Tekin Aral

En büyük Başkan bizim Başkan

29 Mart 1998
Sizler bu yazıyı okuduğunuz şu sıralar, büyük kulübümüz Beşiktaş'ta da ‘‘başkanlık’’ ve yönetim seçimleri var...Kara Kartal'ı 14 yıldır başarıyla yöneten Süleyman Seba, düşündüklerini yapabilmek için göreve 2 yıl daha devam etmek istiyor...Karşısındaki muhalif grup ise, Süleyman Seba'nın 14 yıldır başkanlık yapmasının ‘‘artık yettiğini’’ söyleyip onu alaşağı etmeye çalışıyor...Oysa ‘‘37 yıllık Süleyman'ların’’ hala tepelerde olduğu bir memlekette, Süleyman Seba'nın 14 yılının esamesi okunmaz, onu düşünmüyorlar...Yahu beyler ayıptır... ‘‘37 yıllık Süleyman'lar’’ dururken, 14 yıllık Süleyman'a neden taktınız ki kafayı?..Süleyman Seba'nın karşısında bu kez ‘‘günün modasına uygun’’ bir grup var...Bu grubun başkan adayı olan İhsan Kalkavan aynı zamanda Fethullah Hoca takımında sağaçık oynuyor...Ve seçimleri bu Fethullah Hoca'cı grup kazanırsa, Beşiktaş'ta köklü değişiklikler olacağı; örneğin bundan böyle takımın sahaya paçalı don ve futbol ayakkabısı yerine mesle çıkabileceğinden söz ediliyor...Bu arada konuşulan bir konu da, Fethullah Hoca'nın durduk oturduk yerde neden birdenbire kafayı spora sardırdığı, sporla ne ilgisi olduğu konusu...Oysa, tüm yaşamında kravat takmayıp, yakası iliklenmiş mintan giyerek spor giyimi tercih etmesi, Fethullah Hoca'nın spora ne denli önem verdiğinin en büyük göstergesi!..Bir de deniyor ki, ‘‘Fethullah Hoca çok duygusal... Televizyonda izlediğimiz vaazlarında sürekli iki gözü iki çeşme ağlıyor... Beşiktaş'ın durumu da şu ara pek parlak değil... Hele kupayı da kaybederse, Fethullah Hoca bu durumu nasıl kaldıracak?..’’Valla şayet kazanırlarsa, bu işi Hoca ve takımı düşünsün...***Bizde Fenerbahçe, Galatasaray, Beşiktaş kulüplerinin başkanlığı, valla abartıyor gibi olmayayım ama, neredeyse Amerika Başkanlığı ile eşdeğerdedir...Geçmiş yıllarda bu kulüplerimizi, taraftarların oylarını egavlamak için partiler kullanırlar, türlü çeşitli yollarla bu kulüplerimizin başkanlıklarına adamlarını oturturlardı...Fenerbahçe'de Şükrü Saracoğlu, Agah Erozan, Medeni Berk, Osman Kavrakoğlu... Galatasaray'da Sadık Giz, Suphi Batur, Ali Tanrıyar... Beşikta'ta onursal başkan vaziyetiyle de olsa Recep Peker, Nuri Togay, Talat Asal ve diğerleri, partilerin kulüplere sokuşturduğu profesyonel politikacılardır... İçlerinde Başbakan'lar, Meclis Başkanları vardır...Daha sonra ise kulüplere ufak ufak bizim iş ve ticaret erbabı maydanoz olmaya başladılar...Sağolsunlar birçoğu batmakta olan kulüplerini kurtarmak için kendilerini feda edip kulüp başkanı oldular...Bugüne dek kulüplerden pek kurtulan yok ama, benim bildiğim bu arkadaşların alayının kendileri kurtuldu... Hepsinin işleri tıkırına girdi, köşe üstüne köşe oldular...Bu düzen bugün de aynen sürüyor... Bu arkadaşların kendi aralarında ‘‘Sen kulübü yeterince, kurtardın, bırak da kulübü biraz da biz kurtaralım...’’ diye tartışmalar falan çıkıyor ama, değişen pek bir şey de olmuyor...Neyse aslında bu bizim kulüp başkanlarımızı da pek eleştirmemek lazım...Ali Şen'i eleştirdik, adamın tepesi attı... ‘‘Lan ben size gösteririm... Bakın intikamım nasıl feci olacak...’’ deyip başkanlığı bıraktı, köşe yazarı oldu...Şimdi sakın ola ki sevgili Ali'nin Köşe Yazarlığı'nı eleştirmeyin... Bu defa başımıza bakan, başbakan olur, sonra vicdan azabı çekersiniz... N'apalım, bu memleket böyle!..***Şimdi gelelim bir Başkanlık öyküsüne... Kamil kendi halinde halim selim bir adamdı... Babadan zengindi, baba mesleği müteahhitliği sürdürüyordu... Babasının ölümünden sonra işin başına geçmiş, günbe gün babasından kalan serveti katlar olmuştu... Ama çok hırslıydı... İşi daha da büyütmek istiyordu...Yaşadığı il, ülkemizin küçük sayılamayacak illerinden biriydi... Doğuştan oralıydı zaten... Ama hayli çekingen olduğundan kabuğunu bir türlü kıramıyor, hayalindeki ‘‘o büyük yere’’ bir türlü gelemiyordu...Bir gün kendisini şehrin spor kulübünden aradılar, kendisiyle görüşmek istediklerini söylediler...Kulübe gittiğinde ise arkadaşları:‘‘Bak Kamil’’ dediler... ‘‘Biliyoruz senin sporla, futbolla falan ilişkin yok ama, şehrimiz senden hizmet bekliyor... Biz bunca yıl, bayrağı taşıdık ama artık bu görevi sen üstlenmeli, bu bayrağı sen taşımalısın...’’Kamil önce şaşırdı... Bir ara, ‘‘İyi ama ben futboldan anlamam, hayatımda hiç maça da gitmedim... Televizyondan bile izlemedim’’ diyecek oldu, son anda da kendini tuttu... Şaşırmıştı ama öneri de hoşuna gitmişti...Her gün gazetelerde o büyük kulüp başkanlarının boy boy resimlerini görüyor, iç geçiriyordu...Ayrıca kulüp başkanlarının iş yaşamlarında kendilerine bir alay avanta sağladıklarını da duyuyordu...Sonunda Kamil Başkan oldu... Zaten o arada lig bitti ve transfer savaşı başladı...Gazeteler transfer haberleriyle dolup taşıyordu... Romen'i, Hırvat'ı, Brezilyalı'sı Afrikalı'sı, gazetelerin spor sayfalarında yabancı futbolcu ismi ve resminden geçilmiyor, milyarlar, dahası trilyonlar havada uçuyordu...Kamil de transfer için kolları sıvamış, kesenin ağzını açmıştı... Ama hayatında maça bile gitmediğinden bu işi tamamen kulüpteki teknik adamlara bırakmıştı...Ama hırslı bir yapısı olduğundan, içi içine sığmıyor, özellikle büyük kulüp başkanlarının gazetelerde transfer ettikleri ünlü futbolcularla resimlerini gördükçe kahroluyordu...Ve bir gün tepesi attı, kulüptekilere:‘‘Ben gidiyorum’’ dedi... ‘‘Dünyanın en büyük futbolcularından birini alıp geleceğim... Gerekirse servet vereceğim... Dönüşümde büyük olay çıkacak...’’Hep birlikte başkanı uğurladılar...Bir hafta sonra ise başkan telefon etti:‘‘Yarın geliyoruz... Pek kimseye duyurmayın... Olur a sürpriz futbolcumuzu kaçırmaya falan kalkarlar... Yarın hemen mukavele yapacağız... Öbür gün stadımızda bir gösteri maçı düzenleyin... Görsünler bakalım biz transfer edersek kimi transfer ediyoruz...’’***O gün şehir stadı tıklım tıklımdı... Herkes transferi bu en büyük bombasını merak ediyor, heyecandan yerinde duramıyordu...Başkan Kamil ve yönetim kurulu da şeref tribününde yerlerini almışlardı...Önce yeni transferlerle güçlendirilmiş takım çıktı sahaya... Bir alkış koptu... Sonra stat hoparlörlerinden bir anons duyuldu:‘‘Ve geliyoor!.. Yılın transferi, büyük futbolcu, Mc Allins geliyoor!..’’Stat adeta yıkılıyordu... Tüm televizyoncular, gazeteciler ellerinde kameralar, fotoğraf makineleri sahaya çıkış kapısının önüne yığılmışlardı...Ve birden inanılmaz bir şey oldu... O koskoca stadı müthiş bir sessizlik kapladı...Bu arada Mc Allins sahaya fırlamış santraya doğru koşuyordu.Yönetim Kurulu'ndan Salih, gözleri dışarı uğramış, şeref tribününde yanında oturan Başkan Kamil'e döndü... Kekeleyerek:‘‘Başkan sen bunu nereden aldın?..’’ diye sordu...‘‘Tabii her şeyin en kralının bulunduğu Amerika'dan... Hem de tam yedi milyon dolara... Bu gördüğün adam Amerika'nın en büyük futbolcularından biri...’’Bu arada ‘‘Amerikan futbolcusu’’ Mc Allins kafasında kask, o vatkalı omuzlu elbisesi ve elindeki yumurta biçimli topuyla saha kenarında koşuyor, seyircileri selamlıyordu...***Biraz abarttık ama, üç aşağı beş yukarı bu kulüp başkanlığı işi böyledir işte...Ve siz gerisine kulak asmayın... Bu bizim Kamil gene de kulüp başkanlarının en kralıdır...
Yazının Devamını Oku

Haberlerden ne haber?

22 Mart 1998
Yahu arkadaşlar, bu Clinton ne keskin bir zampara, ne iflah olmaz bir uçkur düşkünüymüş inanılacak gibi değil...Adamın her gün yeni bir numarası çıkıyor ortaya...Monika Lewinsky, Paulo Jones, Elizabeth Ward ve daha bir alay hatundan sonra, son olarak da Kathleen Willey adlı bir temiz aile kadını çıktı ortaya ve Amerikan CBS televizyonunda virgülüne dokunmadan Başkan Clinton'ın kendisine nasıl cinsel tacizde bulunduğunu anlattı...Ortalığı yeniden birbirine katan, herkesin dehşetle izlediği Kathleen Willey'le CBS programcısı arasındaki konuşma, aşağı yukarı aynen şöyle:Willey: ‘‘Oval Ofis'e hayırlı bir iş için, Başkan'dan yardım istemeye gitmiştim... Beni dudağımdan öptü ve kendine çekti... Kollarını daha sıkı sardı ve bana dokundu...’’‘‘Nerenize?’’‘‘Göğüslerime... Çok şaşırdım... Bana, 'Seni ilk gördüğümden beri hep bunu yapmak istedim' dedi. Ve elimi alıp kendine dokundurdu.’’‘‘Neresine dokundurdu?..’’(Sevgili okurlar, bu arada bir karışıklık olmasın... Soruları soran Reha Muhtar değil, CBS televizyonu programcısı... Onu belirteyim...)Willey: ‘‘Elimi cinsel organına dokundurdu... O zaman kaçtım...’’‘‘Tahrik olmuş muydu... Yani şeyi. şey durumunda mıydı?..’’‘‘Yes, evet...’’Clinton ise basına yaptığı açıklamalarda Kathleen Willey'e cinsel tacizde bulunduğu iddialarını reddedip, ‘‘Kendisi bana yardım istemek için gelmişti... Kendisini bir baba şefkatiyle okşadığım doğrudur... Cinsel organ olayına gelince... Ben o sırada kendi kendime 'Tut şunun ucunu döşeyelim abi..' adlı reklam şarkısını mırıldanıyordum... Willey işi yanlış anladı, o tatlı, pardon tatsız durum öyle meydana geldi...’’ dedi...Hasılı kelam bu Clinton gerçekten inanılmaz bir azgın... Adamdan bir uçanla kaçan kurtuluyor...Ben önümüzdeki yaz bir ihtimal bir Amerika gezisi yapacağım... Allah sizi inandırsın, ne olur ne olmaz diye gezi güzergahından Washington'u çıkardım...Aslında Başkan Clinton'un teşriki mesaide bulunduğu bu Monica Lewinsky, Paulo Jones, Kathleen Willey gibi kadınların hepsini, insanlık adına, insanlığa yaptıkları büyük hizmetten ötürü ödüllendirmek lazım...Düşünün bu kadınlar kendilerini feda edip bu Amerikan Başkanı'nı oyalamayıp adamın nefsini körletmeselerdi, adam dünyanın anasını bellemek için pantolonu fora edecek, alayımızın üstüne salacaktı...Ayrıca bu ortaya çıkan zamparalıkları, Başkan Clinton'ın yaptıklarının bence binde biri bile değil...Bizim Kenan Erçetingöz bu Clinton'la televizyonda bir ‘‘Yüz Yüze’’ programı yapsın, karşısına oturtup ‘‘Biliyorsun benden bir şey kaçmaz Bill...’’ diye Clinton'ı bir sorguya çeksin, bakın adamın daha ne numaraları çıkıyor ortaya...Bu arada Clinton'ı yola getirip uslandırmanın da tek yolu var...Son kuşak Tanzimat zamparamız Kerem Alışık'ı devreye sokup, Kerem'i Başkan'ın karısı Hillary'nin üstüne salacaksın...Kerem önce en hislisinden iki şiir patlatıp kadını allak pullak edecek... Tam götürürken de, kendi malının elden gittiğini gören Clinton, malının derdine düşecek, diğer bilumum hatunlar da rahat soluk alacaklar...Bu Clinton işi böyle...*Geçtiğimiz haftanın en önemli olaylarından biri de Devlet Tiyatrosu'nda sahnelenen ‘‘Miss Margarida Yöntemi’’ adlı oyun sırasında, tiyatro oyuncusu Ülkü Duru ile seyirci Atilla Yerlikaya'nın oyun sırasında karşılıklı birbirlerini okşamalarıydı!..Olayı basından izlemişsinizdir...‘‘Miss Margarida’’ tek kişilik, seyirciyi de oyunun içine aktif olarak katan ‘‘interaktif’’ bir oyun...Miss Margarida bir öğretmendir... Oyunda seyircilerin oturdukları yer de adeta sınıf gibi kullanılır...Oyuncu sık sık seyircilerin arasına iner... Onlarla öğrencileriymiş gibi diyaloglar kurar, oyunun gidişine göre arada onları azarlar vs.İşte o gece de öğretmen Margarida'yı oynayan Ülkü Duru seyircinin yani öğrencilerinin arasına iniyor... Bu arada şunu belirteyim... Miss Margarida oyunda orta üçüncü sınıf öğretmeni... Seyircileri de orta üçüncü sınıf öğrencileri yerine koyuyor...Seyirciler arasında Atilla Yerlikaya da var...Hani her öğretmen sınıfta güya birine takar da ‘‘örtmen bana taktı’’ deriz ya, bizim Atilla'nın dediğine göre bu öğretmen Margarida da Atilla'ya takıyor!..Derken sürekli yan gözle kolladığı Atilla'yı dersi, pardon, oyunu izlemezken mi ne yakalıyor... Yanına gelip üç tane tokat aşkediyor Atilla'ya... Bu kadarla kalsa iyi... Öğretmen Margarida çocuğa kalkıp bir de, ‘‘Sen git Eylül'deki ikmallere gel’’ deyince, Atilla artık dayanamıyor... Zaten üniversiteyi yıllar önce bitirmesine karşın tekrar orta üçe başlamış, kafası bozuk... Öğretmenden tokadı yiyince yerinden fırlıyor, yaradana sığınıp öğretmene bir tokat da o çakıyor...Tabi bu durum üzerine ortalık karıştı... Olay, televizyonların, gazetelerin neredeyse bir numaralı konusu oldu... Köşe yazarları konuyla ilgili günlerce yazılar yazdılar, televizyon yorumcuları yorumlar yaptılar... Herkes birşeyler söyledi...Ama ben bu olayda Atilla'yı haksız buluyorum ve kendisine şunu söylüyorum...‘‘Öğretmenlerine karşı bu kadar kahramandın da okul yıllarında onlardan onca sopayı yerken aklın nerdeydi?..’’Sonuç olarak Atilla Yerlikaya yaptığı savunmasında, söz konusu oyunun seyirciyi de aktif olarak içine katan ve yurt dışında da örneği çok olan ‘‘interaktif’’ bir oyun olduğunu söyledi... Ve kendisinin aktif tokatçı olarak oyuna katılmasının ne kadar yanlış anlaşıldığını anlattı...Bu arada seyircinin aktif durumda olduğu tüm bu ‘‘interaktif’’ tiyatro tartışmaları yapılırken de benim hayatım kaydı... Cahilliğime kahrettim...Yıllar önce Londra'da ünlü ‘‘Cats’’ oyununu seyrediyordum...Oyuncuların tamamı kedi kılığındaydı... Bunların çoğunu ise, vücutlarına yapışık incecik taytlar giymiş fıstık gibi kızlar oluşturuyordu... Ve ‘‘Cats’’ de oyuncuların seyirci içine dağıldıkları, sürekli seyirciyle diyalog kurdukları moda deyimiyle şu sözünü ettiğimiz, ‘‘interaktif’’ bir oyundu...Derken oyun sırasında o vücuduna yapışık taytla neredeyse çıplak gibi duran kedi kılığındaki o nefis kızlardan biri, herbir şeyiyle kucağıma çöktü... Kolları boynumda, başını göğsüme sokup neredeyse altı yedi dakika öylece kucağımda oturdu...Şimdi o günü düşünüyor, ‘‘hiperaktif’’ tiyatrodan anlamadığıma inanın resmen kahroluyorum...Oysa, Atilla gibi ben de o gece ‘‘aktif’’ olup o oyuna, yani ‘‘Cats’’e ‘‘aktif’’ bir seyirci olarak katılsaydım, o koltukta hayatımın gecesini yaşayacaktım...*Ve haftanın bomba haberi ise politikti...Başbakan Mesut Yılmaz ve şurekası, memlekette sanki yapacak başka iş yokmuş gibi kafayı orduya sardırdılar... Ne demekse, çevreye, Genelkurmay Başkanı Karadayı'nın görevini uzatmak istediği dedikodularını itelemeye başladılar...Genelkurmay Başkanı böyle birşeyin sözkonusu olmadığını söyledi, askeri yetkililer bu konuda gereken cevapları verdiler tamam da...Şimdi iki kelam da bu politikacı takımına etmek lazım...Yahu sayın Liderler... Demirel'i, Ecevit'i, Erbakan'ı, Cindoruk'u, Baykal'ı, Yılmaz'ı vs.'si...Sizler, üstelik hiçbir şey yapmayan, ülkenin tepesine yıllardır akbaba gibi çöken sizler, görev sürelerinizi, onar, yirmişer, otuzar, kırkar uzatıyorsunuz da, Karadayı görev süresini neden bir yıl uzatamıyor ki?..Bu haftalık, ‘‘Haberlerden, ne haber?..’’ bu kadar...
Yazının Devamını Oku

Dizi

20 Mart 1998
Bir zamanlar ülkede bir fotoroman modası vardı... Gazete sayfaları fotoromanlarla doluydu... Özel fotoroman dergileri çıkıyordu...Memlekette fotoromanda oynamamış neredeyse adam kalmamıştı...Şimdi ise bu fotoromanların yerini televizyon dizileri aldı, etrafımız resmen başrolleri küçüklü büyüklü şarkıcılara, türkücülere oynatılan dizilerle kuşatıldı...Bir şarkıcı yakalayan, en hicranlısından birkaç satır bir senaryo çırpıştırıyor, fona da iki yanık şarkı, türkü patlattı mı oluyor sana televizyon dizisi...Bazı türkücü ve şarkıcıların daha kaseti çıkmadan, dizisi çıkıyor piyasaya...Böyle giderse yakında memlekette dizi çevirmemiş şarkıcı türkücü kalmayacak... Sıra güzel ıslık çalanlara gelecek sonunda...Geçmişte Yeşilçam'ın ocağına incir ağacı diken nedenlerden biri de, o zamanların ünlü şarkıcı, türkücü takımına fahiş paralar ödeyerek yaptırılan ve hiçbir sinema değeri olmayan abuk sabuk filmlerdi...İnşallah bu durum bu kez de televizyonların başına gelmez...Şimdi televizyoncular kalkıp ‘‘Sen ne diyorsun arkadaş... Yüce halkımız en çok bu dizileri seyrediyor... Sen kim oluyorsun da onların sanatsal zevklerine karşı çıkıyorsun!..’’ derse, ona da diyecek birşey yok valla... İki kişi dizileşirken bize de o zaman ot yemek düşer...Bu arada birçok değerli oyuncumuzun rol aldığı, keyifle seyredilen televizyon dizilerini bunların dışında tuttuğumu da söylemeliyim...TOPKAPIBen zamanında çok kez gırgır geçtiğimiz o ‘‘N'ayır n'olmaz’’lı eski Türk filmlerini, denk düşürdükçe televizyonlarda tekrar tekrar izliyorum...Ve çoğunu izlerken keyif aldığım bu filmleri, hele de yapım koşulları gözönüne alınırsa, zamanında eleştirirken pek hakça davranmadığımızı düşünüyorum...Örneğin geçen gece Kanal 6'da ünlü yönetmen Jeles Dassin ülkemizde çektiği, başrollerini dünya çapında yıldızlar Maximillan Schell, Peter Ustinov ve Melina Mercouri'nin oynadığı milyon dolarlara malolmuş ünlü Topkapı filmi vardı... Filme zor tahammül ettim...Aynı gün TRT 2'de izlediğim rahmetli Bilge Olgaç'ın ‘‘Açlık’’ filmi Topkapı'yı sekiz kere cebinden çıkarırdı...ALTYAZI KANDIRMACASITelevizyonda birşey seyrediyorsunuz... Aniden ekranın altından bir altyazı geçmeye başlıyor...Okuyorsunuz, altyazıda biraz sonra adeta bir ‘‘Devlet sırrı’’nın açıklanacağı yazıyor...Ve ‘‘Devlet sırrı’’nın açıklandığı saatte ise, eften püften, incir çekirdeğini doldurmayacak bir haberle karşılaşıyorsunuz...Bunu yapmayın beyler, ayıptır!..SON DURAKÇiğdem Anat ve Gürkan Zengin'in sundukları atv'deki ‘‘Son Durak’’ ilgiyle izlenen bir haber programıydı...Ama bizde biliyorsunuz adettendir; bir şey biraz fazla ilgi gördü mü, ‘‘Aaa yeter lan bu kadar ilgi...’’ deyip o işin ufaktan hayatını kaydırırız... ‘‘Son Durak’’ın da başına bu geldi... Program geceyarılarına doğru itelene itelene, adeta seyredilmesi olanaksız bir konuma getirildi...Geçen gece sabaha karşı saat 02.00'de ekranda hala ‘‘Son Durak’’ vardı... Oysa o saatte son duraklarda artık otobüs bile kalmamıştı...Akşam haberlerini izleyemeyen, bir yerlerden dönenler için gece haberleri çok yararlı, tamam da... Bu haberlerin gene de uygun bir saati olmalı...Ya bu saat işini ayarlayın... Ya da bundan böyle bizleri davulcularla, sahura kaldırır gibi gece haberlerine kaldırın...
Yazının Devamını Oku