6 Aralık 2008
Gözlerinin içi gülen genç bir adam... Zeká ve yetenek dolu güzel gözlerinde hep ışık var çünkü. Bunu her yerde fark ediyorsunuz. İster sahnede çalarken, ister bir dost meclisinde muhabbette, ister ağabey yerine koyduğu birine gösterdiği saygıda ve nezakette; o ışık hep var. Hiçbir şeyi ciddiye almıyor gibi görünen o hoyratlığının altında çok duygusal bir adam. Güzel gülümsemesinden kimseleri mahrum etmeyen, sarıldı mı adam gibi sarılan, samimi, afra tafrası olmayan Serhan...
Yirmi altı yıllık yaşamına bir müzisyen olarak bir dolu başarı iliklemiş, emin olun daha da çok ilikleyecek büyük potansiyeli olan bir fidan...
İnsanın aklı almıyor, böyle bir gidiş insanda akıl bırakmıyor.
Burada onu çok seven bir ağabeyi olarak öfkemi kontrol etmem lazım. Serhan’ın aramızdan ayrılışına neden olma ihtimali olan ihmallerden, akabinde yapılan akıl almaz açıklamalardan, kimi meslektaşlarımın konuya yaklaşım biçimlerindeki hastalıklı ruh halinden falan hiç söz etmeyeceğim. Kardeşim Serhan geçtiğimiz çarşamba aramızdan ayrıldı. Hastanede onca seveniyle yüzümdeki umut ifadesini bir an olsun yitirmeden beklerken, benim ağabeyim, Serhan’ın babası Burhan Şeşen’in metanetiyle avunup bir kez daha düşündüm Serhan’ı ve güzel insan olmanın ne demek olduğunu.
Kötü haberi aldıktan sonra da, yirmi altı yıl değil yüz yıl yaşayıp geride kalanların kalbinde Serhan’ın zerresi kadar yer tutamayacak diğer insanları düşündüm. Burhan Ağabey’i, Serhan’ın annesini, birçoğu benim de dostum olan dostlarını, umudumuzu, çaresizliği, her şeyi düşündüm. Emin olun biz fiziksel olarak Serhan’ı bir daha göremeyecek olsak da bu dünyada insan diye yaşayan kimilerinden daha güzel yaşayacak aramızda.
Bir Nil Karaibrahimgil konserinde, Uludağ’da tanıştığım güzel gözlü arkadaşım Serhan, o bahsettiğin grupların albümlerini verecektin bana. Hálá bekliyorum, lütfen unutma...
Ipod kuşağını musikiyle tanıştırmak
Türk Sanat Müziği’nin efsane isimlerinden Zekai Tunca’nın üç önemli çalışması CD formatında yayınlandı. Tanrım, Seni Aşksız Bırakmam ile Zil, Şal ve Gül albümleri; musikişinaslar için sanırım zaten tarif gerektirmiyor. Keza Gönül Akkor’un Ölüyorum Kederimden adlı çalışması da öyle. Türk Sanat Müziği’ni geçmişte kalmış, modası geçmiş, babaannelerin dinlediği bir müzik türü olarak gören genç müzikseverleri bir biçimde uyandırmak lazım konuya.
Evet, yeni prodüksiyon maliyetlerinin altına giremeyen müzik şirketlerinin, yatırım gerektirmeyen klasiklerden medet ummasında ayıplanacak bir şey yok.
Ancak öte taraftan bu işler sadece arşivcilerin ilgisini çeken koleksiyon ürünleri olarak kalmamalı. Belkıs Özener örneğinde olduğu gibi, Zekai Tunca, Gönül Akkor gibi efsaneleri medyanın da gündemine alacak tanıtım projeleri geliştirmeli diye düşünüyorum. Maalesef bu büyük eserleri ipod kuşağıyla tanıştırmanın, meyhanedeki müzisyenlere eşlik ederken sözlerini kafadan atarak söyledikleri şarkıların usulünce nasıl söylendiğini göstermenin zamanı geldi, geçiyor. Bunun adı eski kafalılık değil, olsa olsa kadirbilirlik, geleneğini anlamak çabası.
Yazının Devamını Oku 29 Kasım 2008
Bundan yirmi beş sene önce, telif, meslek örgütü gibi kavramlara uzak olduğumuz dönemde, müzik dükkanları vardı. O müzik dükkanlarında yasal, Unkapanı menşeili kasetler ve plaklar satıldığı gibi, karışık kasetler çekilirdi talebe göre. Yani bir compilation (toplama) albüm sahibi olmak için, içeriği başkaları tarafından belirlenmiş ve yasal bir kasetin piyasaya çıkmasını beklemezdiniz. Kendi listenizi oluşturur, mahallenizdeki müzik dükkanına götürür, hangi kalitede kasete kayıt yapılacağını belirler, sonra beklemeye koyulurdunuz. Acaba seçtiğim şarkıların hepsini bulabilecek mi, bulamazsa yerine hangi şarkıyı koyacak diye düşünüp heyecanlanırdınız bir hafta on gün boyunca. Eğer karışık kaset çektirmek kesenize uymuyorsa bir yöntem de Hey Dergisi’nin haftalık olarak yayınladığı radyo program listelerini takip etmekti. O listelerden, FM bandında yayın yapan TRT3 ve Polis Radyosu’nun programlarında hangi şarkıların çalınacağı öğrenilir, sonra müzik setlerinin başında, eller kayıt tuşunda beklenir, ev yapımı karışık kasetler üretilirdi. Orada da en büyük sorun, sunucunun, şarkı fade-out (ses azalarak) biterken araya girmesiydi. Bu nedenle en makbul sunucu (ki o zaman DJ demiyoruz henüz, dikkat edin), şarkı bittikten sonra konuşmaya başlayan sunucuydu. Radyo programcılığının efsane isimleri Sebla Özveren, Yavuz Aydar, Aykut Sporel, Şener Yıldız ve ismini saymayı unuttuğum diğer ustalar sayesinde ne kasetler yaptık kendimize.
Derken, bir dönem kapandı. Telif haklarının yasallaşma süreci, meslek örgütlerinin kuruluşu ile birlikte mahallelerdeki müzik dükkanları birer ikişer tarih oldu. İşte ondan sonra prodüktör firmaların can simidi oldu toplama albümler. Seri halinde yayınlanan ve sıklıkla yanına bir medya sponsoru alarak kotarılan bu albümler, yüz binlerle ifade edilen satış rakamlarına ulaştı. Prodüksiyon maliyeti çok düşük olan ve tanıtım maliyeti de albümün ismini kendilerine vermek suretiyle medya sponsorlarına yüklenen toplamalar uzunca bir dönem prodüktör şirketlerin baş tacıydı.
Ta ki, internet üzerinden paylaşım çıkıp da mertlik bozulana kadar... İş bugün öyle bir noktaya geldi ki, artık kimsenin 10-15 şarkıdan oluşan CD satın almasına gerek yok. İstediğini indiriyorsun, mp3 çalarında dinliyorsun. Bir mp3 çalar; 20 bin şarkılık bir compilation’a dönüştü. Büyük konfor. Artık müzik dükkanlarında kendimize kaset çektirdiğimiz günlerden bile daha özgürüz. Ama o günlerdeki kadar mutlu ve heyecanlı mıyız, bunun kararını o yılları yaşamış akranlarıma bırakıyorum.
Peki bugün prodüktör şirketlerin toplama albümlerden para kazanmasının imkanı yok mu artık? Var elbette. Kazanan da kazanıyor zaten. Ossi Müzik’in, Odeon Plak’ın yetmişlerin Türkçe kırkbeşlikleri’ni bugünün tüketicisiyle buluşturan nostaljik toplamaları buna güzel bir örnek. Doublemoon’un yaptığı güzel işler var sonra...
Son dönemde bu anlamda yaptıkları akıllıca işleri takip ettiğim ve yazdığım Artist Müzik de bu şirketlerden biri. Daha önce Taxim Beyoğlu ve Nişantaşı toplamalarından övgüyle söz ettiğim Artist Müzik’in iki toplaması şu anda D&R’da en çok satanlar listesinin bir ve ikinci sırasını paylaşıyor. Listenin birinci sırasında 5 albümden oluşan bir set "Pazar Sabahı Klasikleri" var. Klasik müziğin 30 büyük bestecisinin 70 önemli eserini içeren toplamanın verdiği en önemli ders, müzik marketlerin indirim raflarında tozlanan klasik müzik CD’lerinin doğru sunumla nasıl en çok satan toplamalar haline gelebildiğine dair. CD’nin kapağında iştah kabartan iki yumurta ve TRT 1 zamanlarının Walt Disney filmi sonrası Pazar Konseri’ne gönderme yapan bir isim, uygun bir fiyat...
İkinci sırada ise "Those Were The Days" adlı toplama var. 1950-1980 arasında efsane olmuş yabancı hit’leri içeriyor. Aralarında zamanında Türkçe söylenmiş ve popüler olmuş birçok şarkı da var. Ne sattığın kadar nasıl ve nerede sattığın da önemli. Konsept ve çağrışım güzel olunca, D&R’ın da yetişkin bir tüketiciye hitap ettiği düşünülünce doğru sunum başarıyı getiriyor.
Yazının Devamını Oku 15 Kasım 2008
Geçtiğimiz hafta Hadise ile ilgili yazımı teslim ettikten hemen sonra Eurovision’da Türkiye adına yarışacağını öğrendim. TRT’nin seçimi bence son derece doğru. Aslına bakarsınız, bu Eurovision denen organizasyonu hálá ciddiye aldığım için bir miktar sıkıntı çekmiyor değilim. Öte yandan Hadise’nin potansiyelini gösterebileceği bir platform olduğu da bir gerçek. Belçika’da başlayıp Türkiye’de devam eden kariyerinin 200-300 kişilik gece kulüplerinde sahne almakla sınırlı kalmaması gerekiyor çünkü.
Geçen haftaki yazımı okuyanlar hatırlayacaktır. Meselenin Hadise’nin Türkiye’de kaç sattığı değil, prodüktör ve menajerin o potansiyel kariyeri nasıl planladığı olduğundan söz ettim özetle. Hadise’yi; doğru strateji geliştirildiği takdirde, (bundan sonraki albümler için söylüyorum) Türkiye’nin potansiyeli çok yüksek bir star adayı olarak görüyorum. Hatta daha da ileri gideyim, yurtdışında başarılı olması da duruşu ve özellikleri itibariyle inanın Tarkan’dan daha kolay. Hadise’nin kariyeri ile ilgili küçük düşünmemek gerek.
Yazımdan hemen sonra Hadise’nin prodüktörü Murat Doğan ve menajeri Süheyl Atay’la konu üzerine uzun uzun konuştuk. Murat Doğan, Hadise’nin potansiyelinin farkında olduklarını ve bu gibi projeleri hak ettikleri noktaya taşımak için yeni bir yapılanmaya yöneldiklerini söyledi. Murat Doğan’ın yöneticisi olduğu Pasaj Müzik’in yakın gelecekte yeni bir şirket kurmayı hedeflediğini, bu şirketin uzun vadeli sponsor evlilikleri yaparak Hadise, Öykü Berk gibi yeni sanatçılarının dışında Asfalt Dünya, Gökçe, Malt gibi eski ve proje olarak bir miktar yalnız bırakılmış Pasaj Müzik sanatçılarını da konser potansiyellerine ulaştıracağını umduğunu anlattı. Daha da güzeli bu şirket, sadece Pasaj Müzik sanatçılarının konser satışını yapmayacak. Başka şirketlere bağlı sanatçıların da anlaşma imzalayabileceği bağımsız bir yapı olacak. Batıdaki örnekleri gibi...
Hadise’nin menajeri Süheyl Atay ise size yabancı biri değil aslında. Türkiye’nin belki de en önemli pop star projesi olan Tarkan’ın kariyerinin 10 küsur yıllık bir döneminde, hemen her aşamada yanındaydı. Adı hep Tarkan’ın avukatı olarak geçti ama Tarkan’ın kariyeri ile ilgili önemli dönemeçlerde kilit adamdı. Süheyl Atay’a göre Hadise’nin Belçika’da başlayan kariyeri, oradaki menajeri tarafından doğru yönetilememiş bir kariyer. Bundan sonrası için çok daha büyük düşündüklerini söylüyor. Ve şöyle devam ediyor: "Hedeflerimizden ilki, Hadise’nin hayran kitlesinin ’Hadise Eurovision’a’ talebini Hadise’nin ağzından TRT’ye iletmekti. Bu yıl bu hedefe ulaştık. Ama Eurovision Hadise’nin kariyerinde bir son nokta değil kuşkusuz. Biz 5 yıllık bir plan ve program sonucunda seslerinin, yeteneklerinin ve sahne performanslarının hiç de Hadise’den üstün olmadığına inandığımız uluslararası starlarla yarışırken hayal ediyoruz Hadise’yi. Ayrıca, İngilizce şarkı söylemekte hiçbir sorun yaşamamasına karşın Hadise’nin Türkçe şarkı da söylemesi gerektiğine inanıyoruz. Tarkan’la olan tecrübemden çok iyi biliyorum ki, Türkçe’nin o dili anlamayanların üzerinde yarattığı müzikal duygu büyülü bir şey..."
Geçen haftaki yazıma "Bir Hadise yaratmak" başlığını atmıştım. O Hadise’yi yaratmak için yapılacak şeyler belli. Aklın yolunun bir olduğunu da görüyorum. Öte yandan bu güzel hayalleri gerçekleştirmek, o potansiyellere ulaşmanın da yürütmesi kolay bir peynir gemisi olmadığını biliyorum. Şimdilik Hadise’nin kurmaylarıyla aynı fikirde olduğum için sevinmekle yetinip, huzurlarınızdan ayrılıyorum.
Yazının Devamını Oku 8 Kasım 2008
Hadise’yi gördüğüm ilk günü hatırlıyorum. Benim diyen ádemoğlunu etkileyecek bir kadın. Hadise, o ara talk show’dan magazin programına koşar adım ilerliyor. Bir de, fazlasıyla burnu büyük bir hali var. Yani futbol hayatı nispeten bitmiş Roberto Carlos misali; Jennifer Lopez’i, Shakira’yı Fenerbahçe’ye almışız gibi; bize bir lütuf sanki...
Açıkça da söyleyeyim; Hadise’nin yaptığı işin bu coğrafya içinde tutma ihtimalinin yüksek olduğuna daha ilk dinlediğimde inandım. Yakın Avrupa’da Hadise kıvamında işler çıkartan tonla benzerinden de; bu toprakların beğenisi esas alındığında çok daha iyi, orası tartışma götürmez.
Ama işte gurbetçi duygusallığı mıdır, bu memleketin gerçeklerini şaşı okuma mıdır, prodüktör gazı mıdır; teşhis koymak bana düşmez de, bir şey var beni huzursuz eden.
Önceleri, "Ben yurtdışında bu işi becerdim zaten" diyen bir strateji yürüttü. Sonra baktı ki burada başka bir ekmek var, derhal raya girdi. Şimdilerde Sezen Aksu’nun da şarkı verdiği bir albüm sahibi Hadise.
Albümünü dinlediğimi ve kendi evreni içinde değerlendiğimde son derece başarılı bulduğumu itiraf etmek isterim. Az önce de söylemeye çalıştığım gibi Avrupa kökenli pop kriterleri esas alındığında benzerlerinden hiç de aşağı kalmayacak bir sound, bir sunum.
Lakin... Hadise’nin albümünü Türkiye’de çıkartmakla ilgili ticari stratejisi olan bir prodüktörün bu memlekete münhasır kaygıları da olmalı.
Tersten başlayayım; Hadise burada niye satmaz biliyor musunuz?
Çünkü Hadise’miz; MTV jenerasyonu referans alındığında çabuk tüketilir dans müziği yapmaktadır bir yandan. Öte yandan bunu Türkiyelileştirmeyi de başarmıştır sound itibariyle.
Ve fakat burada bu işin alıcısı yoktur. Bu yapılan işe ne Portecho’ydu, Bedük’tü elektro pop dinleyen kardeşler sahip çıkar, ne de Reina, Sapphire gibi pahalı kulüplerde gelecek hesabın hesabını yapmayanlar. Özetle kimselerde gidip Hadise albümünü arşive katma heyecanı olmaz.
Peki, ne olur? Madem bu hanımefendi böyle güzel bir damar yakalamış, bu nasıl paraya çevrilir?
Kimseyi yermeye çalışmıyorum ama ben olsam, hele bir de sektörün açmazlarını, Hadise’den bağımsız gözetecek olsam, çok yönlü bir anlaşma yapardım kendisiyle.
Çünkü Hadise’nin işinden para kazanmak istiyorsan, diğer bir deyişle Bulgaristan’da yetişmiş Türk kökenli halterci misali hazırlopa konmuşsan, uzun vadeli başarı için emek lazım, strateji lazım.
Prodüktör şirket olarak bu projeyi sahne işleri ile birlikte bağlayamıyorsan, "Yahu bu kadar magazin malzemesi, fena da iş değil, bak koca Turkcell bile sponsor oldu, niye satmıyor ki bu" diye Agop’un kazı gibi düşünüyorsan, para kaybetmeye eninde sonunda mahkumsun.
Hadise’nin sınır ötesi bağlantılarını bilmem ama, kendisinin albüm satışından burada medet ummak beyhude bir çaba; orası kesin. Kaç satmıştır, ne yapmıştır bilmiyorum. Fakat o yüksek bütçeli klipler, o Sezen’li şarkılar falan düşünülünce, ezberini bozma cesareti olmayan bir prodüktörü ticari anlamda tatmin etmesi bana göre mümkün değil.
Kafaların değişmesi de zor. Değiştiremeyenlerin akıbetini beraberce göreceğiz. Keşke Hadise, o "Avrupalı" duruşuyla kendi kariyerini kendi yönetme konusunda daha ısrarcı olsaydı. Keşke burada gördüğü iki güleryüz, iki tatlı dile kanmasaydı da, sonra biz sıraya girseydik kendisine bir konser verdirebilmek için o pahalı kulüplerde.
Bir anlasak... İş artık zaten Hadise kaç sattı meselesi değil, bir hadise yaratabilmek meselesi.
AC/DC Coliseum’a adını yazdırdı
35 yıllık efsane rock grubu AC/DC, son albümü Black Ice’ı sonunda tüm dünyada yayınladı. 6 Kasım’da Türkiye’de Sony BMG tarafından çıkarılan albüm, tüm dünyayı tabiri caizse salladı. Sadece Kanada’da 5 platinyum plak sınırını aşan Black Ice, ABD, İngiltere, Almanya, Japonya, İtalya’nın da içinde bulunduğu 29 ülkede listelerde ilk sıraya yerleşti.
Bunlar uzun süredir patlama hazırlığında olan gruptan beklenen bir başarıydı zaten, fakat plak firmaları onları tarihe yazmak için farklı yollara başvurdu. Sony BMG albümün reklamını yapabilmek için dünyanın en önemli tarihi binalarına AC/DC logolarını yerleştirdi. Örneğin Roma’da ünlü Coliseum binasına koskoca bir AC/DC logosu yansıtıldı. Kanada’da ise 553.33 metrelik dünyanın en yüksek binası ünvanına sahip CN Towers’ta da AC/DC logosu bir bayrakla dalgalanıyor. CN Towers’ta daha önce böyle bir reklam yapılmadığını bunun bir ilk olduğunu da ekleyen yetkililer, Almanya için daha kışkırtıcı bir yöntem bulmuşlar. Almanya’daki Black Ice tanıtım gecesinde buzdan AC/DC logoları tasarlandı ve bunları siyaha boyanmış üstsüz mankenler tanıttı.
Yunanistan’da uygulanan reklam kampanyası ise ülkemize en uygun olanı. Sokakta çöp kutuları ve duvarlar gibi her gördükleri yere AC/DC logosunun ortasındaki şimşek işaretini stensil spreyle boyadılar.
Bu aralar ünlüler de AC/DC’ye göndermeler yapıyor. Quentin Tarantino, AC/DC logosuna gönderme yapan bir tişörtle bir film galasına katıldı. Manken Gisele Bündchen ve Britney Spears da üstünde grubun tişörtüyle birkaç kez görüntülendi.
Yazının Devamını Oku 1 Kasım 2008
İlhan İrem, Türk popüler müzik tarihi içindeki en ilginç motiflerden biri. Bundan 35 yıl önce başladığı müzik yolculuğu sırasında hem iç dünyası hem de dünya meseleleri ile ilgili yaptığı mesai sonucunda bir İrem felsefesi yarattığı apaçık. Bu mesajı bize ulaştırmak için kullandığı müziğinin yanı sıra kitaplar yazan İrem, öte yandan bir başka ders de veriyor. Bunca yıl içinde ben İlhan İrem’in bir televizyon programına konuk olup meramını anlatmaya çalıştığını görmedim. Popüler olmaya çalıştığını da hiç sanmıyorum. Bilakis bundan kaçtığına eminim. Çok uzun zamandır sadece şarkıları, kitapları ile yaşıyor. Ne söylüyorsa onu söylüyor. Az da olsa verdiği konserlerde sevenleriyle buluşuyor. Hatırlayacaksınız son konserini de 16 Ağustos’ta Rumeli Hisarı’nda verdi. Simsiyah kostümüyle ellerini iki yana açarak "ışık ve sevgiyle" selamladı hayranlarını.
Birçok kişinin amiyane tabirle İrem’in "sıyırdığını" düşündüğünü biliyorum. Şarkılarında, kitaplarında kullandığı ağdalı dili hiç anlamayan, deli saçması olarak görenler de var elbet. Konserlerindeki atmosferi; İrem’in sevenleriyle arasındaki bağı algılayamayan, tuhaf bulan, hatta bıyık altından gülen gazeteci arkadaşlarım da var.
Bu tip yaklaşımlara en güzel yanıt yine İlhan İrem’den geliyor: "Bazıları için hiç olmayan, bazıları içinse hiç ölmeyen güzellikler anlatıyorum."
İç dünyası zengin, insan sevgisini esas almış çağdaş bir ozan İlhan İrem aslında. Ne mevcut pop yıldızı terazisinde tartabilirsiniz, ne de en küçük bir reklam kaygısı olmadan 35 yıl içinde sevenleri için nasıl olup da böyle büyük bir efsaneye dönüştüğünü anlayabilirsiniz, merak edip sorgulamadan.
İrem’in belki de mevcut halimize koyduğu en doğru teşhislerden biri beni epeyce düşündürmüştü. Diyor ki usta: "Popüler müzik de sanat eseri olmalı... İyi bir kitap, iyi bir film, güzel bir resim sergisi insana bir şeyler katar. İşte pop müzik bu işlevini yitirdi..."
Popüler olanın sanatsal olamayacağı; saman alevi, sabun köpüğü olma zorunluluğu varmış gibi ne zaman kötü ve ticari bir işle karşılaşsak bu klişeye sığınmıyor muyuz? Yani kaliteli ve sanatsal bir şey yaptığınızda insanlar bunu anlamaz. Dolayısıyla o ürün ticari ve popüler olamaz. Oysa gün gibi ortada ki, neyin popüler olacağını belirleyen yine o yemeği sunanlar. Bu televizyon için de böyle, edebiyat için de, müzik için de. Yozlaşma böyle başlıyor işte. Ondan sonra koca bir endüstri çökerken öyle kenara geçip seyretmek durumunda kalıyorsunuz. Yapılan işin kendisi neyse tüketicisi de o. Yapılan işle tüketicisinin kurduğu ilişki de tıpkı işin kendisi gibi sabun köpüğü oluyor çünkü. Bir anda vazgeçiyorlar, terk ediyorlar. İşte İlhan İrem’in 35 yıllık sırrını, farklılığını en iyi anlatan ifade de bu galiba; İlhan İrem’le sevenleri arasındaki güçlü bağ, fikir ve duygu alışverişi. Ve dışarıdan göründüğü gibi bu durum da ticari olmayan marjinal bir alana işaret etmiyor sektör açısından. Ben aklı başında iyi bir prodüktör şirketin hem kendine hem de İlhan İrem’e çok para kazandırabileceğine inanıyorum. Mesele para olmasa da "bu ticari olamaz" klişesine saldırmak için altını özellikle çizmek istedim.
Geçtiğimiz günlerde "Ölümsüz Ozan İlhan İrem" adlı bir kitap çıktı piyasaya. İki büyük İlhan İrem dostu Hakan Taştan ve Ersin Kamburoğlu’nun kaleme aldığı kitap, sizin de İlhan Usta’yla daha yakından tanışmanız için fırsat olabilir. Hakan mimar, Ersin mühendis aslında. Galatasaray Lisesi sıralarında başlayan dostlukları ve İlhan İrem sevgileri bu kitapta buluşturmuş onları. Kafanızı alıştığınız seslerden kurtarıp ufkunuzu genişletmeniz ve 35 yıl sonra İlhan İrem’i biraz olsun anlamanız için okuyun derim.
Yazının Devamını Oku 25 Ekim 2008
Küçükken, ne bir video klip ne bir konser varken, yurtdışına giden arkadaşlarımız vardı. Onlar, betamax, sonra VHS kasetlerle gelirlerdi; oralardan izlerdik. Bildiğiniz televizyon kayıtları aslında. Ama bize hayal gibi gelen şeylerdi.
Teleskop, Pop Saati gibi programların dışında bir Spandau Ballet, bir de Duran Duran konseri vardı; TRT o dönemde yayınladı. Çok şaşırdık. Düşünebiliyor musunuz, hiç konser görmemiş bir nesil. Elimizde kumanda falan da yok. Gazeteler, Spandau Ballet grubunun konseri ile ilgili haberlerde, "Spandau Balesi" yazmıştı. Demek medya da o kadar yabancı müziğe. Hoş; "medya" deseler o zaman, o ne demek derdik. Bir TRT vardı dediğim gibi.
O "Alamancı" arkadaşlarımızın getirdiği video kasetlerden öğrendiğimiz tek bir şey vardı: MTV!
Yani müzik televizyonu. Eloğlu almış yürümüş. Televizyonla bütün meselesini halletmiş; üstüne bir de müzik televizyonu var. İşte ağzı açık ayran budalası gibi bakarsın o zaman, acaba benim memleketimde de bir gün olur mu diye.
Çok yıllar geçti... Sonra biz anladık ki o gözümüzde büyüttüğümüz MTV bile oranın KRAL TV’siymiş aslında.
Yani ne anlama geliyor bu laflar?
Lafımız ayrı ayrı; bugün burada Türkiyelileşmiş bir MTV çabasına değil, döndürdüğü kliplerden para alan KRAL TV’ye değil, yakın bir geçmişe kadar yabancı televizyonlardan "arakladığı" kliplere telifsiz logosunu koyan Number One TV’ye değil, mümkün mertebe yerelleşmeye çalışan Dream TV’ye değil.
Peki, kime söylüyoruz lafımızı? Lafımız, bugün can çekişen Türkiye müzik endüstrisiyle birlikte batmaya mahkûm müzik medyasına.
Çünkü hiç kimsenin taşın altına elini koymaya niyeti yok, niyeti olanların da "bu kriz ortamında" patronu müsaade etmez.
Burada sistem şöyle işliyor: Şahane bir fikrin mi var, sponsorun yoksa kendine sakla. Kimsenin de aklından geçmiyor ki, sponsorlar da aptal değil ve sadece şahane bir fikre para yatırırlar. Ama orada bir nüans var.
Sponsoru küçümsemeyin, kimse parasını sokağa atmaz. Öte yandan sen projene destek almak yerine işinin "kendisini" satışa çıkarırsan bir şekilde, maalesef orasıyla burasıyla oynarlar. Devamında hayıflanmak pek akıl kárı değil.
Bugün MTV Europe’u ya da dünyanın diğer büyük müzik televizyonlarını seyrettiğimde de aklımdan hálá aynı şey geçiyor aslında; bizimkilere haksızlık etmek istemem.
Sistem birini yaratıyor, ondan para kazanıyor. Akabinde de benzerlerini... Bir asıl, en az üç suretten para kazandırabilir. Yükleniyorlar; aynısının tıpkılarına, kötülerin iyisine, iyilerin kötüsüne...
Adı ister MTV, ister Kral TV olsun.
Dişinden tırnağından artıran kimi iyi müzisyenler, gruplar da acaba klibim dönecek mi diye tırmalıyorlar hálá.
Sonrası; yayın politikaları, reytingler, ödül törenleri, palavralar...
Müzik endüstrisinin kökten değiştiği şu dönemde, müzik medyasının da acilen iş yapış biçimini sorgulaması lazım..
Yazının Devamını Oku 18 Ekim 2008
İlk gençliğime denk geliyor Beyoğlu Hayal Kahvesi. İlk günden beri giderim. İstanbul gece hayatı içinde gerçek anlamda marka olmayı becerdiler. Sonra arada -kendi adıma söylüyorum- bir dönem küstüm mekána. Küstüm çünkü gelen insanlar değişti, kapıda duran arkadaşlar bir tuhaflaştı, sahneye çıkanlar heyecan vermedi.
Ama son dönemde o kadar keyif alıyorum ki Hayal Kahvesi’ne gitmekten. O küçücük mekánda, o daracık sahnede öyle iyi gruplar çıkıyor ki. Müdavimler var, müzisyenler geliyor müşteri olarak. Personel desen son derece kibar.
Gevende’siydi, Peyk’iydi, 4x4’üydü, Soul Stuff’ıydı, Deep’iydi, Nefes’iydi, Cingi’siydi, Keyif’iydi; çok sevdiğim gruplar izliyorum.
TUNA KİREMİTÇİ DE SAHNEDE
Türkiye’nin en çok satan yazarlarından, ama müziğe de bir o kadar sevdalı dostum Tuna Kiremitçi’nin performanslarını izliyorum. Ta Kumdan Kaleler günlerinden bugüne uzanan bir hikáye Tuna’nınkisi. Grubu da çok iyi; şimdi çaldıkça o şarkılar olgunlaşıyor çok seviniyorum. Yine eskiden beri çok sevdiğim Demet Sağıroğlu eşlik ediyor iki şarkıda. Demet de sahneye çıkınca tadından yenmiyor. Tuna; Tuna olduğu için gelenler gene gelsin ama zaman geçtikçe, iş olgunlaştıkça salt şarkılar için gelenlerin sayısı artacaktır.
Sonra Özge Fışkın var, çarşambaların prensesi. Özge’nin müthiş bir sahne enerjisi var. İçten... Ankaralı dostlar bilir Özge’yi. Çok güzel de bir albüm yaptı.
Cem Özkan çıkıyor. Cem de müzikten başka bir şey düşünmeyen bir müzisyen. Son dönemde yaptığı işleri çok beğeniyorum. Sahnede izlemek çok keyifli oluyor.
Gökçe var, Aslı var, İhtiyaç Molası var. Mirkelam bir program yapıyor ki hele... Fergan Mirkelam hem çok iyi bir müzisyen hem de çok samimi bir sahnesi var.
İskender Paydaş Project var sonra, Levent Yüksel’in Sıfır Km projesi var...
Türkiye’nin en iyi caz müzisyenlerinin parçası oldukları Quartet Muartet, Passiflora...
Redd çıkıyor, Sertab Erener çıkıyor, Zeynep Casalini çıkıyor, Yeni Türkü çıkıyor, Bulutsuzluk Özlemi çıkıyor, Cem Adrian çıkıyor. Avrupa Yakası’ndan sevdiğimiz, aynı zamanda çok iyi bir solist olan Hale Caneroğlu çıkıyor.
Whitesnake gibi bir grup Türkiye’ye geldiğinde konser sonrasında "takılmak" için yine Hayal’in sahnesini tercih ediyor.
İstanbul’da bir sürü canlı müzik mekanı vardı, oldu. Kemancı’sı, Flatline’ı, Sis’i, şimdi adını sayamayacağım diğerleri hepsi birer okuldur. Ama Beyoğlu Hayal Kahvesi’nin kendini yeniden tanımladığı, çok güzel bir yola girdiği de gerçek. O kadar küçük bir mekánın bu kadar iyi bir performans mekánına dönüşebilmesi de ayrıca ders niteliğinde. Müdavim yaratması, içersi o kadar kalabalıkken kapıya gelen müşterisini rencide etmeden reddedebilmesi de cabası.
Albümlerin satmadığı, konser yapmanın ziyadesiyle zorlaştığı koşullarda, bu tip özel performans mekánları müzik için, hayatını müzikten kazananlar için çok önemli. Tabii bizim gibi kaliteli işler seyretmek isteyenler için de...
Yazının Devamını Oku 11 Ekim 2008
Peşinen şunu söylemek istiyorum, hiçbir zaman sıkı bir REM hayranı olmadım. Grupla meselem onların ilk albümü Murmur ile başlayacak kadar eskiye dayanır, evet. Hatta Murmur benim en sevdiğim REM albümüdür hala. Ama sonra uzunca bir süreliğine koptum gruptan. Birçok kişi için olduğu gibi Murmur’dan 6-7 yıl sonra çıkan Document’teki "The One I Love", "It’s The End Of The World" gibi şarkılar beni de çarptı. Sonra Out Of Time... "Losing My Religion", siz de takdir edersiniz ki gelmiş geçmiş en mühim şarkılardan biridir. "Shinny Happy People" (çalmıyorlar artık konserlerde) vardır sonra...
Derken, Automatic For The People’la gelen iki büyük hit daha; "Everybody Hurts" ve "Man On The Moon". O tarihten sonra yaptıkları albümler de iyi albümlerdir. Hepsi Amerikan ve dünya rock tarihi içinde hak ettiği yeri almıştır. Ancak geçtiğimiz cumartesi akşamı SOS İstanbul kapsamında sahne alan REM’i izlemeye gelen o insanların büyük bir çoğunluğunun sadece yukarda saydığım 3-5 şarkıyı dinlemek için oraya geldikleri de kesin. Kaldı ki Around The Sun’la başlayan ve son albüm Accelerate’te iyice olgunlaşan net politik tavır, öte yandan sound olarak ilk dönemlerini anımsatan sertleşme de düşünülünce, Türkiyeli REM’cilerin mevzuya biraz şaşı bakmalarına şaşmamak lazım. Bir de izleyicinin beklentileri çok yüksekti bana soracak olursanız. Konserde bir arkadaşımın tabiriyle herkesin suratında "E, REM bu muymuş" ifadesi vardı. Ve evet arkadaşlar REM budur. REM için kendi mesajını vermek, sosyal sorumluluk projelerinin içinde yer almak ve tabii çıkıp şarkılarını söylemekten başkaca da bir mesele olamaz.
Ancak bizdeki durum biraz enteresan gelişti. Çünkü SOS İstanbul diye bir şey yok aslında. SOS İstanbul; REM, Türkiye’ye gelsin diye tasarlanmış bir proje. Yani sivil toplum örgütlerinin bir araya gelerek mesajlarını daha güçlü iletmek için REM’den de destek gördükleri bir durumdan söz edemiyoruz. Hal böyle olunca da ünlülerin çıkıp şarkı aralarında okudukları metinler, istedikleri destek kaynadı gitti bana kalırsa. İnsanların bu organizasyonun maksadını sahiplenmeleri için yeterince uğraşılmamıştı. Dilerim bundan sonra yapılacak SOS İstanbul’larda işin özü ikinci planda kalmaz. Sivil toplum örgütlerinin stantlarının önünde üç beş insandan fazlasını göremedim ve buna samimiyetle üzüldüm. Öte yandan tuvalet kuyruğu coşmuştu. Ben birçok REM şarkısını tuvalet kuyruğunda dinledim. Hatta o kadar uzun sürdü ki o bekleyişler; yeni arkadaşlar bile edindim. Aynı şey, yemek ve içecek kuyrukları için de geçerliydi. Bir de ışık REM’e yakışmayacak kadar yetersiz olunca iyice keyfim kaçtı.
Ön gruplardan Ayyuka benim için özel bir grup. Sonra Jason Pierce’ın Spirtualized’ı da çok önemli bir gruptur. Mor ve Ötesi sahne aldığında sesi biraz açarlar diye düşünmüştüm, öyle olmadı. Yine de sahnede gayet keyifli ve enerjiktiler.
Kuruçeşme’nin bir kábusu da konser çıkışı taksi bulma olimpiyatları. Erken çıkmayı kendine yakıştıramıyorsun doğal olarak. Geç çıkayım desen o kalabalık boşal boşal bitmiyor. Fırsatını bulmuşken, güç bela çevirebildiğim taksiyi elimden almak için üzerime atlayıp kapıya saldıran genç hanımefendilere selam etmeyi borç bilirim. Bu kabalıkları sayesinde bir süre Kuruçeşme Parkı’nda oturmaya karar verdik ve uzun zamandır geçirdiğim en güzel zamandı.
Yazının Devamını Oku