9 Ağustos 2008
Metallica konserinin şaşkınlık ve coşkusunu henüz üzerimizden atamamışken Lenny Kravitz izlemek üzere Turkcell Kuruçeşme Arena yollarındayız. Yollarındayız diyorum, çünkü o yollarda bayağı zaman kaybediyorum trafik nedeniyle. Tam konserin ilk bir saatini kaçırdım diye hayıflanırken Lenny’nin de benim kadar geciktiğini öğreniyorum. Sahneye çıktığında "trafik vardı" diyor. Tamam, var olmasına vardı da, sen karayoluyla gelmedin ki Lenny Efendi. Yine de beklemekten sıkılmış izleyici beklerken yuh çekmiş olsa da, Lenny sahne aldıktan sonra derhal havaya giriyor.
Konserin ilk bölümünün dinleyicilere göreceli olarak yabancı geldiği kesin. Hatta hiçbir şarkıya eşlik edemeyip sıkıldıklarını da belli ettiler. Lenny bile sahneden laf attı seyirciye. Bunun bir sebebi, konserin İstanbul Caz Festivali kapsamında olması nedeniyle Kravitz’in repertuvar yaparken bunu esas alması. Bu arada grup da tabanca gibiydi. Özellikle gitarist.
Konserin ikinci bölümünde daha bilinen hitlerini çaldı. Tüm konser boyunca, başta "Always on The Run", "American Woman", "Fly Away", "Are You Gonna Go My Way", "Dig In" olmak üzere birçok önemli hit dinledik. Yani pek bildiğimiz şarkıları çalmadı diyenler biraz abartıyorlar.
Onun dışında saçlarını kestirmiş, yaşlanmış falan ama yine yakışıklı ve samimi Lenny Kravitz. Konserin sonunda seyircilerin arasına karışıp yürümesi, bizim çocuklar tarafından omuzlara alınması da ayrıca görülmeye değerdi. Sesi de hálá canavar, eklemek gerek.
Lenny’den sonra da bir Björk konserimiz var aynı alanda. Björk’ün bilet satışları Lenny kadar iyi değil. Dolayısıyla bolca davetiyeli var içerde. Gerçek Björk hayranları da üstün çabalarla en önlere yığılmış durumda.
Björk’ün sahnesi gerçekten muhteşemdi. Üzerinde balık, kuş resimleri olan bayraklarla yapılmıştı dekor ve çok güzel görünüyordu. Dekoru besleyen lazer şovlar, sahnedeki dokunmatik enstrümanlar, efektler, konfetiler, danslar, üflemelilerin şovu, Björk’ün giysileri, mimikleri, jestleri tam bir bütünlük oluşturuyordu. Sahneyi karşıdan gören ilk 500 kişi için, hele hele sahne önü bileti sahipleri için çok müthiş bir deneyim olduğu kesin. Ancak tüm izleyiciler için aynı şeyi söyleyemeyeceğim. Kuruçeşme Arena’da bu sorun sıklıkla yaşanıyor. Özellikle çok kalabalık konserlerde en öndeki 3-4 bin kişiden sonrası aynı kalitede bir konser dinleyemiyor. Ben bunu özellikle Kylie Minogue konserinde yaşadım. Hele bir de büyük ekranlar yoksa, arkadakiler için konsantre olmak neredeyse imkansız. Björk’te ses beni hiç tatmin etmedi. Lenny Kravitz idare etti evet, ama Björk’te ses sıradan bir Kuruçeşme Arena Konseri seviyesindeydi teknik olarak. Aynı sahnede bir Roger Waters, bir Tool seyrettik; standartlarımız yüksek. Tabii daha yeni dinlediğimiz Metallica’daki ses, o gitarların hálá kafamızın içinde cayır cayır çalıyor olmasının da etkisi var mıdır bu durumda, bilemem.
"Earth Intruders", "Hunter", "Pagan Poetry", "Joga", "Army Of Me", "Hyperballad", "Declare Independence" çaldığına memnunum. Set list 18 parçadan oluşuyordu ama konser duraklamalar dáhil toplam 70 dakika sürdü. Bunda Björk’ün seyircinin tutumundan memnuniyetsiz oluşunun da etkisi olduğunu düşünmek istemem.
Yazının Devamını Oku 2 Ağustos 2008
1993 Yazı rüya gibi bir yazdı. O yıl liseli, üniversiteli olup o müthiş stadyum konserlerini izleyenler şimdilerde orta yaşlı, çoluk çocuk sahibi belki. Bryan Adams, Sting, Guns’n’ Roses, Bon Jovi, Madonna, Elton John, diğerleri... Ama benim için ille de Metallica. Tarihlerden; 25 Haziran 1993...
80’lerin başında tanıştığımız bu thrash metal efsanesi 4 önemli albüm ve bir EP çıkardıktan sonra 1991’de yayınladığı Metallica adlı albümüyle zirveye çıkmıştı. İşte öyle bir Metallica Konseri izledik biz 1993’te.
O tarihten sonra grubun sıkıntılı günleri başlar. O hikayeleri de müthiş çarpıcı ve samimi anlatımıyla "Metallica: Some Kind of Monster" Belgeseli’nde izleyebilirsiniz. Üstelik alt grup olarak izlediğimiz "Cult" da müthiş bir performans göstermişti o gün. Bendeniz taze bir üniversite öğrencisiydim. O yıllarda müzik dergiciliği de yaptığımdan bilet bulmakta zorlanmamıştım. Ama çevremdeki birçok arkadaşımın; evindeki bilgisayarını, kasetlerini, müzik setini falan sattığını bilirim bilet almak için. 80’li yıllarda büyümüş müzik delileri için bir stadyum konserinin ne anlama geldiğini şimdikilere anlatmak, o zaman Metallica, Guns’n’Roses izlemenin ruhumuza attığı çizikleri hissetmelerini beklemek çok da mantıklı değil.
13 Haziran 1999 tarihli ikinci Metallica Konseri... O yıllarda Türkiye’nin efsane müzik dergisi Blue Jean’in yayın yönetmeniyim. Biz de konserin sponsorları arasındayız. Hatta bir tribün, sadece Blue Jean okurlarına ayrılmış. Tribünün kapısında durup hepsini tek tek içeri aldığımı hatırlıyorum. Ellerinde Blue Jean konsere giren o şanslıların yüzündeki teşekkür ifadesi ise hiç aklımdan çıkmıyor.
Açık söyleyeyim ben o ikinci konserde, ilk konserden aldığım tadı almadım. Metallica da sahnede son derece huzursuzdu; seyircinin sevgi ve coşkusundan mahçup oldular. Bütün şarkıların ezbere söyleniyor olmasına şaştılar. Çaldılar ve gittiler. Yaşları itibariyle ’93 Konseri’ni kaçıranlar için yine muhteşem bir deneyimdi belki ama biz ağabeyleri için biraz hayal kırıklığı oldu diyebilirim.
Aradan bir 9 yıl daha geçti. Açıkçası Metallica’nın aradan geçen onca zamandan sonra üçüncü bir stadyum konserini doldurup dolduramayacağına dair şüphelerim vardı. Biletler piyasaya çıktığı dakika itibariyle hızla tükenmeye başlayınca gerçek kafama dank etti. Metallica ne hata yaparsa yapsın eskimeyecek, nesilden nesile geçen bir efsaneydi.
Geçtiğimiz pazar Ali Sami Yen Stadyumu’nu dolduran on binlerce insanın coşkusunu, yine hep bir ağızdan ve ezbere Metallica şarkılarını söyleyip kafa sallayışlarını gördüğümde iyice anladım. Konser başlamadan önce yapılan Meksika dalgalarını; aynı hedefe kilitlenmiş büyük bir kitlenin ortak aşkını görünce gaflet uykumdan uyandım. Söz konusu olan Metallica’ydı. Ve hakikaten bir çeşit canavardı Metallica...
İlk iki konseri izleyememiş ama bizim ilk konserdeki coşkumuza sahip on binlerce genç insan o gece Ali Sami Yen’i yerinden oynattı.
Sesi, ışığı, coşkusu, ruhu; Metallica’nın performansı, Türk izleyicisinin reaksiyonu; İran, İsrail, Azerbaycan, Yunanistan, Bulgaristan gibi yakın ülkelerden gelen 2000’e yakın misafiriyle muhteşem bir konserdi.
Bana sorarsanız, hiç tereddütsüz Rolling Stones’un "Bridges To Babylon" Turnesi kapsamındaki İstanbul Konseri ile birlikte son 10 yılın en büyük müzik olayıydı. İlk dakikasından son dakikasına kadar ürpererek, tüylerim diken diken izledim...
Sahne önü bilet sahiplerinin yaşadığı kimi sorunlar dışında organizasyonda da büyük bir aksama olmadı. Sahne önü biletleri çok pahalıydı; o parayı verip önden izleyemeseydim sanırım ben de çok kızardım.
Yine de o muhteşem geceye iliklenen ve canımızı daha derinden yakan bir olay var maalesef. Güngören saldırısı... Hepimize telefonlar geldi konser sırasında. Önce olayın vahametini anlamadık. Konser sonrası ise Metallica coşkusunun yerini hüzün ve kızgınlık aldı, ne yazık...
Yazının Devamını Oku 26 Temmuz 2008
Uzun yıllar önceden tanışırız Emre Irmak’la. Henüz daha çok gençken ne kadar yetenekli bir adam olduğunu göstermişti. Ama uzun zamandan beri Yasemin Mori projesiyle ilgili ne kadar heyecanlı olduğunu iyi biliyorum. Yasemin’den bahsedince gözlerinin içi gülüyor hep; "müthiş bir ses, müthiş bir şarkı yazarı; seni mutlaka tanıştırmam gerek" diyor. Hakikaten bir gün bir yerde tanışıyoruz. Çıtı pıtı, güler yüzlü bir kız Yasemin. Aradan çokça zaman geçiyor.
Yasemin’in şarkıları internet ortamlarında; özellikle de Myspace’de binlerce kez dinlenir olmuş. Zaman içinde şarkılar iyice olgunlaşmış. Yasemin’in besteleri de sözleri de vurucu. İyi bir kadın rock vokali olmaya da kuvvetli bir aday. İlk dinleyişte çarpan şarkılar.
Myspace’ten takip ederken umarız albümün gerisi düş kırıklığı yaratmaz diye düşünüyoruz ister istemez. Ancak "Hayvanlar" albümü çıktığında Mori’nin beklediğimizden de fazlasını biriktirdiğini; o çıtı pıtı, küçük, güzel kızın şarkılarıyla nasıl kocaman bir iş çıkarttığını anlıyoruz.
Albüm henüz piyasaya çıkmadan televizyonlarda ve internet ortamında izlediğimiz ilk klip "Aslında Bir Konu Var" da şarkıyla oluşturduğu uyum ve sadeliği ile Yasemin Mori’nin ününe ün katıyor. Yönetmen Fatih Kızılgök’ün de hakkını teslim edelim. Tabii grafik tasarımcı Yasemin’in de olayın görsel taraflarında parmağı olduğu kesin.
Son yıllarda çıkmış en heyecan verici albümlerden biri olan "Hayvanlar"da; Cengiz Baysal, Volkan Öktem, Tarkan Gözübüyük, Murat Ejder, Gültekin Kacar, Korhan Futacı gibi iyi müzisyenler eşlik ediyor Yasemin Mori’ye.
Albümden "Aslında Bir Konu Var" dışında "Kuzgun", "Nolur, Nolur, Nolur", "Arjantin", "Konuşmak", "Mutsuz Punk", "Aptal" başta olmak üzere tüm Yasemin Mori şarkıları tavsiyemdir. Kendisine buradan açık çek veriyorum.
Ben albümü dinlemeden almam diyorsanız www.yaseminmori.org adresinde tüm şarkıların kısa versiyonlarını dinleyebilir, fikir edinebilirsiniz. Yine www.myspace.com/yasemori adresinde de "Kuzgun", "Aslında Bir Konu Var" ve "Aptal"ın tam versiyonlarını dinlemek mümkün.
MÜZİSYEN NE YAPSIN?
Gelelim işin bir diğer boyutuna... Albümün müzikal prodüktörlüğünü Yasemin Mori ve Emre Irmak birlikte yapmışlar. Yazının başında da söylediğim gibi uzun zamandan beri şarkıları en iyi haline getirmek için çalışıyorlar canla başla.
Öte taraftan albümün yapımcısı olarak Emre Irmak ve Ozan Çolakoğlu isimlerini görüyoruz. Emre’nin ne kadar yetenekli bir müzik adamı olduğundan söz etmiştim. Ozan Çolakoğlu için bir şey söylemeye gerek var mı bilmiyorum. Türkiye’nin en iyi müzik adamlarından biri olmasının yanı sıra müzikten başka bir şey düşünmeyen, mütevazı bir usta aynı zamanda.
Yapımcı ne demek? Para veren, işi pazarlayan adam demek. Bir zamanlar plak şirketlerinin yaptığı iş yani. Ama bugün plak şirketlerinin çoğu sadece albüm çoğaltıp dağıtmaktan öte bir işlev görmüyorlar. Albümün tüm masraflarını müzisyenler karşılıyor, hatta klip ve tanıtım masrafları bile çoğu zaman sanatçıların cebinden çıkıyor.
Bu durumda iki müzisyen Emre Irmak ve Ozan Çolakoğlu hatırı sayılır paraları ceplerinden harcayarak albümün yapımcılığını üstlenmeyi yeğliyor. Ozan da, Yasemin ve Emre kadar inanıyor işe. Ve "Hayvanlar" albümü Emre’nin kurduğu Irmak Plak etiketiyle sonunda çıkıyor piyasaya.
Asıl işleri yapımcılık olan müzik şirketleri bu şekilde davranarak kendilerini koruduklarını sanıyorlar belki ama aslında kendi kuyularını kazıyorlar. Müzisyenler inançları uğruna büyük risklere giriyorlar; ama başka şansları da kalmadı galiba.
Büyük müzik şirketlerinin dağıtım şirketlerinden farkı kalmadığı, meslek örgütlerinin telif gelirlerini aylar sonra ödediği hatta nasıl pay edeceği konusunda bile sürekli tartıştığı bir ortamda; kazandığını yine müziğe yatıran müzisyenleri kim kurtaracak inanın ben de bilmiyorum.
Yazının Devamını Oku 19 Temmuz 2008
Yazmakta biraz geç kaldığım, ancak söz etmeden geçemeyeceğim iki mühim ve sert albüm var. Bunlardan ilki Çilekeş’in "Katil Dans" adlı ikinci albümü. İlk albümleri "Y.O.K."u da çok beğenmiş ve uzun uzun anlatmıştım. Fanta Genç Yetenekler Yarışması’nın genç, heyecanlı ve deneyimsiz çocukları için son derece büyük bir adımdı "Y.O.K.". Aradan geçen zamanı boşa geçirmemiş olacaklar ki, "Katil Dans"ta her anlamda daha olgunlar. Gerek sound, gerek kayıt, gerek şarkılar, gerekse duruşları açısından ayakta alkışlanacak bir albüm.
İlgimi çeken bir diğer albüm de Pickpocket’ın ilk albümü "Hayalle Gerçek Arasında". Zamanında Roxy Müzik Ödülleri birincisi olmuş grup, numetal/metalcore sound’unda Türkçe sözlü ve son derece haysiyetli bir iş çıkarmış albümünde. Uzun yıllardır müzik piyasasında önemli işlere imza atmış Virüs Productions’ın da ilk prodüksiyonu olma özelliğini taşıyor. Klip şarkısı olarak "Kork Benden" tarafınızdan izlenilmeyi bekliyor.
Alışık değilseniz size biraz sert gelebilir. Ama yıllardır Türkiye’de kısıtlı koşullarda heavy metal dinlemeye ve yapmaya çalışan insanlar için bu sound’da ve bu kalitede işler çıkıyor olmasının ne kadar gurur verici olduğunu bilemezsiniz.
KONSERLER DEVAM
Massive Attack, Judas Priest konserlerini de hayırlısıyla atlattık. Massive Attack son derece kalabalıktı. Grubun Türkiye’de son konserini verdiği yılda henüz çocuk olanlar sıkı birer Massive Attack hayranı olmuşlar ve Parkorman’ı doldurmuşlar. Massive Attack, yine görsel öğelerin ağır bastığı ve bolca politik mesaj veren performansıyla herkesi büyüledi büyülemesine ama sesin yetersiz olduğunu eklemek durumundayım.
Malum; aynı gün, aynı saatlerde Turkcell Kuruçeşme Arena’da heavy metal efsanesi Judas Priest’in konseri var. Massive Attack’ın son birkaç parçasından önce şansımı denemek üzere çıkıyorum yola. Belki Judas’ın sonunu yakalarım... Ama nafile, pek kısa sürmüş performans. Ama zevkine güvendiğim birçok insan tadı damağımda kaldı diyor.
Konserler vesilesiyle Dream TV’nin bu yazki performansını ne kadar takdir ettiğimi söylemiştim. Hemen hemen tüm organizasyonlara sponsor olan Dream TV, canlı yayın performanslarıyla rakiplerine parmak ısırttı. Kanalın Genel Yayın Yönetmeni Şafak Ongan, şöyle sordu bana: "Nasıl hayal’in gerçek oldu mu?" Oldu evet, çok daha iyisinin olacağını da biliyorum.
MTV Türkiye’nin kurulduğu günlerde de bir yazı yazmıştım. Kanalın en büyük meselesinin Türkiyelileşmek olduğunun altını çizmiştim. Son dönemde kanal bu anlamda olumlu adımlar attı. Artık MTV de son derece Türkiyeli ve kaliteli iç yapımlar yapıyor. Gidişat iyi...
Number One TV ise yakın bir geçmişe kadar artık işin suyunu çıkarmıştı. Başka kanallardan görüntüler toparlıyor, logoları siliyor; geceleri kırmızı noktalı olalım, reyting alalım diye klipleri montajlıyor falan, midem kaldırmıyordu.
Tamamen düzelmemekle birlikte şimdilerde olumlu anlamda hareket var Number One’da da; sanki bir silkinme dönemine girdiler. Takipteyiz. PowerTürk TV ise uzun süredir bildiğiniz gibi; ne uzuyor, ne kısalıyor...
Yazının Devamını Oku 12 Temmuz 2008
İstanbul Caz Festivali’nin hemen başında Herbie Hancock ve Marcus Miller konserlerini izledim. Her ikisi de izlemek için sabırsızlandığım isimlerdi. Herbie Hancock iki konser verdi. Ben Cemal Reşit Rey’de ciddi caz seyircisi olmak yerine her zaman olduğu gibi Cemil Topuzlu Açıkhava Sahnesi’ni tercih ettim. "River of Possibilities" adı altında Hancock’a Grammy getiren "River-The Joni Letters" albümünün bir uzantısı olacak konser için çok heyecanlıydım. Bilenler bilir Herbie Hancock bu albümde Joni Mitchell’ın şarkılarını yorumladı. Albümdeki yorumcular arasında Joni Mitchell’ın kendisinin olmasının da ötesinde Norah Jones’lar Tina Turner’lar falan var. Konserde de Sonya Kitchell ve Amy Keys seslendirdi şarkıları; seyrine doyum olmaz bir konserdi. Bu arada basta Dave Holland, davulda Vinnie Colaiuta. Rüyamda görsem mutlu uyanacağım bir kadro... Bu yılki festivalin onur konuğuydu Hancock... İzleyebildiğim için şanslı görüyorum kendimi...
Hemen ertesi gün Marcus Miller konseri... Bir basçı olarak enstrümanına bizzat anlam katan, başta Miles Davis olmak üzere birçok önemli müzisyenle çalışmış çok enteresan bir adam. Daha önce Türkiye’de izleme fırsatımız oldu; hatta ben Miles Davis’le birlikte izleme şansına erişenlerdenim. Ama hiç önemli değil; yine büyük bir heyecanla gidiyorum konsere. Son albümünde Marcus Miller’ın da bir şarkılarını yorumladığı Tower of Power sahne alıyor önce. Onlar da son dönemde döne döne dinlediğim bir grup. O gün Açıkhava’yı dolduran herkes çok eğleniyor Tower of Power’la; arkasından Marcus noktayı koyuyor.
Üst üste inanılmaz iki gece... Cahide’den gelen eller havaya şarkılar ve hatta CRR’nin düzenlemesi için o saatte çalışmaya devam eden iş makinelerinin gürültüsü bile moralimizi bozamıyor. Yıllardır Caz Festivali’ni takip eden bir müziksever olarak bu seneki program için özellikle teşekkür ediyorum İKSV’ye...
MASSTIVAL’DE NELER OLDU
Bu yazki tek uluslararası açık alan rock festivaliydi Masstival. Şehiriçinde ama kamp opsiyonu da sunan Masstival’de, yerlisi yabancısı bir sürü grup izleyip güzel bir hafta sonu geçirmek maksadıyla düştüm Parkorman yollarına. Geçen haftaki yazımda söz ettiğim Mira’nın ve Yasemin Mori’nin konseri, sonra bir süredir ısrarla altını çizdiğim Asfalt Dünya konseri en keyif aldığım konserler oldu. Şebnem Ferah yine sahnede çok iyiydi. Hayatımda belki konserini en çok izlediğim kişidir Şebnem ama o kadar profesyonel ve başarılı ki sahnedeyken sıkılmanıza izin vermiyor.
Öyle gözüm kapalı konserine gideceğim bir diğer isim de Duman’dır. Ama Masstival sahnesinde biraz tutuk buldum onları. Özellikle Kaan Tangöze’de o alıştığımız coşku yoktu. Ogün Sanlısoy yine çok iyi bir performans gösterdi. Özge Fışkın da çok keyifliydi, keşke ana sahnede çıksaydı diye düşündüm. Yüksek Sadakat biraz saatin ve teknik aksaklıkların gazabına uğradı. Teoman ise uzun bir aradan sonra "işte budur Teoman" dedirtecek çok sağlam bir performans gösterdi.
Açıkçası, festivalin ağır topu Alanis Morissette’in performansı beni hayal kırıklığına uğrattı. Yangından mal kaçırır gibi bir hali vardı. Bundan yıllar evvel aynı mekanda seyrettiğim ve büyülendiğim performansıyla kıyaslayınca hele bayağı üzüldüm.
Tabii ki asıl mesele Def Leppard ve Whitesnake... Çok büyük hayranları olmamakla birlikte ben tatmin oldum performanslarından. Falanca konserlerinin DVD’sini alıp izleseniz şarkı aralarında söyledikleri laflara kadar her şeyin aynı olduğunu görürsünüz. Ama ben yine de bu profesyonelliğe saygı duyuyorum. Masstival de geldi geçti. Bu seneki özel koşullar ve line-up’ı düşünüldüğünde geniş kitleler için geçen yılki kadar cazip değildi Masstival. Bu anlamda biletleri de pahalıydı. Öte yandan biraz daha ucuz tutmak mümkün olsaydı sanki daha çok insan gelmek istiyordu oraya. Emeği geçenlerin eline sağlık yine de...
Yazının Devamını Oku 5 Temmuz 2008
Portecho’nun Rock’n Coke 2006 performansını izledikten sonra bir süre şaşkınlığımı atamadım üzerimden. Hani bir "yabancı sandım, Türk olduklarına inanamadım" klişesi vardır; öyle değil. Daha çok "uzaydan mı geldi bu adamlar; elektro rock yapan bu çocuklar nereden çıktı" türünde bir şaşkınlıktı. Konserin ardından "Undertone" adlı ilk albümlerini dinlediğimde hayranlığım bir kat daha arttı Portecho’ya. Elektronik dans unsurlarının üzerine yumuşak gitar yürüyüşleri ve biraz da seksenler tadı...
Tan Tunçağ ve Deniz Cuylan iki yetenekli adam. Tan, uzun yıllar Londra’da DJ’lik yapmış; Mouse On Mars, Chemical Brothers gibi büyük isimlerle aynı sahneyi paylaşmış bir müzisyen.
Deniz’i takip edenler "Maya" projesinden hatırlayabilir. Portecho öncesi "Netame" adlı bir solo albümü de var. 2005’te Tan ve Deniz Portecho’yu kurup Oğuz Kaplangı’nın kapısını çalıyorlar. İşte tam bu noktada gizli kahraman Oğuz Kaplangı’dan söz etmeden geçmek olmaz. Oğuz, Elec-trip Records’un kurucusu ve genel müdürü. Portecho’nun albümünün prodüktörü. Sadece Portecho’nun değil, İstanbul Calling, Electro trip, Techno Roman Project, Lava, Dejavu gibi cesur projelerin de altında prodüktör olarak ismi var. Hem çok iyi müzisyen, hem de pırlanta gibi bir adam.
BEDÜK VE PORTECHO, ULUSLARARASI PLATFORMDA UMUT VERİYOR
Portecho’dan sonra beni şaşırtan bir başka proje de Bedük oluyor. Patlama yapan "Even Better", aslında Bedük’ün ikinci albümü. "Better Than My Baby", "My Woman", "Heartbreaker" gibi çok güçlü hit’ler yarattı. Sound’u çok güzel, klipleri çok eğlenceli. İngilizce hiç yormayan sözler de yazıyor. Albümdeki tüm düzenlemeler, kayıt, miksaj, geri vokaller hepsini kendi yapmış, kayıtta tüm enstrümanları kendi çalmış. Ama sahnedeyken 5 kişilik grubuyla canlı çalıyor şarkılarını. Yaptığı işle hem Türkiye’de çok sevildi Bedük, hem de uluslararası platformda tıpkı Portecho gibi umut veriyor bize. Bedük’ü 12 Temmuz’da İstanbul’da Electronica Fest.’de izlemeniz mümkün.
Portecho’nun elemanlarının yaptığı iki ayrı proje var; "Mira" ve Nordda". Şu sıralar onları dinliyorum. Mira’nın "Eve Dönmeliyim" albümü Türkçe sözlü down tempo/ rock olarak tanımlanabilir. Miray Kurtuluş ve Tan Tunçağ’dan oluşan grup çok rahat dinleniyor. Çok melodik ve melankolik. Daha önce İstanbul Calling 2’de yer alan "Bir Gün Gelir" adlı parçaları çok ilgi görmüştü. Şimdi albüme ilk klip olarak "Son Melodi"yi seçmişler. Benim favorim "Kayıp Şehirler". Mira’nın prodüktörü de yine Oğuz Kaplangı. Grubu bugün saat 18.55 itibariyle Masstival’de Parkorman’da izlemeniz mümkün.
Portecho’dan Deniz Cuylan’ın, Selen Hünerli ve Hakan Vreskala ile birlikte yaptığı proje ise Nordda’nın "Infinite Face" albümü. İngilizce sözlü akustik elektro. Bolca etnik unsur da var içinde. Kuzey Avrupa sound’una yakın, insanı çok değişik yerlere götüren bir melodik yapısı var şarkılarının. "Remedy", "Infinite Face", "Glow", "Two to One", "I Know" benim favorilerim. Nordda ve Mira ayrıca, bir aksilik çıkmazsa Massive Attack İstanbul Konseri’nde alt grup olacaklar.
Sonra Zi Punt’un yine elektro rock "Nudge Nudge" albümü var. Oğuz Kaplangı’nın kendi projesi. Chi-K ve Orange’la beraber kurdukları grupta "Nudge", "Majestic Bear" ve "Sleepless"ı özellikle beğeniyorum.
Peki, ben tüm bunları niye anlatıyorum. Geleceğin popuyla şimdiden tanışın diye...
Yazının Devamını Oku 28 Haziran 2008
Rock’n Coke’un iptal kararını açıklamasına üzüldükten sonra, geçtiğimiz yıllarda bizi en az Rock’n Coke kadar büyük isimlere alıştırmış Efes Pilsen One Love Festivali’nin açıkladığı line up’ı da beğenmemiş ve bunu yazmıştık. Beğenmemekten kasıt nedir? Ortada bir kıyaslama vardır. Bu yıl yedincisi düzenlenen One Love’ın line up’ı küçümsenecek bir line up değildi elbet. Hatta kişisel olarak çok beğendiğim Roisin Murphy, Miss Platnum, Gogol Bordello gibi isimleri içeriyordu. Ama Black Eyed Peas, Morissey, Manu Chao, Chumbawamba, Peter Gabriel, John Cale, Keziah Jones, Beastie Boys, Ian Brown, Chemical Brothers, Moby, Gusgus, Underworld gibi epeydir beklenen çok büyük isimleri art arda o sahneye çıkartan festivalin, bu yılki alanı sessiz sedasız santralistanbul olarak ve kıyaslandığında zayıf bir line up açıklaması, daha önemlisi bu değişimin iletişimini etkin biçimde yapamaması nedeniyle büyük düş kırıklığı yarattı. Daha sonra Efes Pilsen yetkilileriyle konu üzerine uzun uzun tartışma fırsatım oldu. Hedeflerinin, bundan sonrası için daha küçük ama konseptler üzerinde yoğunlaşan bir One Love olduğunu, sürekli büyük isimler peşinde koşmanın sonu olmadığını ve artık One Love Festivali kültürüne yatırım yapmak niyetinde olduklarını söylediler.
Biz de aynı şeyi yıllarca söyledik. Ama bu kadar keskin geçişler yapılıyorsa, hem de Türkiye’de açık alan festivallerinin toplu olarak havlu attığı bir yılda oluyorsa bu değişim, bunun iletişiminin büyük bir özenle yapılması gerekir.
Bu yılki One Love’a gösterilen ilgiye gelince... 7000 metrekarelik festival alanında ilk gün 8 bin, ikinci gün ise 10 bin kişinin olduğu söyleniyor. Bana sorarsanız o kadar değil, ancak öte yandan festivale katılımcı ilgisi oldukça yüksekti. İlk gün gündüz saatleri boş kalan alan, ikinci gün erken saatlerde doldu ve tam bir şenlik havası yaşandı.
BEDÜK KONSERİ HARCANDI
İlk gün sahne alan Fransız Yelle’i çok beğendim. Hot Chip ve Roisin Murphy de beklentiyi fazlasıyla karşıladı. İlk güne dair tek üzüntüm, Bedük konserinin erken saatte harcanmasıydı. Türkiye’de kendi sound’unda kendini kanıtlamış Bedük’ün daha geç bir saatte sahne alması bence çok daha doğru olacaktı.
İkinci günün sound olarak çok daha eğlenceli olacağı en başından belliydi. Bizde ta Goran Bregovic döneminden beri bu Balkan, Gypsy/punk hikayesi çok tuttu, tutması da normal. Öte yandan Alman bir DJ olan ve musluk aktığı için Türkiye’ye neredeyse kamp kuran Shantel’in eğlenceli şarkılar yapmakla birlikte müzikal olarak son derece zayıf olduğunu ve bir festival sanatçısı olmadığını da söylemek isterim. Evet toplanan onca kalabalığa rağmen gerçek bu. Bir Miss Platnum, bir Gogol Bordello’nun yanında esamisi okunmaz. Babazula ve Kolektif İstanbul’a da performans olarak haklarını teslim edelim bu arada.
Sahne performansları dışında top cambazları, illüzyonistler, pantomim sanatçıları, langırt masaları, Samsung’un karaoke yarışmaları ile şenlenen bu yılki One Love’da festivali canlı yayınlayan Dream TV’nin de hem ses hem de kurgu açısından bir yayıncılık başarısına imza attığını ekleyelim.
Bu arada aynı günlerde yerli yabancı metal gruplarının katılımıyla üç gün boyunca Parkorman’ı titreten Unirock’ın, kazandığı başarıdan da ayrıca mutlu oldum. Yazın diğer festivalleri için umudum arttı. 4-5-6 Temmuz’da Parkorman’da Masstival’de görüşmek üzere...
Yazının Devamını Oku 21 Haziran 2008
Rock’ı da patlattılar, rahatladılar. Önlerine gelene en ilkel koşullarda albüm yaptılar. Hayatıyla oynadılar o çocukların; ya tutarsa dediler; hayatlarını mahvettiler. Yazık oldu, bakın birçoğu ümidini yitirdi; barlarda başkalarının şarkıları söyleyerek üç kuruş kazanmaya çalışıyorlar hala. Canlı müzik barları ölüyor zaten, medar-ı iftiharımız açık alan festivallerimiz havlu atmak zorunda kalıyor. Sponsorlar çekingen, elleri ceplerine gitmiyor. Hatalar yaptılar ve mecburen temkinliler.
Bu yıl itibariyle, iki kitlesel açık alan festivalinin iptali sonrasında, irili ufaklı ve ağırlıklı olarak Türkçe rock odaklı festivaller var. Sponsor festivalleri, yazlık yerlerdeki çabalar, geleneksel turneler falan bakın artık birkaç istisna dışında tümü aynı isimlerin etrafında dönüyor. Hani Şebnem Ferah’ı, Mor ve Ötesi’ni, Duman’ı, Ceza’yı, Sertab Erener’i ve birkaç ismi daha çıkartın, kime sponsor olacakları muamma.
Bu saydığım isimler, o büyük sponsorlukları hak etmediğinden değil. Ancak öte yandan şirketler sponsorluk kararı alırken el yordamıyla hareket ediyorlar, aynı isimler etrafında dönüp duruyorlar, orası da gayet açık.
Bu, sponsorları yönlendirmesi gereken organizatörler için de böyle. Onlar da alternatif, iyi işlere destek olmayı risk olarak görüyorlar. Ama öte yandan o riske girmeyenlerin de büyük paralar kazanmasına imkán yok. Direnmeyenlerin kalıcı olmalarına imkán olmadığı gibi. Vizyon meselesi, cesaret meselesi...
Büyük şirketler hedef kitlelerine ulaşmak için müziği kullanıyorlar, evet. Ama verimli biçimde kullandıklarını, hakkını verdiklerini söylemek güç. Birinin konserine sponsor olurken ya da kendi konserleri için isim seçerken, seçtikleri ismin kaç kişi toplayacağını düşünüyorlar önce. Bunda ne tuhaflık var diyeceksiniz. Tuhaflık değil ama yanlış bir hesap var. Çünkü asıl mesele senin seçtiğin isme ne kadar fayda sağlayacağınla ilgili. Çünkü sen, sponsor olarak isimsiz ama yatırım yapılması gereken birini alıp sıfırdan bir noktaya getirdiğinde verdiğin paranın karşılığını alabilirsin ancak. Bu, genç yetenekler yarışması, karaoke yarışması, lagaluga festivali yapmak değil. Büyük isimlere sponsor olmak değil sadece. Müziğe yatırım yapmak böyle bir şey değil. Ve emin olun karşılığını almak da böyle bir şey değil.
Ey büyük patronlar, bir bütçeniz var, markanız "bizim odağımız müzik" demiş, tamam. O para harcanacak evet. Harcıyorsunuz da, biliyorum. Sonra öyle bir raporluyorlar ki, ne yaparsanız yapın harcadığınız paranın karşılığını aldığınıza inanıyorsunuz. Kazın ayağına bakıyorsunuz, sanki bir kuruşunuz boşa gitmemiş, ama öyle değil. Günü kurtarıyorsunuz. Bazen onu bile kurtaramıyorsunuz, gerçek bu.
Küçük bir örnek: Zamanında müziğe ilk büyük yatırımı yapan Pepsi’nin, o misyondan vazgeçtikten sonra bu hatayı telafi etmek için nasıl çabaladığı ortada. Coca Cola bu bayrağı almışken Rock’n Coke iptali ile bir dönemece geldi, umarım farkındadır ve önlemini alıyordur o da.
Hedef kitlelerine müziği aracı ederek ulaşmak isteyen sponsorlar için müzik çok önemli. Türk popüler müziğinin gelişmesi, güçlenmesi için müzik işinden ekmek yiyenlerin daha çok kazanması ve o paraların yine müziğe dönmesi için sponsorlar çok önemli. Bu denklemi, o çok kullanılan tabirle sinerji olarak da okuyabilirsiniz, paradoks olarak da.
Türkiye’de bunun gerçek anlamda bir sinerjiye dönüşmesi için sponsorluk kararlarını veren mekanizmaların daha arif, organizatör firmaların daha samimi, müzisyenlerin de daha dirençli olması lazım.
Bizde daha sinerji yok, vizyon yok, kazan-kazan yok, Kişisel ilişkiler, ahbap çavuşlar, ya tutarsalar var. Bu yüzden de bir paradoksun içindeyiz.
Yazının Devamını Oku