofise döndüğümde, personelimden genç bir Amerikan subayının beni beklediğini gördüm. Çok akıcı Türkçe konuşan, zeki, bilgisi ve görüşlerine çok saygı duyduğum biriydi. Washington'daki merkezine bir telgraf geçmek istiyordu çünkü o gece bir askeri müdahale olacağını öngörüyordu. Daha önce merkeze geçilen sorumsuz darbe haberlerinden sonra benimle kontrol etmek istemişlerdi. Genç subayın öngörüsünde iki gerekçesi vardı: Balgat'taki Amerikan Hava Kuvvetleri Üssü'nden dönerken şehre doğru yolun kenarına dizilen Türk tankları gördüğünü söyledi. İkincisi, 14 Eylül'e kadar ABD'de bazı görüşmeler yapması gereken bir Türk subay arkadaşının 10 Eylül'de Türkiye'ye dönmek için ısrarla kendisini aradığını söyledi. Türk subayı karısının bir ameliyatı olduğunu söylemiş. Ama o gün karşılaştıklarında ameliyatın bahsi bile açılmamış. Ben, "Halihazırda darbe beklendiğini rapor ettik. Bu gece olacak deriz olmaz itibarımızı riske atmayalım" dedim. O gece saat 03.00'te yardımcım Dick Boehm'in telefonuyla uyandığımda durumu öğrendim. Bir Türk generali, Askeri Yardım ve Eğitim Misyonu'nun başındaki bir generalimizi aramış ve saat 05.00'te ülkenin yönetimini ele alacaklarını söylemiş.
4-CIA YAPMADI PENTAGON OLMALI
Müdahalenin ertesi günü, şimdi (1984) yeni rejimin üst düzey bir yetkilisi olan eski bir arkadaşımla karşılaştım. Birçok üniformalı Türk'ün darbeyi CIA'nin yönettiğine inanmasının çok üzücü olduğunu anlatmaya başladı. Tam dediklerine inanmaya başlamıştım ki, arkamdan bana vurdu ve suratında bir gülümsemeyle "Tabii ki CIA yapmadı. Müdahale başarılı oldu. O yüzden mutlaka Pentagon olmalı" dedi. Hükümet değişmişti ama Türklerin mizah anlayışı değişmemişti.
Tartışıyorlar. Sonra da tek kurşunla çocuğu vuruyor. Şimdi de serbest. Şubatta Florida'da yaşanan olayı çoğunuz duydunuz ama bugün adalet ve hukuk konusunda dünyanın her yerinde derin tartışmaların olduğu bir dönem, Trayvon Martin olayının karşımızdaki sistemin nasıl ikiyüzlü, kayırmacı, kıpkırmızı haksızlık üretebilen bir düzen olduğunu kanıtlayan kusursuz bir örnek olduğunu düşünüyorum. Önce avukat savunmaları ve ifadelere göre iki tarafın gözünden olayı anlatacağım. Sonra da adalet tanrıçası Themis'in aslında terazisi hileli, gözleri açık, kılıç yerine nalıncı keseri taşıyan bir ucube olduğunu ispatlamaya çalışacağım
ÖLENİN GÖZÜNDEN
Okuldan aldığı üçüncü tart. En son çantasından marijuana kırıntıları çıkınca 10 gün uzaklaştırdılar. Miami'deki annesi de onu babasının Orlando'daki evine yolladı. Trayvon Martin, 17 yaşında bir lise öğrencisi. 26 Şubat gecesi evde NBA All Star maçını seyrediyordu. Maçta devre olunca aşağı yukarı 19.00 gibi dışarı çıktı. Yakındaki markete bonibon ve buzlu çay almaya gitti. 7-Eleven'dan elindeki poşette Skittles şekeri ve Arizona çayıyla ayrıldı. Eve doğru yürümeye başladı. Cebinde 22 dolar ve cep telefonu vardı. 19.12'de kız arkadaşı aradı. Kulaklığını takıp bir yandan yürüyor bir yandan onunla konuşuyordu. Eve yaklaştığı sırada bir terslik hissetti. Kız arkadaşına, "Biri beni takip ediyor, kapüşonumu takacağım" dedi. Kız arkadaşı hızlı davranmasını istedi. "Koş" dedi. Trayvon önce, "Hayır koşmayacağım" dedi. Sonra koşmaya başladı. Adam gözden kayboldu. Fakat sonra birden tekrar belirdi. Trayvon'ın karşısına çıktı. Trayvon, "Beni neden takip ediyorsun" dedi. Adam, "Sen burada ne yapıyorsun" diye karşılık verdi. İtişme başladı. Bu sırada telefon kesildi. Gürültüleri duyan sitedekilerden biri pencereden baktığında da, karanlıkta iki kişinin boğuştuğunu gördü. Biri, "Yardım edin" diye bağırdı. Ardından da tek el bir silah sesi. Kız arkadaşının telefonundan beş dakika sonra olay yerine polis geldi. Yerde Trayvon'ın cansız bedenini buldu. 19.30'da Trayvon'ın öldüğü tespit edildi. Morga kaldırıldı. Deftere John Doe (kimliği belirsiz) olarak kaydedildi.
ÖLDÜRENİN GÖZÜNDEN
28 yaşında. Ceza hukuku eğitimi almış. Anneden yarı Perulu, babadan Beyaz Amerikalı. George Zimmerman'ın işi sigortacılık ama sitenin 'Mahalle Gözetleme' servisine gönüllü olup, 9 mm'lik silahıyla o gece de daha önce olduğu gibi etrafta bekçilik yapıyordu. Kapüşon takmış, eli kemerinde birini gördü. Şüphelendi. Yağmura rağmen yavaş yavaş yürüyüp evlere baktığını fark etti. Daha önce tam 45 kez yaptığı gibi yine 911'i aradı. 46'ıncı kez. Ve "Bir hırsız gördüm" dedi. 911'deki memur durumu anlamaya çalışıp sorular sormaya başladı. "Bu aşağılık herifler her zaman kaçıyorlar" dedi. Memur, "Takip ediyor musunuz" diye sordu. Zimmerman, "Evet" dedi. Memur, "Bunu yapmanızı istmiyoruz. Bir ekip gelecek, sitenin giriş kapısında onlarla buluşun" dedi. Telefonu kapattı. Jipine doğru yürümeye başladığı sırada, arkadan Trayvon saldırdı. Zimmerman'ı altına alıp yumruklamaya başladı. Burnu kırıldı. Boğuşma sırasında da kendini savunmak için silahını ateşledi ve Trayvon'ı göğsünden tek kurşunla vurdu.
SONUÇ
* Şerif hiçbir araştırmaya gerek görmedi. "Serbest kalsın" dedi Zimmerman için. Gerekçesi de Florida'nın meşhur meşru müdafaa yasası oldu. Ortada yitirilmiş bir insan hayatı varken, araştırılmayı hak eden daha önemli ne var acaba!
* Gözler kapalı öyle mi! Zimmerman'ın babasının emekli yargıç olduğu ortaya çıktı. Şerif de mahalle gözetmenliği için kendilerinden eğitim alan Zimmerman'ın yasalara saygılı biri olduğunu söyleyip kefil oldu.
İşte New York Times'ın eylülde başlayan yeni Genel Yayın Yönetmeni Jill Abramson (58) ile biraz da bu yüzden konuştum. Hem gazete hikâyelerini artık daha çok okuduğunuz için. Hem de, asıl önemlisi, Abramson gazete tarihinde bu göreve atanan ilk kadın olduğundan. İşin önce sosyal yanıyla başlayacağız. Kadınların halen en çok ayrımcılığa uğradığı alanlardan medyada Abramson'ın umut veren başarısıyla... Sonra gazetedeki hedefleriyle devam edeceğiz.
New York Times’ın kuruluşundan 160 yıl sonra ilk kadın genel yayın yönetmenisiniz. Bu sizin için ne anlama geliyor?
- İlk kadın genel yayın yönetmeni olmak benim için inanılmayacak kadar önemli ve anlamlı. Yazı işlerine böylesine zorlu bir dönemde liderlik etmek harika ve heyecan verici bir fırsat. Ama bu özellikle anlamlı çünkü çok iyi bir iş çıkarmak ve iyi bir lider olmak istiyorum. Bu göreve bir kadının gelmesinden doğan yüksek beklentileri karşılamak istiyorum.
Sizce neden böyle bir atama için 160 yıl geçmesi gerekti?
- Niye olduğunu söyleyemem çünkü genel yayın yönetmeninin belirlenme faslına daha önce dahil olmadım. Ancak bu göreve getirilecek kişiler liginde, deneyim ve muhakeme açısından çok güçlü kadınların olduğu bir insan kaynağı oluşması gerekir. Times’ın yazı işlerinde harika kadınlar vardı. CEO’muz kadındı. Ekonomi bölümündeki meslektaşlarım kadındı. 160 yıl çok uzun bir süre gibi görünebilir. Ama her şeyin bir zamanı var. Ve asıl önemli olan şu: Bu yazı işlerinin her seviyede harika kadınlarla zenginleşmesi ve benim son kadın genel yayın yönetmeni olmamam.
Hillary Clinton 2008’de Demokratlar'ın başkan adaylığı için yarışırken yazarınız Maureen Dowd, “Hillary kaybetti çünkü kadınlara karşı ayrımcılık diğer ayrımcılıklardan daha güçlü” diye bir yazı yazmıştı. Buna katılıyor musunuz?
- Tarih bu açıdan hep iniş çıkışlarla dolu. Bazen iki adım ileri gidiyorsunuz, sonra da bir adım geri. Örneğin 1992 politikada kadının yılıydı. Çünkü o yıl sanırım altı kadın birden Amerikan Senatosu’na seçilmişti. Maureen’e katılıyorum. O, Times’taydı, ben Wall Street Journal’daydım. Yüksek Mahkeme Yargıcı Clarence Thomas’ın atama duruşmalarında da karşılıklı oturuyorduk. Ve Maureen, o dönem, erkeklerle dolu Senato Hukuk Komitesi’nin Thomas hakkındaki cinsel istismar suçlamalarını nasıl göz ardı ettiğini anlattığı, zeka dolu, o unutulmaz birinci sayfa hikâyesini yazdı. Maureen, siyasi yaşam ve cinsiyet konusunda aramızdaki en keskin ve parlak gözlemcilerinden biri. Ancak, bu konuda tekrar ilerleme evresinin başlayacağı konusunda ümitliyim.
Görevi eylülde devraldınız. O zaman öncelikleriniz neydi ve şimdi kendinizi nerede görüyorsunuz?
Hafta içi Goldman Sachs'ın Londra ofisinde çalışan 33 yaşındaki yöneticisi Greg Smith, şirketten istifa etti. Ama şöyle ayrıldı. Önce New York Times'a bir yazı yolladı: "Şirketim raydan çıktı, açgözlülük doruğa ulaştı, kimsenin müşterileri düşündüğü yok." Yazının internete konulmasından tam 15 dakika önce de patronuna istifa mektubunu yolladı. İşte bu yazı, Smith olayından yola çıkarak, plaza insanlarının iş ahlakını ele alma çabası. Beyaz yakalı için bir ontoloji denemesi...
* ZAMAN UZUN MU Önce şunu soralım. Bir şirkete girdiniz, çalışmaya başladınız. Greg Smith'inki gibi bir çıkış yapmak için ne kadar süre geçmesi gerekir? Biri demiş ki, "Orada 12 yıldır çalışıyor, yeni mi aklı başına geldi". Mazeret belki şu olabilir. Eskiden alt seviyelerdeydiniz haberiniz olmuyordu. Ya da uyardınız, düzelmesini beklediniz, olmadı. Smith'e göreyse sebep zaman içinde yozlaşma. "Eskiden böyle değildi, son dönem bozuldu" argümanı. Makul mu? İşin sonucuna bakınca sonuna kadar.
* BİR YASADIŞILIK YOK Peki sonuç ne? Smith'in yazısını okuyun. İçinde şirkete yönelik tek bir yasadışılık suçlaması yok. Eleştirilen, şirketin prensipleri. "Son 12 ay içinde kendi müşterisine 'kukla' diyen beş farklı direktör gördüm" diyor. Goldman'ın daha çok para kazanması için müşterilere kötü tavsiyelerde bulunuluyor. Ve 143 yılda kurulan müşteriyle güven ilişkisinin yok edildiğini savunuyor. Yasadışı işleri faş eden bir ıslıkçı (whistleblower) gibi değil yani... İstisnasız bütün beyaz yakalıları ilgilendiren bir iş ahlakı tartışması bu.
* CESARET İSTER Tartışmayı başlatan beyaz yakalının profiline bakalım. Bir komedyen tweet atmış, "Duydunuz mu, Somalili korsanlar Goldman'dan istifa etmiş" diyor... Suç ortağı görüyor. İsterseniz gazeteci fesatlığı deyin. Ben de Smith'in yazısını okurken işin biraz kişisel promosyona kaçtığı duygusuna kapıldım. "Bana eski kafalı deyin ama ben müşterilerime onlar için yanlış olacak bir ürün satmaktan hoşlanmıyorum" gibi cümleler var. Şunu mu bekliyor? "Güzel. İstifa ettin. Namuslusun. E madem bir şirket kur, biz de paralarımızı Goldman'dan alıp sana yatıralım". Tüm bunları düşününce de sanırım şunu kabul etmek gerekiyor. Çok cesur. Çünkü o yazıyı yazdıktan sonra bunlarla karşılaşacağını tahmin edecek kadar zeki.
* AHLAK TERBİYESİ İşin ontoloji kısmına gelirsek... Smith mektubu ve benzeri olayların iş dünyasında yeni bir dönemin işareti olduğuna inanıyorum ben. İş ahlakının her geçen gün daha öne çıkacağı hissi. Şundan... Diyelim aile ıskaladı. Öyle okullara gittiniz ki, toplumsal değerler üzerine durup biraz olsun düşünme alışkanlığını orada da edinmediniz. Hepsinden sıyrılsanız bile Facebook'un, Twitter'ın elinden kurtulmanız mümkün değil. Örneğin Ekşi Sözlük de bu türden bir örnek. Beğenin beğenmeyin, o platform bir kuşağı terbiye etti. Yorumlar haksızlık bile içerse, orada yazı yazan, okuyanlar toplum ve ahlak anlayışı üzerine hiç değilse oturup kafa yordular, birbirlerine karşı da acımasız olduklarından, kendileri için gardını almış, üzerine düşünülmüş bir değer anlayışı yarattılar. Smith gibilerin çıkışlarında da, bu anlamda benzer bir işlev gören sosyal medyanın büyük payı var.
* ŞİRKETİN SUÇU NE Peki "Goldman'ın suçu ne, bütün şirketler böyle" diyorsanız da... Orası öyle. Ama kusura bakmayın, Goldman için üzülecek bir durumum da yok. Yeniler için şaşmaz kuraldır. Başta işle ilgili en büyük sohbet konusu 'Oyunun Sonu' (Margin Call, 2011) filmindeki çömez gibi yöneticilerin maaşıdır. Şu müdür kaç kazanıyor, bilmem kim ne alıyor vesaire... Smith'in yıllık kazancıysa 500 bin dolarmış. Size çok gelebilir ama emsallerine göre değil. O zaman şunu demek lazım belki. Tüm kötü kalpliliğimle... Eğer vampirleşeceksen, çalışanlarına da çok vereceksin ki, New York Times'a yazı yazmasınlar...
* POPÜLERLİK ÖNEMLİ Hele Goldman gibi bilinen bir şirketsen haydi haydi. Olaydan sonra şirketin kağıtları yüzde 4 değer kaybetti. Niye? Çünkü Smith doğru yerden çıkış aldı. Çünkü toplumsal bilinç yerinde bile olsa... Sosyal medya harıl harıl çalışsa da... Goldman aynı zamanda insanların ilgisini çekecek belki de en doğru yerdi.
* SONUÇ