Tekin Aral

Ne iş olsa yaparım abi

15 Mart 1998
Dünyada benim gibi ufacık yaştan beri çalışan başka bildiklerim, bir ünlü Rockefeller var, bir de rahmetli Vehbi Koç...Yalnız kafama takılan bir şey var... Bu iki ünlü işadamı yıllarca çalışarak dünya çapında birer zengin oldular...Bense çalıştıkça her gün biraz daha fakirleşiyorum, nasıl iştir anlamadım...Ben iş kariyerime daha ilkokul yıllarında başladım...O zamanlar yaz tatillerinde aileler çocuklarını, ‘‘Aylaklık yapmasın, yeri belli olsun... Ayrıca bir 'zenaat' öğrensin...’’ diye oraya buraya çırak olarak verirlerdi...Ben sözünü ettiğim o kariyerime başlangıç yıllarımda Küçükyalı Pansiyonlu İlkokulu'nda yatılı olarak okuyor, yaz tatillerinde ise Üsküdar'da anneannemin yanında kalıyordum...Bir yaz tatilinde rahmetli anneannem beni karşı komşumuz kömürcü Fevzi'nin yanına çırak olarak verdi... Kömürcü Fevzi mangal kömürü satıyordu... Mangal kömürü o zaman evlerde sıkça kullanılırdı... Korkunç da bir tozu vardı...Ben kömür alanların torbalarına, ya da hamalların küfelerine kürekle kömür dolduruyordum...Akşam da eve kapkara bir durum vaziyetinde gidiyordum... Ne kadar yıkansan çıkmıyordu namussuz kömür tozu... Ortalıkta resmen Kunta Kinte, Okocha gibi dolaşıyordum...Derken sonunda anneannem de sürekli üstümü başımı yıkamaktan yıldı... Beni o işten aldı... O tatil öyle geçti... Ama iş yaşamı da kanıma girmiş oldu...***İlkokulu bitirdiğim yılın yaz tatilinde, o yıl yeni açılan ünlü Üsküdar Palas çarşısının hemen girişindeki, Orhan beyin tuhafiyeci dükkanında çalışmaya başladım...İğne, iplik, kadın çorabı, makyaj malzemesi, düğme vs. satılan dükkanın bir de ‘‘çorap çekme’’ servisi vardı...Bu ‘‘çorap çekme’’ bölümünde başında bir kızın oturduğu küçük bir makine bulunuyordu... Bu makine kadınların oraya buraya takılıp kaçan naylon çoraplarını onarırdı... O zamanlar öyle her Allah'ın günü kaçan çorabın yenisini almak her babahatunun harcı değildi...İşte ben Orhan beyin dükkanında daha çok bu çorap servisinde görev yapıyordum...Kadınlar kaçık çoraplarını getirip bırakıyorlar, çorabın onarımı bitince de gelip alıyorlardı... Ama bir de ev servisimiz vardı... Yani adresleri alıyor, çorabı bizzat götürüp eve teslim ediyorduk...Ve bu işi de ben yapıyordum... Onarımı biten çorabı teslim etmek üzere verilen adrese götürüyordum... Zaten her şey de ondan sonra başlıyordu...Çorabın sahibi hanım parasını vermeden önce, ‘‘Sen şöyle biraz dur da, bir deneyeyim, bakalım olmuş mu?’’ diye çeşitli pozisyonlarda çorapları giyiyor, beni de doğru düzgün adam yerine koymadığından işin fazla hassasiyetine bakmıyordu...Sonunda ben de bu ‘‘kaçık çorap’’ dalgası nedeniyle sürekli ‘‘kaçık akılla’’ dolaşmaya başladım...Sonunda tam tırlattım... Birinin çorabını öbürüne, diğerininkini başkasına götürmeye başladım... Orhan bey de beni kovdu...***Salacak Bahçesi'ndeki gazozculuğum iş yaşamımın aslında en parlak, en başarılı dönemlerinden biridir...Ama ekonomik olarak da benim adeta çöküşüm olmuştur...O zamanki Salacak Bahçesi'nde Müzeyyen Senar'dan Perihan Altındağ'a, daha sonraları Zeki Müren'e kadar zamanın tüm ünlüleri konserler verirlerdi...Ben de o muazzam bahçenin en esaslı gazozcusuydum...Ama gazozu içenler aşka gelip şişeleri sürekli denize attıklarından, onca başarılı gazoz satıcısı olmama karşın sonunda battım... Zira o zamanlar şişe depozitosu vardı... Gazozdan kazandığımın fazlasına denize atılan şişelerden kaybediyordum...Daha önce de söylediğim gibi, aslında çalışma hayatım süper başarılıydı ama, hep bir terslik oluyor, çalışmayla parayı bir araya getiremiyordum bir türlü...Gene ondört onbeş yaşlarındaydım... Rahmetli dayımın Üsküdar'ın ünlü Cuma Pazarı'nın başladığı caddenin başında kumaş vs. sattığı bir manifaturacı dükkanı vardı... Orada çalışıyordum...Bayram gelmişti... Dayım ve gene manifaturacı olan yan komşusu o bayram öncesi Cuma Pazarı'nda gömlek satmaya karar verdiler... Dükkanın az ilerisindeki pazarın girişine bir tezgah kurarak tezgaha Mahmutpaşa'dan getirdikleri gömlekleri yığdılar... Gömlekleri satmam için de tezgahın başına beni koydular...Ben tezgahın üzerine çıkmış elimde gömlekler etimden et koparıyorlarmış gibi avaz avaz bağırıyor gömlekleri peynir ekmek gibi satıyordum... Bütün pazar başıma toplanmıştı... Bu sırada dayımın aradabir gelip duruma göz atıyor, gömlekler azaldıkça dükkana koşturup yeni gömlek getiriyordu...Ve daha akşama varmadan da gömlekler bitti, elde satılmayan tek gömlek kalmadı...Bomba ise paraları sayınca patladı...Dayım bana gömlekleri 15 liradan satmamı söylemişti... Ben yanlış anlamış gömlekleri 5 liradan satmıştım... Bu yüzden ikişer üçer, kapanın elinde kalmıştı...Bu arada bir de Lunapark kaleciliğim var...Üsküdar'da Şemsipaşa'da her yıl lunapark kurulurdu... Bu lunaparkta çeşitli salıncak vs.'nin yanında bir de penaltı atılan bölüm vardı... Üç penaltının üçünü de atana bir paket Yeni Harman sigarası veriyorlardı... Buranın kalecisi ise Zinnur adındaki mahalle arkadaşımdı.Zinnur birgün hastalandı... İşi kaybetmemek için, patronuyla konuşup yerine beni koydu...Orda iki gün kalecilik yaptım... Bu süre zarfında kale yol geçen hanına dönmüş, patron sigara dayandıramaz olmuştu...İkinci gün sonunda ise ‘‘Bana bak senin yüzünden çoluk çocuk dahil Üsküdar'da kim varsa sigaraya başladı’’ dedi, kalecilik hayatıma son verdi...***Ama hayatımın iş konusundaki en büyük fırsatını yıllar önce bir akşamüstü Gümüşsuyu'ndaki Park Otel'de kaçırdım...O zamanın en popüler oteli Park Otel'in ünlü terasında Arif Keskiner'le Marmara'ya karşı içkilerimizi yudumluyor, bir yandan da hararetli hararetli iş konuşuyorduk...Ben ünlü bir karikatürcüydüm... Ayrıca dergi yönetiyordum... Arif ise başarılı bir film yapımcısıydı...Bu arada yanımızdaki masada oturan çok şık bembeyaz keten elbiseler giymiş oldukça yaşlı bir Amerikalı ile tanıştık... Seksen küsur yaşındaki adam aslında Türkiye'de doğmuş bir Ermeni'ymiş... Onüç yaşında Amerika'ya gitmiş... Orada çok zengin olmuş... Petrol şirketi, benzin istasyonları falan varmış... O günler bir iş konseyi nedeniyle Türkiye'ye gelmiş...Adam bize üstelik Türkçe:‘‘Deminden beri konuşmalarınızı dinliyorum... Anladığım kadarıyla biriniz gazeteci, biriniz de filmcisiniz... Ama pek mutlu değilsiniz... Peki kaç para kazanıyorsunuz bu işlerden?..’’ dedi...Biz Arif'le birbirimize bakıştık... Biraz da sallayarak bir paralar söyledik Amerikalı'ya...Adam şöyle bir yüzümüze baktı...‘‘Yazık gencecik de adamlarsınız... Boşverin bu işleri’’ dedi... ‘‘İki tane beyaz sıpa bulun, gemiye yükleyip Amerika'ya gelin... Onları Amerikan kopillerine turu 5 dolardan kiraya verir burda bir ayda kazandığınızı orda bir günde kazanırsınız... Yalnız eşeyler beyaz olacak ha...’’İşte ihtiyarı, o bilge kişiyi dinlememek hayatımın en büyük hatasıdır...O iki beyaz eşeği çalıştırmak dururken, insanın yıllarca kendisinin af buyurun ‘‘eşek gibi’’ çalışması yapılacak enayilik mi?..Neyse uzatmayalım... Benim iş kariyerim tabi yukarda saydıklarımdan ibaret değil... Örneğin daha terziliğim, Sam Amca oyun salonlarında jeton satıcılığım, sürahi imalatçılığım, artistliğim vs. de var ama, hepsini saymaya kalksam bu sayfalar yetmez...Ayrıca arada yaptığım karikatürcülük, yazarlık, gazetecilik, dergicilik gibi ıvır zıvır işler de var ama, onlar boşta kaldığım zaman yaptığım işler olduğundan işten sayılmazlar...Şu an ise ailem beni aylak aylak dolaşmayayım, yerim belli olsun diye Hürriyet'e verdi... Bildiğiniz gibi bir süredir burada çalışıyorum...
Yazının Devamını Oku

Miss Turkey

13 Mart 1998
Geçtiğimiz pazartesi gecesi Kanal D'nin düzenlediği ‘‘Miss Turkey 98’’ güzellik yarışması vardı...Ben yarışmayı televizyondan değil, bizim Erman Hoca'nın deyimiyle ‘‘çıplak gözle’’ yerinde izledim... Yani pozisyonlara yakındım...Yarışma bildiğiniz gibi Lütfü Kırdar Uluslararası Kongre Sarayı'nda yapıldı...Yirmi genç kız sahne gerisinde yarışma heyecanı çekerken, aslında dışarıda, davetli hanımlar arasındaki güzellik yarışması belki içerdekilerden bile daha çekişmeli geçti...Yarışma finalistleri genç kızların hepsi birbirinden güzeldi... Bu da yarışmanın kalitesini artırdı...Dekor, giysi, müzik, sahne trafiği, her şey çok iyi ayarlanmış, hepsine çok özenilmişti...Ayrıca, ilk kez bir güzellik yarışmasında yarışmacılara, ‘‘Otomobil lastiği olsanız, kendinize kaç hava bastırırdınız?..’’ tipi abuk sorular sorulmadı... Bu 20 güzel dışında gecenin bir başka güzeli (!) ise bence M.Ali Erbil'di... (Bakınız karikatür)Sahne sempatisi, doğaçlama esprileri dozunu çok iyi ayarladığı fırlamalığı ile olağanüstüydü...Beyaz'ı ilk kez sahnede seyrettim... TV'deki gibi gene çok sempatik ve çok iyiydi... Zira insan ‘‘R’’leri televizyonda nasıl söyleyemiyorsa, sahnede de söyleyemiyor... Fark etmiyor...Uzun sözün kısası, yılın güzellik sezonunu bu yarışmayla açtık... Bakalım arkadan neler gelecek, bu yıl rekolte nasıl olacak?..KANTARIN TOPUZUPazar geceleri, televizyonların spor geceleri... Hemen her kanalda, haftanın maçlarının yorumlandığı, ahkamların kesildiği, hakemlerin tek ayak üstüne cezaya konduğu, futbol üstü hafif geyik muhabbetlerinin yapıldığı spor, daha doğrusu futbol programları var...Ben becerebildiğim kadarıyla ara ara hepsini izlemeye çalışıyorum...Bazıları, tartışmaları, röportajlarıyla izleyene keyif veriyor... Bazı programlar, otoritelikleri kendilerinden menkul aynı futbol lafazanlarını sürekli ekrana getirerek iç bayıyor... Ama sonuçta pazar geceleri çoğumuzu ekran başına çakan bu futbol muhabbeti öyle ya da böyle sürüyor...Tabii bu arada, bu programlarda gayet tarafsız (!) bir şekilde hafiften takım kayırmalar falan da gırla gidiyor...Ama geçtiğimiz pazar gecesi bir program seyrettim... Ben bugüne dek bir spor programında, program yapımcılarının bir takımın böylesine avukatlığını yaptıklarını daha önce ne gördüm, ne de duydum...Program Kanal 6'daki ‘‘Kronometre’’ programı... Ender Asman sunuyor... Gazeteci Ayhan Akbin de bu programda sürekli olarak müdahil avukat, pardon, müdahil yorumcu görevi yapıyor...Biliyorsunuz geçtiğimiz hafta Galatasaray-Şekerspor maçında hakem Ünsal Çimen, Şekerspor lehine vermesi gereken penaltıyı önce ıkına sıkına verdi... Ve Çimen, penaltıyı yapan Galatasaray kalecisi Mehmet'i oyundan atması gerekirken, kafayı çimenlere gömüp durumu es geçti...İşte geçen gece ‘‘Kronometre’’ programında bu konu konuşuluyordu... Bu arada telefonla programa Şekerspor Teknik Direktörü Celal Kıbrızlı katıldı...Şekerspor maçı kaybetmişti... Ama Kıbrızlı'nın isyanı, öylesi bir haksızlığın nasıl böyle göz göre göre yapılabildiğine ilişkin idi... Ayrıca kalecinin atılması gerektiği poziyonda Şekerspor 2-1 önde oluyordu...Şimdi de gelelim programın yorumcusu, aslında benim ilke sahibi bir arkadaş olarak tanıdığım Ayhan Akbin'in Şekerspor teknik direktörüne cevabına:‘‘Yahu kardeşim, Galatasaray şampiyonluğa oynayan bir takım... Maça zaten sizi yenmek için çıkmıştı ve yenecekti... Hakem hata yapmış olabilir... Ama, bu zaten sonucu değiştirmezdi... Ayrıca sen Galatasaray'ı suçluyor gibi konuşuyorsun... Hakem hata yapmışsa, bunda Galatasaray'ın ne suçu var ki?.. Ayrıca bu pozisyonun ne önemi var, Galatasaray sizi zaten yenecekti, yenmeye kararlıydı... Zaten sen de biliyorsun ki, sizin takım çok zayıf...’’Nasıl tarafsız program yorumcusu ama?..Biz akıllılar böyle olunca, akılsızımız da maçlara dönerci ustası gibi döner bıçağıyla geliyor... Kader utansın...YENİ KABLOTelekom, Kablolu TV konusunda yeni bir uygulamaya geçme aşamasında...Tüm Kablolu TV abonelerine geldi mi bilmiyorum ama, bu konuda abonelerine formlar yolluyor, hangi kanalın ne kadar izlendiğini saptamak için anketler yapıyor...Edindiğimiz bilgiye göre Telekom artık daha çok kanallı bir sisteme geçecek... Örneğin şu anki abonelerine, verdikleri para karşılığı 20 kanallı bir paket programı satacak... Geri kalan kanalları ise fraksiyonlara ayırıp, dileyenlere butik program olarak decoderle pazarlayacak...Şimdi burada Telekom ‘‘En hakçası bu... İsteyen, izlemek istediği programı seçip onun parasını versin, onu izlesin’’ falan gibi bir havaya giriyor ama, kazın ayağı sanırım pek öyle değil...Çünkü genelde insanların bütçeleri Kablolu Yayın'ın ancak o 20'lik paket programlarını alabilecek güçte...O ‘‘20'lik’’ pakette ne olacağı ise zaten işin özünü oluşturuyor...Kablolu Yayın o 20 kanala, o bildiğimiz, hatunların popo sallayan kliplerinin olduğu kanalları doldurur, seyredilecek kanalları decoderli ‘‘pay TV’’ye alırsa, işte o zaman cinayet çıkar... Benden söylemesi.
Yazının Devamını Oku

Sayılı fırtınalar

8 Mart 1998
Geçen gün yeni taşındığımız evimizde kitaplıkları yerleştirirken elime Refi Cevat Ulunay'ın yıllarca önce yazdığı ‘‘Sayılı Fırtınalar’’ kitabı geçti...Okuyanlarınız bilirler, ‘‘Sayılı Fırtınalar’’ bir devrin ünlü kavgalarını anlatır...Kitabı yıllar sonra tekrar şöyle bir karıştırdım... Sonra da bizim bu devrin ünlü kavgalarını düşündüm... Ulunay'ın anlattıkları, bugünkülerin yanında bana hava geldi...‘‘Sayılı Fırtınalar’’ gerçi kabadayı kavgalarını anlatır ama, hiç fark etmez...Zira bugün artık memlekette ne kadar adam varsa, alayımız kendi çapımızda kabadayıyız evvelallah...Hem bizde fırtınalar da o zamanlardaki gibi sayılı değil... Havada, karada, denizde, her yerde, her zaman esiyor...Şimdi gelelim, ilerde tarihe malolacak, nesilden nesile anlatılacak günümüz kavgalarından bazılarına...*Ê*Ê*Yer, Ali Sami Yen Stadı'nın önü...Hıncal yedeğindeki onbeş dakika önce Türkiye Güzeli olmuş arkadaşıyla birlikte maça gitmektedir...Birden karşısına Fatih Terim çıkar...Fatih: ‘‘Benim adım Fatih Terim... Ben adamın boynundaki fuları ütülerim...’’Hıncal: ‘‘Şu koskoca camiaya senin gibi şehir magandası yakışıyor mu?.. Şuraya bak gene ayakkabıların ökçelerine basmış, ayrıca ayakkabıları da ters giymişsin... Sırf benim dediklerimi yapmamak için her şeyin tersini yapıyorsun zaten...’’Fatih: ‘‘Kafayı benim maçlarda yaptığım oyuncu değişikliklerine takıyorsun sürekli... Ben senin yaptığın değişikliklere karışıyor muyum?..’’Hıncal: ‘‘Nasıl yani?..’’Fatih: ‘‘Yanındaki hatunları sürekli değiştiriyorsun... Şimdi yakında bu kızı da değiştirirsin... Şuraya bak, bu kız değiştirilecek kız mı?..’’İşte bu sırada ‘‘Sen benim yanımdaki kıza nasıl laf söylersin?..’’ diyen Hıncal, Fatih'in üstüne uçar ve Fatih'e bir kafa geçirir...Ne olduğunu şaşıran ve bir an kendini yerde bulan Fatih, güçbela kendini toplayıp ayağa kalkarken Hıncal'a:‘‘Böyle kafa Hakan'da bile yok... Zaten Hakan da çok formsuz... Bizim takımda santrfor oynar mısın?.. Hem senden de kurtulmuş olurum...’’Hıncal: ‘‘Oynamam...’’Fatih: ‘‘Neden?..’’Hıncal: ‘‘Takım şampiyon olur... Sonra sen seneye gene takımın başında kalırsın... Yağma yok.’’Fatih ile Hıncal tam tekrar birbirlerine gireceklerken birden Mustafa Denizli çıkar ortaya...‘‘Ayıp oluyor... İkinize de yakışmıyor arkadaşlar...’’ deyip aralarına girer...Sonra da olayları dehşetle izleyen güzellik kraliçesi kızcağıza dönüp kıza, ‘‘Hıncal hocam en iyisi gel biz seninle tiyatroya gidelim’’ der...Hıncal yerinden fırlayıp, ‘‘Sen manyak mısın lan Mustafa... Ben burdayım, bırak kızı...’’ diye gırtlağına sarılınca da, Mustafa, Hıncal'a dönüp, ‘‘Yahu şu milli takımın durumundan sonra, ben kederimden ne yaptığımı biliyor muyum?..’’ der...*Ê*Ê*Yer, Etiler... Vakit, geceyarısı...Sarışın, genç bir adam elinde bir yığın anahtar bir dairenin kapısını açmaya çalışmaktadır...Ev sahibi yatağından fırlar, kapının arkasına dikilir...‘‘Kim o, n'oluyor orda?..’’‘‘Çilingir... Çilingiroğlu...’’‘‘Ben çilingir çağırmadım... Sen de kim oluyorsun lan?..’’‘‘Bana bak doğru konuş... Şimdi açtırma kapıyı söyletme kötüyü...’’Ve derken Çilingir Kaya kapıyı büyük bir gürültüyle açar, içeri dalar... Kaya ile Cem artık karşı karşıyadırlar...Kaya, Cem'in gırtlağına sarılır, ‘‘Sen benim karıma nasıl Medya Maymunu dersin lan?..’’‘‘Sana teessüf ederim, beni ne kadar yanlış anlamışsın... Ben Hülya'ya maymun değil, ‘‘My Moon’’ yani, İngilizce Ay'ım demek istedim... Dünya ahret kardeşim olsun, ay parçası gibi kız maşallah...’’Bu arada Kaya'nın elinde bir paket vardır... Paketi açar... İçinden Hülya'nın eski bir eteği çıkar...Cem'e, ‘‘Sen askerlik de yapmadın... Askerlik yapmayan adam erkek değildir... Al o zaman eteklik giy...’’ der...‘‘Yanılıyorsun... Şimdi bana her şeyi açık ettirme... Ben askerliğimi gizli olarak yaptım... Sen hiç 'Jitem' diye bir şey duydun mu?’’Birden Kaya olduğu yerde çakılır... Ve Cem'in yüzüne dehşetle bakmaya başlar...‘‘Yoksa sen?..’’‘‘Evet...’’ der Cem... ‘‘Oyum...’’‘‘Ben de, beni karşında görünce rengin korkudan böyle yeşil oldu zannettim...’’Cem, ‘‘İşte gerçeği şimdi öğrendin...’’Kaya, ‘‘Ver elini öpiim YEŞİL abi’’ der ve kapıdan çıkıp ardına bakmadan tüyer...*Ê*Ê*Yer, Türkiye... Mekan, ‘‘Muhtarlık Binası...’’‘‘Türkiye'nin Muhtarı’’ Reha, makamında oturmaktadır...Derken içeri Reha'nın yardımcısı girer...‘‘Muhtar Bey, Hakan Bey geldiler... Sizinle görüşmek istiyorlar...’’‘‘B.Hakan mı, K.Hakan mı?..’’‘‘Ortanca Hakan Muhtar Bey... Türkiye'nin Hakan'ı...’’Muhtar Reha. ‘‘Peki gelsin’’ der ve hemen teyakkuz durumuna geçer... O sırada Türkiye'nin Hakan'ı kapıdan girmiştir... Muhtar gardını alır...‘‘Senin burada ne işin var?..’’ der... ‘‘Hakkımda onca atıp tuttun... İstesem şu an kolunu bacağını kırıp bu durumunu akşam haberlerine konu yapar, haberlerin en az yarım saatini kurtarırım ama, bu bana yakışmaz...’’‘‘Ağır ol Muhtar... Adamlarım Deli Aysel ile Kamer Genç'i üstüne salarsam görürsün gününü... Ama artık bu kavga anlamsız... Ayrıca buraya iş için geldim...’’‘‘Söyle ne istiyorsun?..’’‘‘Muhtar değil misin?.. Maruzatım var... Biliyorsun o ünlü ekranda orgazm haberinden sonra kızaktayım... Maddi durum da mommok... Fakir ilmühaberi almaya geldim...’’Kavga o gün için büyümez...Hakan ilmuhaberi alır gider.* * *Tabii kavgamız, gürültümüz bunlardan ibaret değil...Gazeteci Emin'in son olarak oturduğu apartmanın kömürlüğünden kömür araklarken enselediği İ.Melih'le yaptığı kavgalar, öğrencinin, memurun, sokaklarda polisimizle verdiği puan mücadeleleri, sayılı değil, sayısız fırtınalarımızdır... Ama yerimiz bu kadarına elverdi, bugünlük bu kadar...Bu arada politikacı kavgalarına hiç değinmediğimden söz edeceksiniz...Onlar danışıklı olduğundan ve arada sopayı hep biz yediğimizden, onları kavgadan saymıyorum...
Yazının Devamını Oku

Haydi hayırlı traşlar

1 Mart 1998
Övünmek gibi olmasın ama ben saçıma başıma biraz düşkünceyimdir...Şimdi tabii eskisi kadar iplemiyorum ama, gençliğimde tam bir saç manyağı idim...Allah'ın günü ayna karşısında dikilir, ‘‘Ayna ayna, söyle bana, benden güzel saçı olan var mı dünyada?..’’ derdim...Bu saç kompleksi ise bana ve benim gibi birçok arkadaşıma, yatılı okuduğumuz Küçükyalı İlkokulu'nun ‘‘Makastar’’ı Muhittin Hoca'nın armağanıydı...Bu Muhittin Hoca kovboyların çift tabancayla gezmesi gibi cebinde çift makasla gezerdi... Saçı biraz uzamış bir öğrenci gördüğünde üzerine uçar, makasını çekerek anında yolunmuş kaza çevirirdi öğrenciyi... Ya da kafamızı bacaklarının arasına sıkıştırır, saçlarımızı orasından burasından koyun kırpar gibi kırpardı...Allah sizi inandırsın, tüm erkek öğrenciler, orasından kırpılmış, burasından budanmış, bazı bölgeleri yer yer parçalı kel bırakılmış harita gibi kafalarla dolanıp dururduk okulda...İşte saç hassasiyetimin, kafayı böylesine saça sardırmanın nedeni de çocuk yaşta uğradığımız bu saç operasyonuydu...Benim, o nerde akşam orda sabah Beyoğlu'nun altını üstüne getirdiğim gençlik yıllarımda edindiğim, dükkanı o zamanın ünlü Yeni Melek sinemasının hemen yan sokağında olan Mehmet adlı bir berberim vardı...Mehmet, neredeyse benim yaşamımdaki en önemli kişiydi... Ona hayattaki en önemli varlığımı, saçlarımı emanet etmiştim... Tabii her gün traş olmazdım ama, her akşam Beyoğlu bar ve gece kulüplerinde mesaiye çıkmadan önce Mehmet'in koltuğuna oturur, saç bakımı yaptırırdım...O yıllar belki kıçımda adam gibi pantolon yoktu ama, Mehmet'in sayesinde, Beyoğlu'nda yürürken bilumum hatunların kafalarını çevirip baktıkları, Tyrone Power'inkilere benzer lepiska gibi pırıl pırıl saçlarım vardı...Bizim Mehmet'in bir de saç dökülmelerine karşı ‘‘saç iksiri’’, yani saç ilacı yapma tutkusu vardı... Bu işe gerçekten yıllarını verdi... Her gün çeşitli otlar vs. ile yeni bir ilaç yapıyor, kimyager gibi çalışıyordu...Ben onu, hani şu kovboy filmlerinde süslü püslü at arabasıyla kasaba kasaba dolaşıp gençlik ilacı, saç iksiri vs. satan tipler vardır, onlara benzetiyordum...Bu arada Mehmet'in de ufaktan ufaktan saçları dökülüyordu... Zaten bu saç ilacına kafayı asıl takma nedeni biraz da buydu...Derken o günler benim de saçlarım dökülmeye başlamaz mı!.. Resmen ruhum kararmış, hayatım kaymıştı... Sabahları uyandığımda yastığa bakıyor, deli pösteki sayar gibi o gece kaç tel saçımın döküldüğünü sayıyor, baygınlıklar geçiriyordum...Durumu Mehmet'e anlattığımda, ‘‘Paniğe gerek yok... Biliyorsun yıllardır işin üzerindeyim... Bir iki güne kadar da saç dökülme ilacının sonucunu alıyorum’’ diyordu...Ondan sonra da bizim Mehmet birden sır oldu, uzun süre ortalıkta görünmedi...Mehmet tekrar piyasaya çıkıp, dükkana döndüğünde ise kafası cascavlak tayyare meydanı gibiydi... Kafasında tek tel saç kalmamıştı...Mehmet yıllardır emek verdiği ilacı önce kendinde denemişti...Bu saç dökülme işi bugün de başımızın derdi... Özellikle gençlerin dünyalarını karartıyor...Ama anlamadığım bir şey var... Saçları dökülüyor diye tedbir olarak bir sürü genç, güya saçlarını koruma adına kafalarını usturaya vurdurup, ortalıkta öyle dolanıyorlar...Biri de çıkıp onlara, ‘‘Yahu kardeşim, belki on yıl sonra kel kalacakken neden kendini bugünden böyle keltoş bir duruma getiriyorsun?..’’ demiyor...***Ben saç stili konusunda klasikçiyimdir... Benim saç biçimim, Üç Silahşörler'in Dartanyan'ının saçlarının biraz kısa kesilmiş halidir...Aslında şimdi yepyeni bir kısa saç modeli var...Şöyle kulağın dibinden girilip, kafanın öbür yanından çıkılan, insanların kafasına kırpılmış çim manzarası veren bu model, şu ara çok yaygın...Ben erkek berberlerinin yerinde olsam, sırf bu moda nedeniyle ufkumu genişletir, berber dükkanım için yeni mekanlar gerçekleştiririm...Şimdi düşünün, müşteri saç traşı olmaya gelmiş... Sen onu, bahçede çimlerin üzerine koyduğun bir koltukta ağırlıyorsun...Çim makinesiyle çimleri keserken, makineyi kaydırıp aynı anda müşteriyi de traş edip saçlarını kırpıyorsun... Şu ana kadar hep ‘‘saç’’tan sözettik... Traş işinin bir de sakal durumu var...Bu Derbi'ler merbiler çıkıp mertlik bozulmadan önce, insanlar eskiden saç traşı gibi sakal traşlarını da berberlerinde olurlardı...Şimdi gelin size ünlü bir berberi anlatayım...Berber Cevdet'i bana dayım anlatmıştı...***Berber Cevdet... Üsküdar'ın en ünlü berberi imiş. Ama ününün büyüklüğü berberliğinden değil, çenesinin düşüklüğünden, anlattığı hikayelerden, en önemlisi sakarlığından ötürü imiş. Üsküdar Çarşısı'nın ara sokaklarından birinde küçücük bir dükkanı varmış. Dükkanda sadece kendisi çalışırmış.Öylesine sakarmış ki, bırakın kendisine traş olmaya gelenleri, yanındaki bakkala alışverişe gelenler bile sırtlarını duvara verip, ayaklarının ucuna basarak yürürler, bir kazaya kurban gitmemeye dikkat ederlermiş.Çünkü bu berber Cevdet, önündeki koltuğa biri oturduğu anda bir başlarmış anlatmaya... Sonra anlattıklarının heyecanına kapılıp başlarmış önündekini soğan doğrar gibi doğramaya. Traşı üçbeş kesikle atlatan haline şükreder, dükkandan güle oynaya çıkarmış. Ağır yaralılar ise bir daha berber Cevdet'in dükkanına gelmemeye yemin ederlermiş, ama bir süre sonra olanları unutup tıpış tıpış gene düşerlermiş Cevdet'e... Dedik ya, adamda hikayenin bini bir para imiş, ayrıca çok tatlı anlatıyormuş... O zamanlar öyle adımbaşı berber dükkanı da olmadığından, semt halkı bir bakıma mecbur kalıyormuş Cevdet'e gelip yontulmaya.Bir gün toplanıp bir karar almışlar. Sonra da hep birlikte gidip Cevdet'in karşısına dikilmişler.‘‘Bunca zamandır sana traşa geliyoruz. Kesmedik yerimizi bırakmadın, ses etmiyoruz. Aramızda toplanıp bir karar aldık... Ya bunu uygularsın, ya da artık sana traşa gelmeyeceğiz’’ demişler...‘‘Nedir o kararınız?’’ diye sormuş Cevdet.‘‘Bundan sonra bizi traş ederken hiç olmazsa narkoz ver!..’’Şimdi, ‘‘Hadi canım, bu kadar da olur mu?’’ diyeceksiniz... Valla orasını bilmiyorum. Ben de dayımın yalancısıyım. Neyse, hikayemize devam edelim.Bir gün Cevdet'e emekli Sami Bey sakal traşına gelmiş. Cevdet'in o gün çenesi fazlaca düşük bir günüymüş. Sami Bey de hasar biraz fazla olmuş. Dükkandaki diğer müşterilerin, eşin dostun yardımıyla Sami Bey'i evine kucakta götürmüşler...Ve aradan iki gün geçmiş... Bir gazetede şöyle bir ilan çıkmış:TEŞEKKÜRYaptığı başarılı operasyonla apandistimi alan ve beni yıllardır çekmekte olduğum bu ıstıraptan kurtaran değerli insan, büyük berberCEVDET'esonsuz teşekkürlerimi arzederim.Emekli HakimSami ÜNAL***Neticei kelam, biraz berberleri anlattık... Hafif de sinekkaydı bir yazı yazdık bu hafta...Hepinize, ‘‘Hayırlı traşlar...’’
Yazının Devamını Oku