Tekin Aral

Laf lafi aciyor

5 Mayıs 1998
Cem Ozer, tabi dunyada ‘‘Talk Show’’un mucidi degil... Ama, Rustem Batum'la birlikte televizyonlarimizda bu talk show isini ilk yapanlardan biri...Cem yillarca basarili programlar yapti... O yillar programlarinin ozelligi, halkin tanidigi ama ekranlarda pek gormedigi, haklarinda birseyler ogrenmek istedigi kisileri programina konuk etmesiydi...Bunlarin buyuk bolumu de yazar cizer, sinema tiyatro oyunculariydi...Ne zaman ki Cem Ozer de diger talk show'larda oldugu gibi ‘‘maksat musiki ve de reyting olsun’’ diye programina sarkici turkucu cikarmaya basladi, Cem'in programi da ozgunlugunu kaybetti, televizyonlardaki o herhangi talk show'lardan biri oldu...‘‘Tebdili mekanda ferahlik vardir’’ diye yaptigi bir alay dekor degisikligi de programi eski cizgisine oturtmaya yetmedi...Bu ‘‘talk show’’ denen isi bu ulkede yapabilecek birkac kisiden biri olan Cem de ‘‘guncel ve sohretli konuk’’ tuzagina dustu kisacasi...Hani bu asklari meskleri, sarkilari turkuleriyle meshur arkadaslardan memlekette bin tane olsa gene sorun yok...Bunlar, topla cikar, carp bol topu topu onbes kisi...Birak hangi programi acsan karsina onlarin cikmasini, artik yumurta kirsan neredeyse icinden o ayni kisiler cikiyor...Bence Cem takkeyi onune koyup ‘‘Lafi nerden acmasi gerektigini?..’’ tekrar dusunmeli... O eski ruzgarini tekrar yakalamali...MEMLEKET ZIYARETIBen bu Tansu Ciller'i ‘‘becerdigi islere’’ bakip cok uyanik biri olarak kabullenmistim...Ama su son Amerika gezisi Ciller'in aslinda ne denli saftorik oldugunu ortaya cikardi...Af buyurun yedigi onca naneden sonra, adam gibi hesap soran cikmayinca daha da kuyrugu dikelten ve kafasina bir basortu baglayip meydanlarda onune gelene veryansin eden Tansu Hanim, bildiginiz gibi ‘‘Kadin Liderler Zirvesi’’ne katilmak uzere Amerika'nin Boston sehrine gitti...Ciller ‘‘anavataninda!’’ ufurdugunde mangalda kul birakmayacagini umuyordu ama, kazin ayagi hic de oyle cikmadi...Unlu Harward Universitesi'nde yapilan eski iki cumhurbaskani ve bes basbakan, universite hocalari, ogrencileri ve gazetecilerin katildigi panelde, orada okuyan Turk ogrenciler sorduklari sorularla Ciller'in canina okudular, kafasina bagladigi o son moda turbani basina gecirdiler...Ciller'e yazinin basinda bu nedenle saftorik dedim...Anavatanin da olsa boyle gunde ne isin var senin Amerika'larda, zirvelerde, panellerde...Burda adama ne hesap, ne kitap soran var... Otursana oturdugun yerde...Bu arada, Boston'daki panelde, Ciller'in ‘‘ipligini panele’’ cikaran tum gencleri de gozlerinden opuyorum... Onu da belirteyim...DOGUSDogus genc bir sarkici... Yillar once isledigi bir igfal sucundan hapse girmis...Daha sonra, igfal ettigi kizla cezaevinde yaptigi bir nikahla evlenip isi yirtmis, tahliye olmus... Benim Dogus'un sorunu, gelmisi, gecmisiyle ilgim yok... Soyleyecegim sey baska...Gecen gece ekranlarda Dogus'un cezaevinden cikis haberi ve goruntuleri vardi...Dogus korumalari esliginde cezaevi kapisindan cikiyor... Kapinin onunde, ellerinde calistiklari kanalin adi yazan mikrofonlarla kizli erkekli televizyon muhabirleri var... Dogus'tan laf alabilmek icin neredeyse birbirlerini ezip, Dogus'a yalvariyorlar...Hele gencecik bir hanim muhabir arkadas var, ‘‘Ne olursun Dogus, hic degilse iki kelime soyle...’’ diye neredeyse iki gozu iki cesme agliyor, adeta kriz geciriyor...Cok belli ki reytingi savullayan sefleri bu genc arkadaslara emir vermisler, ‘‘Dogus'tan 'beyanat' almadan buraya gelmeyin...’’ demisler...Bu televizyonlarimizda bir ‘‘Dogus’’ olayi mi, yoksa bir ‘‘batis’’ olayi mi orasina da siz karar verin...HAYATIMIZ REYTINGBu reyting isinin bence artik iyice suyu cikti...Reyting denen bela yuzunden televizyonlarda neredeyse adam gibi program kalmadi...Ornegin tam bir diziye takiliyor, ‘‘Hah iste sonunda seyredilecek birsey buldum’’ diye seviniyorsun... Uc gun sonra bir gun bir bakiyorsun senin dizi ya da program kus olup ucmus...Saga sola sorup arastiriyorum... ‘‘Gorunuste hic de oyle reytingsiz bir dizi gibi durmuyordu... Ama daha sonra ortaya cikti ki namussuzun reytingi yokmus... Biz de yayimdan kaldirdik’’ diyorlar...Kisacasi yasamimizda bir reyting'dir gidiyor...Bir gun yolda cevirip ‘‘Reytingin kac bakalim?.. Reytingini goster...’’ diyecekler diye resmen odum kopuyor...Aslinda bu reyting madem bu kadar onemli birsey, bundan boyle yalnizca televizyon programlarinin degil herseyin, herkesin reytingine bakilsin... Hatta vergi numarasi gibi herkese bir reyting numarasi verilsin... Yapilan kontrollerde reytingi iyi olmayanin da canina okunsun...DUNYA DANS GUNUGectigimiz 29 Nisan ‘‘Dunya Dans Gunu’’ idi... N'apalim hanimlarin muayyen gunleri gibi Dunya'nin da ikide bir boyle muayyen gunleri var...Bizim televizyonlar, bir iki kucuk haber disinda bu onemli gunu es gectiler...Bu nedenle onlarin aciklarini kapatayim, sayfaya o gunun mana ve ehemmiyetini belirten bir goruntu koyayim, dedim... (Bak yandaki karikatur... Biraz klasik ama, ne yapayim ki gune de oturuyor...)
Yazının Devamını Oku

Dünya sinema tarihi

3 Mayıs 1998
Yukarıdaki başlığı görüp sakın sizlere sinema tarihindeki yerini ve sinema maceralarını anlatacağımı sanmayın...Zira ben o işi kalbime gömdüm... Bu arada, çevirdiğim film sonrası, oyuncu olarak değerini bilmeyen Türk sinema seyircisine de asla kırgın değilim... N'apalım, zevkler ve renkler tartışılmaz!..Bu yazıyı yazma nedenim, sizleri dünya sineması konusunda bilgilendirmek, sizleri Sinema Tarihi konusunda aydınlatmak...Biliyorsunuz bir süre önce Oscar Ödülleri dağıtıldı... Şu an da ‘‘17. Uluslararası İstanbul Festivali’’ sürmekte... Yani şu aralar tam ‘‘hayatımız sinema’’ bir durumdayız...Sizim Tempo dergisi işte bu nedenle önceki hafta bir ‘‘Dünya Sinema Tarihi’’ eki yayımladı...Ama yayımladıkları ek öylesine yanlış bilgilerle dolu ki... Son günlerin moda deyimiyle, ‘‘Ağzı olan herkes konuşuyor, bildiği bilmediği konularda ahkam kesiyor...’’ anlayacağınız...Bunun üzerine kolları sıvadım... En hakiki ve gerçek Dünya Sinema Tarihi'ni sizler için yeniden kaleme aldım...Şimdi Sinema'yı bir de benden dinleyin...Sinemanın mucidi Louis ve Aguste Lumiere kardeşler...Bir rivayede göre Louis Lumiere birgün yolda yürürken yerde bir sinema bileti buluyor... Bileti koşarak hemen eve götürüyor ve kardeşi Ağuste'ye gösteriyor... Ve iki kardeş bilet ziyan olmasın diye sinemayı icat etmeye karar veriyorlar...Ayrıca biletin üzerinde ‘‘21.15’’ yazdığından sinema makinesini de aynı gün ‘‘21.15’’e yetiştiriyorlar...***Charlie Chaplin yani ‘‘Şarlo’’ sinemanın büyük yıldızıydı...Şorla, sırtındaki frağı, papyonu, badem bıyığı, melon şapkasıyla soytarılığın soylusunu yapıyor, dünyayı hicvediyordu... Bu arada müthiş de bir sinema yapıyordu...Ama sonra aynı kılıkta başka ‘‘soytarılar’’ çıktı... Üstelik bunlar ülkeleri de yönetmeye başlayınca, Şarlo'nun pabucu dama atıldı...Rudolf Valentino dünyada kadınları perişan eden ilk sinema jönüdür... Gençler kusura bakmasınlar ama, dünyada ilk saç ‘‘jel’’ini kullanan da Valentino'dur... Şimdi bu ‘‘jel’’ denen dalgaya o zamanlar briyantin denirdi, ‘‘Necip Bey’’ marka briyantin de bunların kralıydı...Yönetmen James Whaley'in yönettiği ve Boris Karlof'un oynadığı ‘‘Frankenştayn’’ filmleri milyonlarca insanın sinemalarda korkudan altlarını ıslattıkları ilk korku filmleridir... Bugünkü o meşhur ‘‘Kanatlı Orkid’’ o günlerin sinema girişlerinde satılsa, inanın bugün kazandığının on mislini kazanırdı...Sinemanın ikinci büyük korkutucusu, Alfred Hitckcock'dur... Onun, ruh hastası rolünü Anthony Perkins'in oynadığı ‘‘Psycho’’ filmleri hasılat rekorları kırmıştı...Ama daha sonraları alayımız ruh hastası olduğumuzdan ‘‘Psycho’’ filmlerinin de hiçbir kıymeti harbiyesi kalmadı, Hitckcock'un pabucu dama atıldı...Hollywood'un yanı sıra, bu arada İtalyan sineması da aşamalar yapmaya başladı... Vittorio De Sica'nın bir bisiklet hırsızlığını anlatan ‘‘Bisiklet Hırsızları’’ filmi bir anda sinemanın en önemli filmi oldu... İtalyan sinemasını gündeme getirdi...Şimdi ‘‘Bisiklet Hırsızı da ne ki?.. Bizde hırsızın her cinsi, feriştahı var... Bırak bisikleti millet memleketi götürüyor... Bizim niye Sinema Tarihi'nde tek filmimiz yok?..’’ diyeceksiniz... Tabi haklısınız ama, ona da söyleyecek bir şeyim yok valla...***Spencer Tracy ve Katherine Hepburn hem birlikte çevirdikleri filmler, hem de yıllarca süren aşkları ile dillere destandılar...Ben onları hep Bülent Bey ve Rahşan Hanım'a benzetirim... Zamanında akıl edip niye bir parti kurmadıklarına da hep şaşarım...Humphrey Bogart, İngrid Bergman'la birlikte çevirdiği sinemanın efsane filmi Casablanca ile bir anda sinemanın kralı oldu...Macera ve gangster filmlerinin unutulmaz yıldızı Bogart, bugün ellili yaşların üzerindekilerin neredeyse tamamının sigaraya başlamalarına neden olmuştur...Filmlerinde ağzında sigarasız, tek kare resmi bile olmayan Bogart, film başına ortalama onbeş karton filtresiz Pall Mall içerdi...Humphrey Bogart ayrıca filmlerinde sırtından eksik etmediği pardösüsü ile de meşhurdu...Bizim Üsküdar'da Sadi adında bir arkadaşımız vardı... Humphrey Bogart'ın hık demiş burnundan düşmüştü sanki... O kadar benzerdi Bogart'a...Sadi elinden ve ağzından sigarayı eksik etmemek için günde dört beş paket sigara içer, bu yüzden ciğerleri sökülürcesine, sürekli öksürürdü... Yaz kış sırtında Humphrey Bogart'ın pardösüsüne benzer bir pardösüyle dolaşan Sadi, Bogart'ın filmlerinin oynadığı bizim yazlık Aypark ve Salacak sinemalarına bile o Allah'ın sıcağnda sırtında pardösüyle gelirdi...Sinemadan rüzgar gibi geçen Clark Gable sinemanın ‘‘N'ayır, n'olamaz!..’’ı söyleyen ilk oyuncusudur... Ayrıca, bilumum dünya zamparalarına ‘‘Klark çekme’’yi öğretip armağan eden kişidir...Amerikalılar kafayı filmciliğe sardırırken, bir yandan da Kıta'nın yerlilerinin topraklarını işgal ediyorlardı... Sonra ‘‘Lan bu işi ayrıca naklen yayımlayalım, açıktan da yolumuzu buluruz...’’ dediler ve kovboy filmleri böyle doğdu...Ve uzatmalı kovboy John Wayne çıktı piyasaya... O da bizim Süleyman bey gibi Amerikalılar'ın babası oldu... Başında şapkası, tam 40 yıl kaldı sinemanın tepesinde... Sonraki yıllar Clint Eastwood'la birlikte Spagetti kovboy furyası başladı... Daha da sonraki yıllar bu Spagetti kovboy filmlerinin, Spagetti Bolognaise Kovboy, Napoliten Kovboy gibi türleri de çıktı piyasaya...Errol Flynn sinemanın yakışıklı maceraperestiydi... Çevirdiği ‘‘Vatan Kurtaran Aslan’’ filmi zamanın hasılat rekorlarını kırdı... Daha sonra bizimkiler filmi ‘‘Vatan Kurtaran Şaban’’ olarak çevirdiler ve başrolünde Kemal Sunal'ı oynattılar... Bu film Errol Flynn'ın filminin hasılatını ikiye katladı... Ve Hollywood'takiler, ‘‘Lan bu ismi biz niye daha önce bulamadık’’ diye kahroldular...Frank Sinatra Müzikal Filmler'le birlikte ortaya çıktı... Ve aslında bir inşaat işçisi olan Sinatra, sesiyle herkesin gönlünde taht kurdu... Daha sonra ‘‘Sinatra Lahmacun’’ salonlarını açan Franki'nin bugün tüm Amerika'da yüzlerce lahmacun salonu var...İşte bu aralar dünyanın ilk asi genci James Dean çıktı piyasaya... Ve tüm gençlik onu taklit etmeye başladı... Sokaklar milyonlarca James Dean'le doldu... İş öyle bir duruma geldi ki; Hollywood ve kendi ailesi bile gerçek James Dean'i ancak sırtındaki benden tanıyabiliyorlardı...***Amerikalılar'ın Hiroşima'ya attıkları atom bombasından sonra insanlığın üzerine attıkları ikinci bomba ise ‘‘Sarışın Bomba’’ Marilyn Monroe'dur...Atom bombasından herkes kaçmıştı... ‘‘Sarışın Bomba’’da ise herkes ‘‘Biraz da biz ölelim...’’ diye, sarışın bombanın üstlerine düşmesi için dua etti...Daha sonra sinema teknik olarak da ilerlemeyi sürdürdü...Örneğin Sophia Loren ve Jayne Mansfield'in göğüsleri perdeye sığmadığı için, ‘‘SİNEMASKOP’’, yani ‘‘geniş perde’’ ortaya çıktı...Benim ilk filmimi çevirdikten sonra küsüp sinemayı bırakmam üzerine yerime bir alternatif arayan dünya sineması, Alain Delon'u piyasaya çıkardı... Yerimi tam dolduramadıysa da, o da sinemaya kendi çapında bayağı hizmetler verdi!..Bana anlatılana göre, Mylene Demongeot ile birlikte oynadığı ilk film ‘‘Üç Sevgili’’yi çevirirken beni kastedip rejisöre, ‘‘Çok heyecanlıyım... Acaba onun boşluğunu doldurabilecek miyim?..’’ demiş.***Nasıl yazıyorum ‘‘Sinema Tarihi’’ni ama değil mi sevgili okurlar!.. Böyle güzel tarih anlatmayı ortaokul ve lise yıllarında tarihten sürekli ikmale kalmama borçluyum...Dünya Sinema Tarihi tabii bu kadar değil...Eskisi, yenisi, Burt Lancaster'i, Marlon Brando'su, Brigitte Bardot'su, Rambo'su, Dustin Hoffman'ı, Richard Gere'i, Sharon Stone'u, Bruce Willis'i, ve beni affetsinler, şu an adlarını unuttuğum daha bir sürü meşhur arkadaş var...Onların da hepsi de bizim yerli sinemayla da karışık gelecek programda, gene bu sinemada...
Yazının Devamını Oku

Ayıp oluyor

1 Mayıs 1998
Televizyon programları jeneriklerinde, emeği geçenlerin adlarını yangından mal kaçırır gibi okunmayacak biçimde süratle geçme saygısızlığı aynen sürüyor...Bu programlara bir biçimde emek vermiş insanların adlarını ekranlardan jet hızıyla geçirmenin nedeni, sözümona zaman darlığı...Be adam... Madem programında zaman bu denli kısıtlı, geyik muhabbeti yaptığın karşındaki o hatun ya da adamla iki çift lafı eksik et... Ya da ekranda kestiğin o ahkamdan iki cümle fedakarlık yap, seni sırtlayan o insanları da onurlandır... Bu konuyu daha önce de yazdık, ama o garip saygısızlık aynen sürüyor...Tabii bunu herkes ve her program için söylemiyorum...Örneğin Savaş Ay'ın birlikte çalıştığı arkadaşlarını sürekli öne çıkarması gerçekten övgüye değer...Son programında gözüm jeneriğine takıldı... Programın Cumhur Abi'si Cumhur Atalay'ın adını kendi adının üstüne yazdırmıştı...Uzun sözün kısası... Yahu arkadaşlar, programda sırtına giydiğiniz kostümleri veren firmalara verdiğiniz değeri, o programları kotaranlara da verin...GÜNÜN ADAMI (!)Deniz Baykal şu ara Sibel Can'dan sonra medyanın ikinci büyük yıldızı...Sibel kadar olmasa da Deniz Hoca da yaptığı kıvırmalarla sürekli ekranlarda, gazete sayfalarında kalmayı beceriyor, üçbuçuk oyuna karşın ahkamlar kesip ülkenin geleceğini saptayan adam imajı vermeye çalışıyor...Ve durum şunu gösteriyor ki; iktidarda söz sahibi olma adına hayatta görüp göreceği rahmetin bu olduğunu bilen Baykal, ülkenin kaderini etkileyen adam havalarında işin tadını çıkarmaya çalışıyor... Kendini tatmin ediyor... Erken seçim tarihleri falan saptayıp, ülkeyi açmaza sokacak bir alay yanlış yapıyor... Benim gördüğüm, Baykal'ın CHP'si artık iflah etmez... Ve de bu CHP'yi bir gün iktidar hapı ‘‘Viagra’’ bile iktidara getiremez...PENCEREDE BARIŞ MANÇOEge Pen'in, pardon ‘‘Yasemin'in Penceresi’’nin geçen geceki konuğu Barış Manço'ydu...Barış'ın yaşamından bölümleri, özellikle müzikçi yanını kısa da olsa anlatan programı, umarım ‘‘tek şarkı’’ ünlüsü genç müzikçi arkadaşlarımız da izlemişlerdir...Programa bir ara, konuğun konuğu olarak Cem Karaca da katıldı... Türk popunun bu iki çınarının söyleşileri, hele de birlikte söyledikleri rahmetli Veysel'in ‘‘Uzun ince bir yol’’ türküsü nefisti...Ama neylersin ki artık devir ‘‘kestirme kısa kalın yol’’ devri... Kader utansın...Yasemin'in programdaki hatası ise, bir araya getirdiği bu iki ustayı tek şarkıyla bırakmasıydı...TRİBÜNÜ BIRAK BASINA BAKŞampiyonun kim olacağı önemli değil... Bu lig cinayet çıkmadan bitsin, siz yatıp kalkıp ona dua edin...Zira sağolsunlar bazı futbol yazarı arkadaşlarımız sayesinde kanın gövdeyi götürmesi her an olası...Biz taraftarları güya aşırı fanatiklikle, sportmenlik dışı davranışlarla suçluyoruz... Tabii oralarda da bir alay çirkinlikler oluyor ama, inanın asıl tehlikeli olan, ortalığın tozunu atan bizim fanatik basın taifesi...Bir Fener-Beşiktaş maçı oynandı, sanki Fenerbahçe Beşiktaş'ı tarihinde ilk kez yeniyormuş gibi koskoca Beşiktaş'a atılmayan çamur kalmadı...Düşünün şimdi ismi lazım değil, ayrıca kendisi de önemli değil bir Beşiktaşlı yazar, maç öncesi televizyon ekranlarına çıkıyor, ‘‘Beşiktaş şeref için oynarsa bu maçı kazanır’’ diyor... Yani kaybederse Beşiktaş şerefsiz mi oluyor?..Aynı üstün zekalı arkadaş maç sonrası yazdığı yazıda, ‘‘Beşiktaş dünyada kiminle oynasa isterse kazanır... Bu maçı kazanmak istemedi...’’ diyor. Şu ilahi mantığa bakın...Erman Hoca ekranda ‘‘Beşiktaş gönülden oynamadı’’ diye ahkam kesiyor...Gönülden oynamak nasıl oluyor acaba?..Gönülden oynamak için Gönül Yazar takımda santrfor mu oynatılıyor?..Önümüzde Galatasaray-İstanbulspor maçı var...Sevgili arkadaşım Ogün Altıparmak televizyonda, ‘‘İstanbulspor'da büyük Fenerbahçeliler var... Onlara güveniyoruz, Oğuz'la Aykut işi bitirirler...’’ diyor. Yahu ne kadar ayıp... Onlar Fenerbahçeli değil, İstanbulsporlu!..Uzun sözün kısası, aklıselim sahibi birkaçı hariç, memlekette şu an birbirine girmemiş kulüp yöneticisi, basın mensubu kalmamış durumda...Ondan sonra maçlara döner bıçaklarıyla gelen taraftarları konuşuyoruz...Siz döner bıçağı taşıyan çıraklara değil, asıl ‘‘Dönerci ustaları’’na bakın!..
Yazının Devamını Oku

Şen ola düğün şen ola

26 Nisan 1998
‘‘Wedding 98’’ Ev ve Evlilik Hazırlıkları Fuarı Çırağan Sarayı'nda açıldı...Fuar'da gelinliğin, damatlığın, çeyizin bini bir para, yok yok...Bir kapıdan bekar gir, hele fuarda kızı da ayarlarsan öbür kapıdan komple evli olarak çık...Saray'ın önüne muazzam bir çadır kurmuşlar, evlenme ve de düğün malzemesini orada teşhir ediyorlar... Aslında evlenme malzemesi tabii o teşhir ettiklerinden ibaret değil... Ama her malzeme de öyle ulu orta teşhir edilmiyor tabii!..Fuarı bir arkadaşımla geziyordum... Bir ara arkadaşım, ‘‘Bu çadırı, buradan alışveriş edip evlenen ve ev açacak paraları kalmayan evliler oturup burada yaşasınlar diye böyle büyük tutmuşlar herhalde...’’ dedi...Gerçekten de örneğin gelinlikler 1 milyar ile 5 milyar lira arasındaydı... Şimdi bu gelinlik fiyatları tabii beni çok ilgilendirmiyor... Diyelim yeniden evlenecek olsam, tutup gelinlik giyecek değilim... Ama bu ‘‘Wedding 98’’de smokin vs. damatlıkların da fiyatı anasının nikahı... Bu damatlıklardan satın alabilmek öyle her damadın harcı değil... Resmen Damat İbrahim Paşa falan gibi biri olmak lazım...Şimdi kıyıda köşede kalmış sanırım bir iki tane gene var ama; eskiden böyle düğünler için smokin ve gelinlik kiralayan yerler vardı...Bunların en ünlüsü de Beyoğlu'ndaki ‘‘Horozlu’’ mağazasıydı... Şöyle sağlam bir kefil buldun mu Horozlu'ya gider smokinin daniskasını kiralardın... İsteğine göre örneğin, ev kiralar gibi 6 aylık peşin verdin mi, 6 ay ortalıkta sırtında smokinle dolaşırdın...***Ben bu yazıyı önceden yazdığımdan tabii gidip izlenimlerimi size aktaramazdım... Bu ‘‘Wedding 98’’ Düğün Fuarı'nda dünkü cumartesi günü ünlü düğün düzenleyicisi Colin Cowie'nin konferansı vardı...Colin Cowie, Demi Moore, Tom Cruise vs. gibi ünlülerin düğünlerinin de tasarımcı ve düzenleyicisiymiş...Yani bu Colin Cowie aslında tam bize göre biri... Keşke burada kalsa... Çünkü dünyada düğün düzenliyicisine ihtiyacı olan bizim gibi başka bir millet yoktur...Çocukluğumdan beri bunca yıldır düğüne giderim... Örneğin şu pasta ve limonatanın önce kız tarafına ya da oğlan tarafına gideceği kavgası bir türlü bitmemiştir...Bu yüzden ne arbedeler çıkmış, ne yüzükler atılmış, ne çiftlerin daha düğünleri bitmeden yuvaları dağılmıştır.Oysa bizde de Colin Cowie gibi böyle bir düğün düzenleyicisi olsa, düğünlerimiz düzene girer bu ve buna benzer bir alay hır gür de şimdiye dek çoktan biterdi.***Ne zaman düğün dense benim aklıma, asla unutamayacağım, kulakları çınlasın sevgili arkadaşım bizim Nevzat'ın düğünü gelir...Toprağı bol olsun Lady Diana ile Prens Charles'ın evlenecekleri günlerdi...Televizyon haberlerinde sürekli düğünden söz ediliyor, gazete sayfalarında çarşaf çarşaf düğün programıyla, düğünde kimin ne giyip çıkaracağıyla ilgili haberler yer alıyordu...Derken sonunda ‘‘Asrın Düğünü’’ yapıldı... Tüm dünya televizyonlarıyla birlikte düğün bizim TRT'den de naklen ve de canlı olarak saatlerce yayımlandı...Düğün gerçekten muhteşemdi... Tüm İngiliz halkı sokaklarda, politikacısından sanatçısına, dünyada ne kadar ünlü varsa da Londra'da düğündeydi...İşte tam bu muhteşem düğünün ardından biz de çok sevdiğim arkadaşım Nevzat'ın düğününe davetliydik...Nevzat'la karısı üniversite yıllarında tanışmışlar, yıllarca flört etmişlerdi... Hali vakti yerinde olan kızın ailesi, kızlarının Nevzat'la birlikteliğine sürekli karşı çıkmışlar, hele evlilik sözü gündeme geldiğinde neredeyse çıldırmışlardı...Ama kızlarının direttiğini görünce de daha fazla dayanamamışlar, onun mutluluğu uğruna bizim Nevzat'ı sineye çekmek zorunda kalmışlardı...Nevzat kız tarafına karşı kuyruğu dik tutmak için şöyle dört başı mamur bir düğün yapmayı kafasına koymuş, babadan kalan iki dairenin birini bile okutmuştu...İşte asrın düğününden iki gün sonra kalkıp arkadaşım Nevzat'ın düğününe gittik...***Düğünün yapıldığı otelin düğün salonuna girdiğimizde bizi Nevzat'ın annesi karışladı.. Biz biraz geç kalmıştık, içerde hayli kalabalık bir davetli topluluğu vardı...Nevzat'ın annesi elimizi sıkıp bize hoşgeldiniz dedikten sonra, karıma dönüp:‘‘Ne düğündü değil mi şekerim?.. Hele Diana'nın gelinliğinin güzelliği inanılacak gibi değildi... Bizim paramızla milyonlarca liraya çıkmış... Ama pek de yakışmıştı valla...’’ dedi...Baktım bizim arkadaşın annesi lafı uzatıyor... ‘‘Siz konuşadurun, ben gidip biraz dolaşayım, hem bu arada da Nevzat'la gelini bulup tebrik edeyim’’ dedim...İçeri doğru yürüdüm... Tam o sırada kolumdan biri tuttu... Baktım, bir arkadaş...‘‘Ooo, bu ne şıklık Tekin Bey... Prens Çarls gibisin şerefsizim... Biz de şimdi onu konuşuyorduk zaten... Yahu töreni seyrettin tabi televizyonda... Ne muhteşem şeydi değil mi?.. Bak ne diyeceğim... Çarls sana da biraz heyecanlı gibi gelmedi mi?..’’‘‘Yok’’ dedim... ‘‘Gece çalışıyordum seyredemedim... Çarls'ı boşver de, Nevzat nerede gördün mü?.. Şimdi kimbilir o da ne kadar heyecanlıdır... Çocuğu bir tebrik edeyim...’’‘‘Nevzat mı?.. Hangi Nevzat?.. Haa bizim Nevzat... Valla gelinle birlikte az önce şöyle bir gözüme çarpar gibi oldu... Ha, ne diyordum... Şey... Bizim hanım bir yerde okumuş... Diana'ya armağan edilen mücevherle kocaman bir kuyumcu dükkanı açılabiliyormuş...’’Bizim arkadaşı şöyle bir dirsekleyip kendime yol açtım... Nevzat'ı aramaya başladım...Bu arada biri tekrar kolumdan yakaladı... Baktım bu defa da bir arkadaşımın karısı...‘‘Siz gazetecisiniz, bilirsiniz Tekin Bey...’’ dedi. ‘‘Sizce Diana'nın gelinliğine kaç metre kumaş gitmiştir?.. Ayrıca Çarls'la Diana balaylarının birkaç gününü de Türkiye'de geçireceklermiş... Bu doğru mu?..’’Ufaktan tozutmaya başlamıştım...‘‘Bilmiyorum valla’’ dedim... Ona da bir vücut çalımı atıp Nevzat'ı bulmak üzere davetlilerin, masaların arasında dolanmaya başladım...‘‘Çok şaheserdi çook... O arabayı nasıl süslemişler birader...’’‘‘Nikah kıyılırken Diana Çarls'a nasıl bakıyordu gördünüz mü?..’’‘‘Ben düğün diye buna derim arkadaş... Şu ölümlü dünyada yaptın mı da böylesini yapacaksın anasını satayım...’’‘‘Gelinliğin pullarını onbeş kişi tam iki ayda işlemişler... Arabaları süren arabacıların kıyafetleri bile Paris'te diktirilmiş...’’Ben kanter içinde Nevzat'ı aramayı sürdürüyordum, bu arada da zaman ilerliyordu tabii...İşte o sırada gördüm Nevzat'ı... Yanında gelinle birlikte hararetli hararetli konuşan kadınlı erkekli bir grubun ortasında duruyor, süklüm püklüm bir vaziyette hüzünlü bakışlarla etrafı süzüyordu...Yanlarına gittim... Bu arada kadının biri düğün gecesi Saray ve çevresinde atılan havai fişeklerden söz ediyor, bir diğeri de Saray'da kesilen 30 katlı muhteşem düğün pastasını anlatıyordu...Tam o sırada da, sahne yanındaki kapıdan garsonlar bizim Nevzat'ın üç katlı düğün pastasını salona soktular... Nevzat önce baş ve el işaretleriyle garsonlara pastayı geri götürmelerini söyledi... Garsonlar durumu anlamayınca da ok gibi yerinden fırlayıp pastayı tersyüzü geldiği kapıdan içeri soktu...Bu arada salonun yan tarfından bir kapı açıldı... Herkes oraya hücum etti... Ben de merak edip o yana seğirttim, kapıdan başımı uzattım...Otel yönetimi, Diana ile Çarls'ın düğününü video banta almış, dev ekranda onu gösteriyordu...Uzatmayalım, geri döndüm Nevzat'ın yanına koştum...Bu arada karım da gelmişti... Sarıldık, öpüştük, Nevzat'ı ve gelini kutladık...‘‘Geldiğinize çok sevindik... Biz de şimdi gidiyorduk’’ dedi Nevzat... ‘‘Sattık savdık, bulduk buluşturduk, elde avuçta ne varsa sarfedip düğün yaptık... Şunların haline bak... Neredeyse düğün bitecek, orkestradaki alçaklar bile asrın düğününü konuşmaktan şu ana kadar tek parça çalmadılar... Hadi buradan bir an önce çıkalım da size gidip bir şeyler içelim... Nasıl olsa kimse fark etmez...’’Hep birlikte yan kapıdan çıktık, arabaya atlayıp bize gittik...Eve geldiğimizde büyük kızım Ayşe, videoda Çarls'la Diana'nın düğününü seyrediyordu... Nevzat'ı zor zaptettim...
Yazının Devamını Oku

Allah eksikliğini göstermesin!..

25 Nisan 1998
Şimdi Sibel Can'la ilgili bu yazıyı görünce, ‘‘Sen de mi Brütüs?..’’ diyeceksiniz...Ama takdir buyurursunuz ki, neticede bu köşe de bir medya köşesi ve bizim de her Türk medyası gibi reytinge gereksinimimiz var tamam mı?.. N'apalım, kader utansın...Tabii bu işin şaka yanı ama, neylersin ki son günlerde bilumum kanallardan sağanak halinde üstümüze gelen Sibel görüntüleri giderek yoğunlaşmaya, bize kaçacak delik bırakmamaya başladı...Yanlış anlaşılmasın, benim burada Sibel Can'a söyleyecek sözüm yok... O işini yapıyor... Şarkısını söylüyor, göbeğini atıyor, eteğini açıyor, hafif frikiğini veriyor, dünyalığını doğrultuyor...Benim sözüm bizim televizyon takımına...Yahu kardeşim, bir kişinin programını ekrana getirirsin, dizisini oynatırsın, başından Allah vermesin bir olay geçer haberini yaparsın tamam da...Bir insanın sivilcesini kaşımasından tuvalete gitmesine kadar her yaptığı haber olur, ekranlara getirilir mi?..Ayrıca televizyonlardaki tüm Sibel Can görüntülerinde gösterilen hep Sibel bacağı, göğsü, kalçası... Çok zaman Sibel sanki kalçasından konuşuyormuş gibi oluyor...Geçenlerde bir gün bir televizyonun haber bülteninde Sibel Can'ın vergi olayından söz ediliyordu... Ama bu arada görüntüde, sürekli Sibel'in bir konserinde çekilmiş dekolte elbisesinden görünen bacakları, göğüsleri vs... gösterildi... Yahu insan durumu kurtarmak için hiç değilse şunu der, ‘‘Söz vergiden açılmışken, biz de sizlere Sibel'den Allah vergisi görüntüler sunuyoruz sevgili izleyiciler...’’Yahu sevgili bir kısım televizyoncu arkadaşlar... Allah aşkına hiç mi başka fikriniz, zikriniz, yaratıcılığınız yok?.. İnanın artık millete ayıp oluyor... Neredeyse Sibel'e bile ayıp olmaya başladı... Valla daha ne diyeyim ki bilmiyorum...Ayrıca madem bu televizyon dediğin şey Sibel Can'sız olmuyor, ben Sibel'in yerinde olsam, hemen kendi televizyonumu kurarım valla...YILIN TEKNİK DİREKTÖRÜBu iş üç aşağı beş yukarı bitti... Galatasaray ve Otto Bariç'in şampiyonluğu yakalamalarına çok az bir süre kaldı...Şimdi, Galatasaray'ın şampiyonluğuyla Bariç'in ne ilgisi var diyeceksiniz...Fatih Terim'in hakkını yiyecek değiliz... Cimbom'un şampiyonluğunda tabii onun da büyük payı var, ama bence asıl başarı kesinlikle Otto Bariç'indir...Düşünün, Fenerbahçe Galatasaray'ı ligin ilk yarısı sonunda tam 9 puan geride bırakıyor...Sonra Bariç kolları bir sıvıyor... O 9 puanın altından girip üstünden çıktığı yetmiyormuş gibi, üstüne üstlük Fener'i 2 puan da geriye düşürüyor... Bildiğiniz gibi bu Otto Bariç Türkiye'ye geldiğinde şampiyonluk sözü vermişti... Yalnız şampiyon yapacağı takımın adını söylememişti... Meğer o takım Galatasaray'mış!.. İşe bak...Galatasaray'ın bu şampiyonluğu Bariç'in teknik direktörlük kariyerinde tattığı yedinci şampiyonluk olacak!..ANTİKALARLA YAŞAYANLARTRT 2'de pazar günleri yayımlanan, Nurcan Artam'ın hazırlayıp sunduğu ‘‘Antikalarla Yaşayanlar’’ adlı bir program var...Programda evlerini antikalarla döşeyen, antikalarla yaşayan ünlülerin evlerine gidiliyor, onlarla söyleşiler yapılıyor...Oysa ‘‘Antikalarla Yaşayanlar’’ın yapımcısı Nurcan hanımın öyle ünlülerin evlerine gitmesine falan hiç gerek yok...Bu ülkede kimin kapısını çalsa, aynı söyleşiyi yapabilir...Zira Demirel'i, Ecevit'i, Erbakan'ı, Cindoruk'u birçok şarkıcısı, türkücüsü, bir alay yazarı çizeri de dahil bu milletin tamamı ‘‘Antikalar’’la yaşıyor aslında...REKLAMTelevizyonlarda bir süredir gösterilen BP'nin bir reklamı var...Bir kamyon şoförü vatandaş bir alay şey söylüyor, bu arada da ‘‘Ağzı olan konuşuyooo...’’ diye bir laf ediyor...Bu laf çok tuttu... Ağzı olanın konuşması üzerine yazılar yazıldı, karikatürler bile çizildi...Oysa bence reklamın ana fikri çok yanlış...Zira bizim ülke ağzı olanın konuşmadığı nadir ülkelerden... Zira biz ağzımızdan çok karnımızla, daha da çok popomuzla konuşan bir toplumuzdur... Bilmem itirazı olan var mı?...ÇARKIFELEKMehmet Ali Erbil'in sunduğu Kanal D'deki Çarkıfelek tüm dünyada yayımlanan Çarkıfelek programları arasında yapılan yarışmada birinci oldu... Kanal D'yi ve Mehmet Ali'yi kutluyoruz...Programın yanı sıra, bu arada şunu da söyleyeyim... Bunca yıldır feleğin çarkından geçen ve felek tarafından sürekli çarkına okunan bir ülke olarak Çarkıfelek birinciliği bizden başka kimin hakkı olabilir ki zaten!..
Yazının Devamını Oku