Tekin Aral

Tebdil-i mekan

19 Nisan 1998
Bir süredir hem tarifsiz kederler içindeyim, hem de müthiş keyifliyim... Yani sizin anlayacağınız, hissiyatım karmakarışık olmuş bir durumda...Ben Üsküdar'da doğdum... Bekarlığımdaki o kuduruk dönemim ve evliliğimin ilk birkaç yılı hariç, hep Kadıköy yakasını mekan tuttum, yıllardır postu oraya serdim... Son yirmi yıldır da paşa paşa Göztepe'deki evimizde oturuyorduk...Bizim birbirimizi çok sevdiğimiz, çokça birlikte olduğumuz bir arkadaş grubumuz var... İşte bu gruptan inşaat işlerini bilen çok sevgili bir arkadaşımız, ‘‘Zaman kötü, kör tuttuğunu öpüyor... Bu zamanda dağınık yaşanmaz, kurda kuşa yem olacağız...’’ deyip bize, hepimizi biraraya toplayacak evler yaptı... Bir süre önce de o yeni evimize taşındık...Ağlaşmam, yazımın başında sözünü ettiğim tarifsiz kederlerimin nedeni bu...Doğup büyüdüğüm, yıllarca yaşadığım anavatan Kadıköy'den İstanbul yakasına resmen salya sümük ağlayarak, sürüne sürüne geldim...Evi yerleştiren karım, ilk gün beni elimden tutup yeni eve götürdüğünde, aynen rahmetli annemin beni elimden tutup yatılı okuduğum ilkokula götürdüğü ilk günkü duygular içindeydim...Gözlerim dolu dolu, alt dudağım da aşağıya sarkık bir durumda idi...***Ama artık buralara alıştım... Şimdi her fırsatta yeni muhitimde dolanıp duruyor, sürekli etrafı kolaçan ediyorum... Ben vakti zamanında, bu İstanbul yakasında ikamet ettiğim devirler, vampir gibi sürekli geceleri yaşadığımdan, buraları gündüz gözüyle adam gibi görmemişim... Meğer bu İstanbul'da neler varmış da bihabermişiz... Kısacası, daha bir ay oldu olmadı, yeni memleketime iyice alıştım... Artık trilyon verseler de kimse beni Kadıköy'e geri götüremez... Hem Kadıköy dediğin ne ki Allah aşkına... Adı üstünde ‘‘köy’’ işte... Diil mi efeem!..Bu bizim yeni muhitte hareketin bini bi para... Üst yanımız Etiler, alt yanımız Arnavutköy...Memlekette ne kadar bar, meyhane, tıkınılacak lokanta varsa, alayı bu Etiler'de...İşin benim için tek tehlikeli yanı, 30 yıldır ıslahı nefs edip paşa paşa bu bar hayatından çekilmişken, tekrar kafayı sardırıp yuvadan uçma, barlara düşme olasılığı...Zaten Etiler'deki bu barların önünden geçerken karım sürekli beni lafa tutup oyalayarak, buralara bakmamı, kafayı bu barlara takmamı önlemeye çalışıyor.Yeni evimizin en esaslı özelliği, Akmerkez'in yüzelli ikiyüz metre alt tarafında olması... Daha ne diyeyim ki size, şimdi anladınız mı ne kadar önemli bir yerde oturduğumu?..Geçen gün kapı çaldı... Açtım, yanında karısı ve üç çocuğu, belli ki uzaktan gelmiş bir arkadaş, ‘‘Abi Akmerkez burası mı?..’’ dedi.Yani, o kadar yakınız bu Akmerkez'e...Günde her an 300 bin nüfusu barındıran bu ‘‘yeni ilimizle’’ ilgili bir hayli şeyi sizlere daha önceki bir yazımda yazmıştım...Bu Akmerkez'in söylendiğine göre, Avrupa'da eşi yokmuş... Zaten tam üç kez de Avrupa'nın en büyük, en güzel alışveriş merkezi seçilmiş...Yüzde doksanı ay ortasını zor getirebilen, hayli züğürt sayılabilecek bir toplumun Avrupa'nın en birinci alışveriş merkezlerinden birine sahip olması da çok gırgır bir durum, o da ayrı tabii...Geçtiğimiz bayram arifesi, gelen giden olur diye, evin eksiğini gediğini ikmal etmek üzere karımla Akmerkez'deki Makro denen süpermarkete gittik... Eve en yakın yer olduğundan ve de her bir şey bulunduğundan eşim burayı peylemiş, evin öteberisini buradan alıyormuş...Bu Makro'da gerçekten yok yok... Yalnız Makro'dan alışveriş yapabilmeniz için sizin cepte de bayağı ‘‘makro’’ para olması lazım...İçerde dolanırken bir ara balık reyonunun önüne geldim... Balık almaya niyetlendim...Allah sizi inandırsın, Kalkan balığının kilosu 7.5 milyon liraydı... Ben hayatımda Kalkan'ın böyle kalkmışını hiç görmedim...Bir ara şöyle iki ikibuçuk kiloluk bir tanesini gözüme kestirdim, eşime, ‘‘Yahu kurban olarak kalkan kessek ne olur ki, aşağı yukarı o da koyun fiyatına geliyor’’ dedim...***Etiler'de daha önce de söylediğim gibi, Çin'inden Hint'ine, Tayland'ından Amerika'nına lokantanın bin cinsi var...Örneğin Friday's adlı bir Amerikan restoranı var, burada insan kendini resmen o kovboyların yemek yediği restoranlardan birindeymiş gibi hissediyor...Geçen gün bu restoranda kendisini kovboy zanneden 15 yaşında bir çocuk, kasabanın şerifi zannettiği restoranın park kahyasını pipisinden vurdu...Bizim Etiler'in ekmekçileri bile bir başka... Geçen gün karım telefon edip eve gelirken ekmek almamı söyledi ve bana bir yer tarif etti... Söylediği yere geldim... Fırın arıyorum... Karşıma koca bir villa çıktı... Adı Paul olan bu yer, acaip bir yer... Millet bir çeşidinin peşinde koşarken, burada siyah zeytinlisinden yeşil zeytinlisine, cevizlisinden bademlisine tam kırkbeş çeşit ekmek var... Ben şahsen buranın ekmeklerini tutmadım... Ekmek dediğinin içinden öyle zeytin, badem falan değil, çivi, çorap, urgan, jilet falan çıkacak ki, ben ona has ekmek diyeyim...Fransız kökenli olan bu Paul'de ekmek fiyatları ekmek değil, pasta fiyatına... Aslında fiyat politikaları, belli ki eski kraliçeleri Marie Antoinette'in, zamanında Fransız halkı için söylediği ‘‘Ekmek bulamıyorlarsa pasta yesinler...’’ mantığının bize itelenmiş bir şekli...***Bizim bu yeni muhitimizin üst tarafı olduğu gibi, bir de alt tarafı, yani Arnavutköy bölümü var...Yeni evimize taşındığımızdan beri her pazar eşimle Arnavutköy'e iniyoruz... Oradan Bebek ya da Kuruçeşme'ye yürüyoruz...Burada insanlar sırtlarında eşofmanları deniz kenarında ailecek ordular halinde yürüyorlar... Bu yürüyenlerin hepsinin de maşallahı var... En azı doksan, yüz kilo çeker... O Boğaz yollarını belli ki de zayıflamak için tepiyorlar...Ama bu nasıl işse, bu yürüyen arkadaşların bir ellerinde dondurmalı kağıthelva, bir ellerinde de köfte ekmek var... Ayrıca Boğaz'da mevzilenmiş tüm dürümcü ve köfte ekmekçilerin kuyruklarında bu zayıflamak isteyen eşofmanlı Boğaz yürüyüşçüsü takımı hep ön safı tutuyorlar...Ben dört haftasonudur Boğaz'a iniyorum, bu güya zayıflamaya çalışan yürüyüşçü takımını her seferinde kilo almış görüyorum...Biz aslında denizkenarına arabayla iniyor, arabayı bir kahyaya emanet edip, daha sonra sahilde dolanmaya başlıyoruz...Bu kahyaların da aynen Borsa gibi günlük kurları var... Bir gün üçyüzelli bin lira alıyorlar sizden, hemen ertesi gün beşyüzbin lira diye çöküyorlar gırtlağınıza...Bizim Bebek'te favori yerimiz, gerçekten çok keyifli bir yer olan Bebek Cafe... Siz ‘‘Cafe’’ dediğime bakmayın aslında orası resmen bildiğimiz ‘‘Kahve’’... Yazarı, çizeri, sinemacısı herkes pazar sabahları soluğu Bebek Cafe'de alıyor...Bu Bebek Cafe'in özelliği çişe bile giderken sandalyeni kıçından ayırmayacak, gideceğin yere sandalyenle birlikte gideceksin... Zira köşekapmaca oyunu gibi yerinden kalktığın an yerine anında başkası çörekleniyor...Ünlü Divan'ın da Bebek'te hemen denizin üstünde, manzaralı nefis bir yeri var...Yalnız özellikle haftasonları bu Divan'da yer bulabilmek, bir yere oturabilmek için garsonların önünde de adı gibi el pence divan durmak lazım...Bizim bu Arnavutköy ve Bebek havalisi bir rivayete göre balık cenneti... Burada bir alay da ‘‘Balık Lokantası’’ var...Geçen hafta bunlardan, benim her zaman tercihim olan salaş görünümlü bir tanesine girdik... Öyle bir serüven yaşadık ki, şimdi burada anlatmaya olanak yok... Bunu daha uygun bir zamanda anlatırım... Dilerseniz size yalnızca hesap bölümünü anlatayım...Garson bize bir hesap pusulası getirdi... Koca listede ben hiçbirşeyi okuyamadım, okunması mümkün tek şey hesabın sonundaki bilmem kaç milyonluk rakamlardı...Garsona, ‘‘Yahu kardeşim bu ne?.. Ne yedik içtik ki bu kadar tuttu?..’’ dediğimde...‘‘Orda hepsi yazıyor abi...’’ dedi.‘‘Ben okuyamadım, şunları gel sen oku’’ dedim...Aldı baktı... Kendi yazdığı yazıyı o da okuyamadı...Oturduğumuz yer hemen yol kenarı bir yerdi... O ara önümüzden geçen gençten bir arkadaşı çevirdim...‘‘Kardeş şunu bir okusana...’’ dedim...Evirdi, çevirdi o da okuyamadı
Yazının Devamını Oku

Nereden seçtim o zalim kadını!

18 Nisan 1998
Uğur Dündar geçen geceki ‘‘Arena’’ programında, Şişli Belediye Başkanı Gülay Aslıtürk'ün memleketi nasıl soyup soğana çevirdiğini bir kez daha ekranlara getirdi...Bu hatunun şu anki soyadı Aslıtürk, ama gerçekte aslının ne olduğu hayli karışık...Arena'da Uğur para tırtıklamada Gülay'ın tetikçiliğini yapan birtakım adamları kovaladı, programda birtakım kişilerin adlarını açıkladı... Yetkililer, ilgililer Uğur'un girdiği o yerlere neden girmez, o adamların yakalarına neden yapışmaz anlaşılır gibi değil...Hakkında tutuklama kararı çıkan Gülay Hanım durumu tehlikeli görmüş, postu serdiği İngiltere'den tası toprağı toplayıp kapağı Amerika'ya atmış... Tabi, Tansu ablasından biliyor... Arkanı Amerika'ya verdin mi gerisini merak etme sen...Önceki hafta bizim Hürriyet Pazar'da yazmıştım... Bunlar değil Amerika'ya vurgunu yapıp Uzay'a da giderler...Bu arada gerçekten baştacımız olan kadınlarımızla da hafiften dertleşmek istiyorum...İş yaşamımızdaki başarılı tüm kadınlarımızı, genç kızlarımı gözlerinden öpüyorum... Tamam da...Ülkenin çok önemli iki yerine iki kadın getirdik, ikisi de ortalığı talan etti... Peki bu ne iş?..A TAKIMISavaş Ay'ın ‘‘A Takımı’’nın geçen geceki konuğu bir para olayı nedeniyle hapse giren ve cezasını tamamlayıp cezaevinden çıkan rock şarkıcısı Haluk Levent'ti... Önce Haluk Levent'e geçmiş olsun diyorum... N'apalım, hayatta olur böyle şeyler...Savaş Ay'ın Haluk'u daha cezaevinden çıktığı günün gecesi programına çıkarma nedeni, sanırım Haluk'un çek işinden hapse düşmüş yanı değil, dinleyenlerinin özlediği müzikçi yanıydı...Zaten bu memlekette ‘‘çek, senet’’ işinden televizyona adam çıkarmaya kalksan, ‘‘A Takımı’’ değil, televizyonların tüm programları yetmez...Bu arada programa telefonla katılanlar, fax gönderenler oldu... Kimi Haluk'un özgürlüğüne kavuşmasından duyduğu sevinci belirtti... Kimi de hem Haluk'u hem de onu programına çıkaran Savaş'ı kınadı... Hele bu konuda Savaş, programa telefonla katılan bir öğretmenle bayağı cebelleşti...Benim derdim sevgili Savaş'ın programına kimi, ne zaman çağırdığı değil... Bugün Haluk'u çağırır, yarın bakarsınız hapisten çıkmış bir yazar çizeri konuk eder...Benim kafamın takıldığı, programın diğer yanıydı...Programda birden bir Prestij Müzik havası esmeye, bu müzik şirketinin lafı dolanmaya başladı...Hatta Savaş, ekranda gördüğümüz, programın başından beri orada oturan türkücü çocuk Onur'un aslında orada bu Prestij Müzik'i temsil ettiğini söyledi... O da yetmiyormuş gibi, ‘‘Bakın daha bu Prestij'den burada kimler var?..’’ deyip sahneye patron, şarkıcı, birilerini daha getirdi...Zaten hemen arkadan da o müzik şirketinin asıl sahibi Mahsun Kırmızıgül, kendisine ayrılmış özel hattan girdi telefona... Ve bir garip ‘‘Prestij’’ muhabbeti başladı...Şimdi çok belli ki, bu Haluk Levent arkadaş ayağının cezaevi tozuyla bir kaset yapacak ve bu kaseti de sözünü ettiğimiz müzik şirketi çıkaracak... Haluk Levent belki de o şirketin anlaşmalı elemanı... Onu bilemem...Ama benim sözüm Savaş'a...Yahu Savaş, kör kör gözüm parmağına böylesine açık bir ticari muhabbetin, sözümona duygusal birtakım lafların döktürüldüğü böyle bir reklamın senin programında ne işi var ki?..Prestij Müzik'i, şarkıcısı, türkücüsü her zaman kurtaracaklar çıkar...Ama bizim ‘‘prestij’’ bir gitti mi, gitti gider, inan ki hiç kimse de kurtarmak için kılını kıpırdatmaz!.. Hani söyleyeyim dedim...ERMAN HOCABen aslında hakemlerin maçlarda yaptıkları değerlendirme hatalarının televizyonlarda eleştirilmesine pek sıcak bakmıyorum...Hele bir hakemin bir saniyede karar vermek durumunda olduğu bir pozisyonu ekranlarda ‘‘Yönetmenimizden bir daha rica edelim...’’ ya da ‘‘Bir de pilot kameradan amuda kalkarak izleyelim Uğur'cuğum...’’ yöntemiyle eleştirilmesini hakça bulmuyorum...Televizyonlarda bu hakem eleştirisi olayını ‘‘Kale Arkası’’ programıyla Erman Toroğlu başlattı...Erman'ın o programları, zaman zaman resmen adaletin tartışıldığı ilginç programlardı... ‘‘Kale Arkası’’nın bir özelliği de, hepimize bir yandan futbol kanallarını öğretmesiydi...Sonra o program bitti... Erman mesaiyi başka programlarda sürdürmeye başladı... Ama Erman'ın tarzı ve tavrı da değişti... Toroğlu, incesine kalınına bakmadan hakemleri satırlamaya, onların o bir saniyede verdikleri kararları Akmerkez'de film izler gibi saatlerce izleyip alayını ince kıyım doğramaya başladı...Ama Erman Toroğlu geçtiğimiz pazar günkü ‘‘Maraton’’da eski Erman Hoca gibiydi...Önce yılların spor yazarları dahil hepimize, Galatasaray-Altay maçındaki frikik pozisyonu nedeniyle bir ‘‘baraj’’ kuralını öğretti... Ve böylece Altaylı Serdar'ın nasıl haybeye kırmızı kart görüp oyun dışı kaldığı ortaya çıktı...Cümlenin başında ‘‘yılların spor yazarlarının’’ da bu kuralı bilmediklerinden söz ettim... Zira hakemin bu büyük kural hatasını ertesi gün bir ikisi hariç hiçbir spor yazarı yazmadı... Bizim Turgay'ın dışında hele de ‘‘Galatasaray yazarı’’ arkadaşlar yanından bile geçmedi...Hele Filipescu'nun ‘‘dağları delen Ferhat’’ gibi Altay barajını delip duman ederek Hagi'ye attırdığı golü gene Erman gündeme getirdi... Galatasaraylı yazar arkadaşlardan gene tıs yok...Ben şimdi en çok Erman Hoca'ya, ‘‘Eyyam Hoca’’ diyen sevgili Hıncal'ın bu pozisyonlara ne diyeceğini merak ediyorum... Bakalım Erman'ın hakkını teslim edecek mi?..Yahu sakın ola yanlış anlaşılmasın... Galatasaray'ın galibiyetine toz kondurmaya kalkmıyorum... Zaten ‘‘6-1’’lik bir sonucun da davası olmaz...Ben yazıyı Erman Toroğlu açısından yazdım... Uzun zamandan beri ilk kez polis hafiyesi değil, eski ‘‘Kale Arkası’’ günlerinin Erman Hoca'sı gibiydi...
Yazının Devamını Oku

Selami’lere dikkat!

12 Nisan 1998
Selami benim çok eski bir arkadaşımdır... Yıllar önce İzmir'e yerleştiğinden, epeydir görmüyordum...Geçtiğimiz hafta bir gün gazetedeki danışmadan aradılar... Bir ziyaretçim olduğunu, arkadaşım Selami beyin beni görmek istediğini söylediler...Önce çıkaramadım... Ama Selami telefonu danışmadaki arkadaşın elinden alıp, ‘‘Oğlum ben Selami... Sana sürpriz yaptım...’’ deyince bizim Selami olduğunu anladım... Çok da sevindim... Görevli arkadaşlara kendisini beklediğimi söyledim...Söyledim ama, sonra kafama dank etti...‘‘Eyvah!.. Lan ne yapacağız şimdi?..’’ diye yerimden fırladım...O sırada bizim Kelebek'in sayfa sekreterlerinden Alpaslan'la benim TV sayfasını çalışıyor, yazıları, resimleri, karikatürleri falan yerleştiriyorduk...Benim yerimden ok gibi fırlayıp masanın üstünü toparlamaya çalıştığımı gören Alpaslan:‘‘Hayrola abi, bir şey mi oldu?..’’ dedi.‘‘Daha ne olsun ki?.. Selami geliyor... Eski bir arkadaşım... Hem sen şimdi soru sormayı bırak da yardım et, şu öteberiyi toplayalım!..’’Bizim cahil genç, saf Alpaslan;‘‘Abi, insanın arkadaşının ziyarete gelmesiyle ne olur ki?.. Altı üstü bir kahve ya da çay içer...’’ diyorken de Selami daldı içeri...Sarıldık, öpüştük... Tam bir iki kelime ediyorduk ki, birden gözünü masanın üzerindeki öteberiye dikti ve, ‘‘Bana bak, senin düşünceli bir halin var’’ dedi...‘‘Yok valla bir şey... Alp'le bir eksiğimiz gediğimiz var mı diye benim sayfaya bakıyorduk...’’‘‘Eee, tabii seninki de zor birader... Her şeyi izleyeceksin, düşüneceksin, onca espriyi bulacaksın, yazacaksın, çizeceksin...’’Ben başıma geleceği ufak ufak anlamaya başladığımdan, ‘‘Yok yok, benim işim hiç öyle sandığın gibi zor falan değil... Valla toplasan günde iki dakika bile sürmüyor... Hele espri kısmı tam çocuk oyuncağı... Denizde kum, bende espri... Bazen bir oturuşta altıyüz tane espri buluyorum, kara kara şimdi bunca espriyi ne yapacağım diye düşünüyorum.’’Ama ben tüm bunları haybeye söylüyordum... Selami, ‘‘Bunlarla sayfa olmaz... Bak şimdi ben sana bir sayfa yapacağım, bugüne dek bakalım böylesi görülmüş mü?.. Arkadaş dediğin böyle günde belli olur...’’ diye masanın üzerindeki malzemelere dalmıştı bile... Bu arada ceketi falan da çıkarmıştı...Ondan sonra başladık Selami ile boğuşmaya...Ben elindeki malzemeleri kurtarmaya çalışıyor, o ise, ‘‘Bunları boşver, bunlar yaramaz... Şimdi sayfanın kralını yapacağım sana...’’ diyordu...Bu arada Alpaslan, Selami'nin elinden kurtarabildiğimiz malzemeyi kapıp tüymüştü...Sonunda ben de sanki sayfayı onun dedikleriyle yapacakmışım falan gibi bir havaya girdim... Bir süre sonra da Selami'yi güç bela başımdan savıp, yolcu ettim...Giderken, ‘‘Bu sayfa çıktığında gelecek telefon ve faksları göreceksin... Bakalım tarih böyle bir şey yazmış mı?..’’ dedi.***Hayatta, her şeye yeteneği olduğuna, her şeyi en iyi bildiğine, üstelik yaptığına inanan ‘‘Sen neymişsin be abi?..’’ler vardır... İşte Selami onlardan biri, bu tip kişilerin belki de ağababasıdır...Ben Selami'yi yıllar önce bizim berber Mehmet'in dükkanında tanımıştım...Saçıma başıma en düşkün olduğum yıllardı... Mehmet'e traş olmak için otobüslere binip ta Ankara'lardan geliyordum...Bir gün oturmuş traş oluyordum... Birden yan koltuktan biri seslenmişti Mehmet'e:‘‘Arkadaşın yüzü yuvarlakça... Onun için yanları biraz fazla al... Üst taraf kabarık kalsın... Enseyi de iyice incelt... Ona en iyi böyle gider...’’Öyle bilgece konuşuyordu ki; bayağı etkilenmiştim, ses edemedim...Traştan sonra sokağa çıktığımda ise her gören, ‘‘Bu eşek traşını nerede oldun?’’, ‘‘Kim kırptı lan seni böyle?..’’ diye benle dalga geçmişti.Berberdeki tanışıklığımızı sürdürmüş daha sonra arkadaş olmuştuk Selami ile... Dahası ikimiz de evlendikten sonra bir süre aynı sokakta bile oturduk...Dedim ya, her şeyden anlardı Selami... Ya da anladığını sanırdı... Ama en tehlikeli yanı, herkesin yardımına koşmasıydı...Örneğin yolda kalmış bir araba görürdü... İki eli kanda olsa, hemen arabasını durdurur, ceketi fora edip arızalı arabanın başına çökerdi...‘‘Geçmiş olsun... Nesi var arabanın?..’’‘‘Sağolun önemli bir şey değil... Marş basmadı ama, hep yapar... Bir iki dakika bekleyip bir daha basarsam alacak...’’Ama işin peşini bırakmazdı Selami:‘‘Yoo bu iş sizin zannettiğiniz gibi öyle basit, marş işi değil... Şimdi sen şöyle çekilde ben önce şu karbüratörü bir sökeyim... Karbüratörde bir şey yoksa, motoru daha sonra indiririz...’’Sonra da başlardı adamın arabasında sökülecek ne varsa sökmeye... Motoru, şanzımanı dağıttıktan sonra da işin içinden çıkamayıp adama, ‘‘Yok azizim, olmuyor... Bu araba iyice dağılmış, sen bunu bir toplattır...’’ derdi.***Evde atan sigortayı onarayım derken, nasıl beceriyorsa tüm semti iki gün elektriksiz bırakması olağan işlerdendi...Giyimine de çok düşkündü... Hazır elbiseyi sırtına komaz, elbiselerini ısmarlama yaptırır, Parmakkapı'daki terzi Hakkı'ya diktirirdi...Ama terzinin işine de karışmadan duramadığından, daima bir paçası uzun, bir paçası kısa, ya da bir kolu dizboyu, diğer kolu japone kol gib ikısa gezerdi...Ben bu Selami ile yakın olduğum arkadaşlık yıllarımda ne istediğim yemeği yiyebildim... Ne de dilediğim filmi görebildim... Oysa bayağı inisiyatif sahibiyimdir ve kolay kolay da etkilenmem... Ama bu, af buyurun zepevenk, beni de etkiliyordu...Kafasına estiğinde Başbakan'a, bakanlara, belediye başkanlarına telefon eder, onlara ulaşmaya akıl vermeye çalışırdı... O gün anlattığına göre, halen de öyleymiş...(Ama memleketin gidişatına bakılırsa, bizim Selami onlara bir türlü ulaşamıyor galiba!.. Zira burada dalga geçiyoruz ama, bizim Selami'nin fikirleri bu politikacı takımından evvelallah her zaman daha geçerlidir...)Selami'nin sağlık konularında da engin bilgisi vardı...Bir tarihte karısı böbrek taşı ameliyatı olacaktı... Ameliyatı da Selami'nin sigorta hastanesindeki teyzeoğlu yapacaktı... Hatır işi, sırtına bir önlük geçirip ameliyata Selami de girdi... Böbrek taşı yerine az kalsın karısının dalağını aldırıyordu... Yahu hangi birini anlatayım ki?..Bir gün sisli bir havada kaptan köşküne kaptana yardıma çıkmış, vapuru Kadıköy yerine Hayırsızada'ya yanaştırmıştı...Ama Selami'nin benim için en kral olayı, sopa yediği o nikah olayıdır...Yakın bir arkadaşımız evleniyordu... Hep birlikte kalktık, nikaha gittik... Tam nikah kıyıldı... Yanımızda oturan Selami birden yerinden fırladı... Nikah masasına koştu... Ve gelinin ayağına bastı... Selami biraz irice olduğundan, gelin bir avaza bağırmaya, acıyla kıvranmaya başladı...Gelinin ağabeyleri ve akrabaları, Selami'ye bir giriştiler... Ağız burun dümdüz, Selami'yi ellerinden zor aldık...‘‘Bizim oğlan akıl edip gelinin ayağına basamaz, onun yerine önce davranayım dedim...’’ dedi Selami...Sonra ben Selami'yi uzun süre göremedim...Derken çoluk çocuk, dahası üst kattaki kiracılar, topluca uzun süre hastanede yattıklarını öğrendim...Benim de bildiğim, Pendik'te babadan kalma bir arsası vardı... Oraya ev yapmaya karar vermiş... Fakat ev yapılırken, her bir şeye karıştığından haftasına kalmadan ev başlarına çökmüş...***O gün Selami'yi savdığımdan yarım saat sonra işimi bitirip çıkmak üzere aşağı indim...Selami'yi hala bizim Danışma'daki arkadaşlarla konuşurken görünce, beynimden vurulmuşa döndüm.Bana ‘‘Sen git, benim burada biraz daha işim var’’ dedi... ‘‘Ertuğrul Özkök'le görüşüp ona sizin gazeteyle ilgili projelerimi anlatacağım... Göreceksin Hürriyet rakiplerini ikiye katlayacak...’’
Yazının Devamını Oku

Uzaya bir ikii

5 Nisan 1998
Aslında ne kirli çıkıyız biz... Bu milletteki para Amerika'da varsa şerefsizim... Ve de bunca soyguna, talana para dayandıracak dünyada bir ikinci ülke varsa bileklerimi keserim...Eniştesinden bacanağına, yeğeninden yiyenine gelen götürüyor, giden söğüşlüyor; buna karşın yazıyı yazarken elimi cebime attım, örneğin cebimde bu vicdansız takımının tokatlayamadığı hala aslanlar gibi kırkbeş milyon para var...Engin Civan voliyi vurup enginlere açıldı... Ne arayan var, ne soran...Halil, Amerika'larda Halil İbrahim bereketi içinde Tochack kebabı yapıyor...Son bomba ise gene bir sarışın bomba!..Şişli'yi muhtelif yerlerinden şişleyen eski Belediye Başkanı Gülay şu an sırra kadem durumda...Babası İlyas Bey gazetecilere, ‘‘Gülay bavulla götürmüş diyorsunuz... Başkaları vagonla götürüyor’’ buyurmuş...İşte bu çok önemli bir nokta... Yarın öbür gün, bu vagonla götürmeye karşı, bavulla götürme durumu mahkemede Gülay için hafifletici neden olarak bile görülebilir, Gülay da bu işten rahatça yırtar... Kader utansın, zira memleket neredeyse artık bu duruma geldi...Gülay hanımın götürü usulde yaptığı bu icraatı bildiğiniz gibi bizim Yalçın Bayer ortaya çıkardı...Bizim sevgili Yalçın Bayer çok tehlikeli bir tiptir... Haberle yatar, haberle kalkar... Gece aklına biri takılıp yataktan fırladığı, pijamayla haber ve adam peşine düştüğü çok olmuştur...Gazetedeki odası benim odamın tam karşısındadır... Odasına ilk girdiğinizde kesilmiş gazete kupürlerinden, yığılı eski gazetelerden, üst üste bir alay dosyadan Yalçın'ı önce pek göremezsiniz... Yalçın'ın yerini bu öteberi arasından tavana doğru yükselen sigara dumanından saptarsınız...Ben Yalçın'ın bürosunu hep, o gençliğimizde hayranı olduğumuz Mayk Hammer'in bürosuna benzetirim... Sekreteri de bende hep Mayk'ın sekreteri Velda havası uyandırır...Dünya şekeri Yalçın'ın odasına ne zaman girsem, ‘‘Lan n'olur, n'olmaz, olur a bir yanlış laf ederiz de haberlik oluruz...’’ diye olabildiğince az konuşmaya çalışırım... Ayrıca konuşurken de dikkatli davranır, Mesut Yılmaz gibi dura dura, düşüne düşüne konuşurum...Geçen gün Yalçın odama uğradı... Sırtımda siyah şıkça bir gömlek vardı...Bir ara yaklaşıp gömleğin kumaşına baktı ve ‘‘Hımm, çok güzel... Abi bunu nereden aldın?..’’ diye sordu.Hayatta alangirli hiçbir işim olmamasına karşın, elim ayağım birbirine dolandı... Resmen fenalık geçirdim...*İşte böyle... Mangırı kapan tüyüyor, memleketin anasını satan buhar olup uçuyor... Sonra ara ki bulasın...Geçenlerde gazetelerde ve televizyonların haber bültenlerinde vardı...Uzay Yolculuğu ve Uzay Tatili konusundaki çalışmalar hızla ilerliyormuş...Amerika'da, NASA ile uzaya gezi düzenleyecek özel Turizm Şirketleri arasında bu konuda şimdiden rekabet bile başlamış...İlk hesaplara göre uzaya gitmenin bedeli 10 milyon dolar civarında olacakmış...Şu fiyatları biraz makul tutsalar, bizim memleketten uzaya tüyecek en az beş milyon kişi çıkmazsa şerefsizim...Bu arada uzaya düzenlenecek turlar yanı sıra, dileyenlere özel araç da kiralanacakmış...*Evin içinde bir telaş, bir koşuşturmadır gidiyordu. Evin hanımı mücevherlerini kutulardan çıkarıp bir torbaya dolduruyor, kocası ünlü işadamı Kocadötzadeler'den Abdülgaffar Kocadöt ise yığınlarla dövizi bavullara doldururken, bir yandan da salonun penceresinden heyecanla dışarıyı gözlüyordu...‘‘Bu işi çok iyi akıl ettik Abdülgaffar’’ diye seslendi karısı... ‘‘Bugüne dek önüne gelen Amerika'ya kaçıyordu... Zaten Amerika demode oldu. Hem bizi orada gelir bulurlardı belki de...’’‘‘Tamam, tamam’’ dedi Abdülgaffar... ‘‘Şimdi bırak konuşmayı da, bir an önce toparlanmaya bak... Adamlarla randevu saatimiz yaklaşıyor... Çekip giderlerse mahvoluruz. Bu iş için bir servet verdim...’’Az sonra da toparlandılar. Abdülgaffar'ın iki elinde içleri tıkabasa dövizle dolu iki bavul vardı. Karısı ise mücevherlerini koca bir torbaya tıkmış, yirmiye yakın kürkünü taşıyamayacağından, yalnızca en sevdiği ve en pahalı olan ikisini yanına almıştı. Kapıda beklemekte olan Abdülgaffar'ın bir hafta önce aldığı, son model Kadillak Limousin arabalarına koştular...‘‘Biraz acele et’’ dedi Abdülgaffar şoförüne... ‘‘Yarım saatimiz var... Hem öyle arka yollardan falan git de tanıdık birine rastlamayalım...’’Bir süre şehrin arka yollarından gittiler... Sonra da anayoldan çıkıp, uçarcasına şehir dışına çıkmaya başladılar. Abdülgaffar Kocadöt sık sık saatine bakıyor, bir yandan da arkalarından gelen var mı diye otomobilin arka penceresinden yolu gözlüyordu.Artık iyice şehir dışına çıkmışlar, tarlaların olduğu bir yere gelmişlerdi. Kocadöt, önce şoföre yavaşlamasını söyledi. Sonra da kafasını iyice cama dayayıp, gecenin karanlığında dikkatle dışarısını gözden geçirmeye koyuldu. Derken sevinçle bağırdı:‘‘Tamam, tamam!.. İşte orada!.. Tam zamanında geldik...’’Az ileride, tarlaların ortasında, kocaman uzun bir cisim duruyor, karanlıkta adeta bir minareyi andırıyordu. Az sonra o uzun cismin yanına geldiler. Bu Amerikalılar'ın uzay seferleri için yaptıkları yeni roketlerden biriydi... Abdülgaffar Kocadöt, uzun uğraşlar ve pazarlıklardan sonra bu roketi Amerika'dan daha uzay turları henüz başlamadan kiralayıp özel olarak getirtmişti...Arabadan çıktılar, ellerinde bavullar, düşe kalka tarlaların ortasından rokete doğru koşmaya başladılar.Roketin yanına geldiklerinde kendilerini kapıda üzerinde astronot kıyafeti olan biri karşıladı. Ve İngilizce bir şeyler söyledi. Kocadöt adamın söylediklerini anlamadı. Başbakan'ın işadamlarıyla birlikte yaptığı gezilere katılmış, oralarda üçbeş kelime İngilizce öğrenmişti ama, adamın söylediklerini anlamaya yetmiyordu. Allah'tan Cepçizadelerin kızı olan karısı birkaç yıl Amerikan Koleji'ne gitmişti de o biliyordu İngilizce.Astronot kıyafetli adamın söylediklerini de hemen tercüme etti zaten:‘‘Küçük asansöre binip üst taraftaki mekiğe çıkmamızı istiyor...’’Ve asansöre binip üst taraftaki küçük bölüme çıktılar. İçerisi bir sürü aletler ve göstergelerle doluydu. Az sonra da astronot geldi yanlarına... Önce büyük bir gürültüyle oturdukları yerde biraz sarsıldılar. Astronotun bir düğmeye basmasıyla da bulundukları yerden gökyüzüne doğru fırladılar. Para dolu bavullara, mücevher dolu torbaya sıkı sıkı sarılmış sevinçten uçuyor, gidecekleri yeni alemde yaşayacakları tatlı günleri hayal ediyorlardı.Ve az sonra, daldıkları tatlı hayallerin etkisiyle uyuyakaldılar.Uyandıklarında mekiğin içi rengarenk ışıklarla dolmuştu. Aşağılardan bir yerden de gürültüler geliyordu... Abdülgaffar Kocadöt uyanıp mekiğin penceresinden aşağıya baktı. Ve gözlerine inanamadı, gelmişlerdi... Nihayet başarmışlar, kendilerini kimsenin bulamayacağı Merih'e gelmişlerdi... Sevinçle karısına sarıldı...Mekik gezegene konduğunda hemen toparlandılar. Karısı mücevher torbasını ve kürklerini, Abdülgaffar da içinde bankalardan ve piyasadan götürdüğü paralarla toparladığı dövizleri taşıdığı bavullarını sırtladı. Mekiğin kapısını açıp aşağı indiler.İnmeleriyle birlikte de donup kaldılar. Aşağıda toplanmış binlerce Merihli el kol işaretleri yaparak bağırıp çağırıyor, Abdülgaffar ve karısının üzerine doğru koşuyorlardı. Abdülgaffar geriye, mekiğe dönmeyi düşündü... Ama mekik çoktan havalanmış, dünyaya dönmek üzere yola çıkmıştı. Az sonra gelip ikisini de yakaladılar. Karga tulumba en önde duran ve diğerlerinden daha değişik giyinmiş olan birinin önüne getirdiler. Merihli Abdülgaffar Kocadöt'e şöyle bir baktı ve kızgın kızgın:‘‘Senin geleceğini antenlerimizle öğrenmiş, seni bekliyorduk Dünyalı... Derhal bu gezegeni terk edeceksin...’’ dedi...‘‘N'ayır, n'olamaz’’ diye inledi Kocadöt. ‘‘Biz ayrı dünyaların insanları olabiliriz ama, maksat kalpler bir olsun. Burada birlikte kardeşçe yaşayabiliriz...’’‘‘Hastir lan!..’’ dedi Merihli... ‘‘Senden önce ellerinde böyle bavullarla buraya gelen kişiler de böyle söylemişlerdi... Sonra alayımızı dolandırıp soydular, kıçımızda don, kafam
Yazının Devamını Oku

32. Gün

3 Nisan 1998
Mehmet Ali Birand, ‘‘32. Gün’’de yaptığı yeni bir uygulamayla programa farklı bir boyut getirdi...Bir salonda gerçekleştirilen programa, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Tayyip Erdoğan konuşmacı olarak katıldı... Farklı görüşlerdeki gençler de kendisine sorular yönelttiler... Zaman zaman da Erdoğan'ı sıkıştırdılar.Kurt Tayyip Erdoğan arada bir bazı gençleri kuzu gibi yemeye çalıştığında Birand'ın araya girip gençleri desteklemesi, onlara arka çıkması yerinde davranışlardı... Hoş oldu.Ama Mehmet Ali Birand'la ilgili söylemek istediğim bir de başka şey var ki, söylemeden geçemeyeceğim...Birand'ın konuşurken sürekli kullandığı o ünlü ‘‘Iııı...’’larına alıştık... Artık duymuyoruz bile...Ama Birand'ın neredeyse her cümlesinde en az iki kez kullandığı bir ‘‘şey’’ sözcüğü var ki, hem izleyiciyi rahatsız ediyor, daha önemlisi M.Ali Birand gibi usta bir televizyoncuda da şık durmuyor...Program kasetlerine şöyle bir göz atsın, sanırım söylediklerimize kendisi de katılacaktır...NEŞELİ HABERLERTelevizyon haberlerinde politikacı suratı görmekten, trafik canavarının marifetlerini izlemekten artık iyice gına geldi... Şöyle içimizi açan bir habere ne zamandır resmen hasret kaldık...İşte özellikle de erkek milletini mest eden hasret kaldığımız bu şahane haberlerden biri, geçenlerde bir gece televizyon ekranlarında bomba gibi patladı...Ünlü Pfizer ilaç firması, cinsel iktidarsızlığı gideren dahası adamı mart kedisi durumuna getiren ‘‘Viagra’’ adlı bir ilaç bulmuştu...İlaç henüz daha tam piyasaya çıkmamasına karşın, haberi gece televizyonlarda duyan birçok vatandaşımız pijamalarının üstüne pantolonlarını geçirip sokaklara fırladılar, nöbetçi eczane aramaya başladılar...Tıbbi buluşlar mutlaka insanlığın yararınadır... Bunun tartışılacak yanı yok da... Şu bizim nüfus patlama durumu falan gözönüne alındığında, örneğin bu tip buluşlar her zaman yararlı mıdır, onun üzerinde de biraz düşünmek lazım...Ayrıca bir diğer önemli nokta bizde bu ilacı yalnızca iktidarsız olanlar değil, durumu daha da takviyeli olsun diye bir alay kişi kullanacak...Haberlerde ilacın pahalı bir ilaç olacağından söz ediliyordu ama bizim için bu sorun değil...Rakı parası uğruna evdeki televizyonu, masa, sandalyeyi okutan çok kişi, bu defa da öteberiyi bu ilaç uğruna okutacaktır, bu kesin...Ben aslında her türlü sansüre karşı bir kişiyim... Yıllardır da bu konuda savaş veriyorum...Ama aradabir, örneğin şu iktidar hapı haberi gibi haberleri de sansürleyip, televizyonlarda, gazetelerde yayımlamasak mı diye düşünüyorum...Ne bileyim, sanki milletimiz için daha hayırlı gibi...FIRSATÖnümüzdeki haziran ayında Paris'te yapılacak ‘‘1998 Dünya Kupası’’ finallerini TRT yayımlayacak...TRT bundan önce de böyle büyük organizasyonların yayımını yapmış, ama bundan yeterince yararlanmamıştı...Bundan neyi kastettiğimizi ise dilerseniz açıklayalım...TRT; ‘‘Dünya Kupası’’ sırasında televizyonlar arasında tek tabanca olacak, tüm ülkedeki evlerin yüzde doksanında TRT izlenecek... Ama ne güne kadar?.. ‘‘Dünya Kupası’’ finalleri bitinceye dek...İşte TRT bundan yararlanabilir, maçlarının önüne arkasına koyacağı cazip programlar, dahası diziler hazırlayarak izleyiciyi ‘‘Dünya Kupası’’ndan sonra da ekranlarında tutup, izleyici sayısını artırabilir...Ama şimdi kalkıp ‘‘Yahu kardeşim, sen hasta mısın Allasen?.. TRT'nin öyle izleyici, reklam geliri artırmak falan gibi bir derdi yok ki... O değirmenin çarkını Devlet Baba nasıl olsa döndürüyor’’ derseniz, o da başka tabii.. Hani biz, ‘‘tut ki’’ dedik...ÇIKMADIK CANDAN ÜMİT KESİLMEZAbonelerinden aldığı onca ücrete karşın, Kablolu TV'nin üçotuz para uğruna Alman kanalları ‘‘SAT 1’’, ‘‘RTL’’ ve ‘‘PRO 7’’yi yayımdan çıkarmasına gösterilen tepkiler bitmiyor... Kablolu TV abonesi okurlarımızın yakınmaları yolladıkları fakslar, ettikleri telefonlarla sürüyor...Bildiğiniz gibi bu konuda bu sütunlarda onca savaş verdik, bu kanalların kabloya dönmesi adına çaba gösterdik... Ama sizleri sevindirecek bir sonucu henüz sağlayamadık...Şimdi Kablolu TV'nin patronu Türk Telekom'da yönetim değişikliği oldu... Türk Telekom Genel Müdürlüğü'ne Sayın Atilla Sezgin getirildi.Kendisine başarılar diliyor, yeni görevi ‘‘Hayırlı uğurlu olsun’’ diyoruz...Ama kendisinden de sözünü ettiğimiz sorunu çözüp ‘‘Alman Kanalları da Kablolu TV abonelerine yeniden hayırlı olsun...’’ demesini bekliyoruz...MECLİS TVŞu televizyon kanallarına maydanoz olup ikide bir kanal kapatan RTÜK, acaba arada bir şu ‘‘Meclis TV’’nin de icabına bakamaz mı?..Onlara bu işin yolunu da göstereyim... Bir Huysuz Virjin yüzünden Kanal D'yi kapatmışlardı... Meclis TV'de ekrana gelen Meclis'in ise neredeyse tamamı huysuz!..
Yazının Devamını Oku