Şükrü Küçükşahin

Erdoğan’ın istediği bakanların vermediği destek

4 Aralık 2008
BAKANLAR Kurulu toplantıları tutanaklarla tarihe geçer; ancak bu gelenek nedense Ecevit hükümetleri döneminde kaldırıldı. Abdullah Gül’le birlikte bu tarihi hatadan dönüldü.

Tayyip Erdoğan ise sistemi aynen korudu; ancak bir yenilik yaptı.

Kurulda özel bölüm oluşturuldu; bürokratların alınmadığı, çoklukla parti işlerinin konuşulduğu bu bölümde tutanak tutulmasına son verildi.

Erdoğan’ın belirlediği "özel gündem"i görüşen kuruldan ilginç bir toplantıyı, ancak ulaşabildiğim bilgiler çerçevesinde aktarmaya çalışacağım.

DİŞLİ’YE NEDEN DESTEK YOK

Toplantı Şaban Dişli tartışmasının gündemde olduğu günlerde gerçekleşti.

Erdoğan, özel gündemin bu bölümünü, bakan arkadaşlarının Dişli’ye neden sahip çıkmadıklarını sorarak açtı.

Kurulda söz, Başbakan’a en yakın oturan bakandan başlanarak alınır.

Sıra hukukçu bir bakana geldiğinde ilk farklı ses çıktı.

Bakan, doğrusu, kabine arkadaşlarının çoğunun da beklemediği bir cesaretle, Başbakan’a, "Ben destek vermekten yana değilim" dedi.

Bu bakan, gerekçesini ise şöyle açıkladı:

"Sayın Başbakanım, bir hukukçu gözüyle de dosyaya baktım. Gördüğüm kadarıyla dosyada, Sayın Şaban Dişli’yi savunmamızı zayıflatacak unsurlar var. Arkadaşımızın buradaki sorumluluğu pek rahat açıklanabilir gibi değil."

Başbakan bu yanıtı bekliyor muydu, beklemiyor muydu emin değiliz; ama ardından bir başka hukukçu bakanın çıkışı geldi:

"Sayın Başbakanım, benim de bu dosyayla ilgili ciddi şüphelerim var. Öncelikle bu bir milyon YTL konusundaki açıklama yeterli değil. Sayın Dişli, bu parayı ne karşılığı vermiş; hangi amaçla kullanılacak, ne zaman ödenecek, nasıl ödenecek gibi sorular muğlak kalıyor. Net olmayan durumlar var."

GÜVEN VERMEDİ


Erdoğan da aldığı bu yanıtlar üzerine ilk bakışını değiştirdiği izlenimi vermeye başladı; çünkü arkadaşlarının açıklamalarına karşı görüş sarf etme gereği duymadı, söylenenleri saygıyla dinlediğini gösterdi.

Bir başka hukukçu bakan da aynı çerçevede konuşurken, hukukçu olmayan bakanlar da arkadaşlarına, farklı gerekçelerle katıldılar.

Çok şey söylediler bu bakanlar da.

Şaban Dişli’nin, AKP Grup Başkanvekili Bekir Bozdağ ile birlikte düzenlediği basın toplantısını yerden yere vuranlar dahi çıktı.

Basın toplantısına hazırlıksız çıkıldığını söylediler.

Sanki iddialar hafife alınmış havası verildiğini belirttiler.

"Arkadaşımızın kılık kıyafeti bile kendisine güven duymadığının göstergesi gibiydi. Bunun için bir uzmandan hiç mi bilgi alınmazdı" dediler.

Dişli’nin basın toplantısında belgeleri dağıtmaktansa, yanında alıp götürmesi de eleştiri kervanına eklendi.

Sonrası malum, Başbakan’ın, "Niye savunmuyorsunuz" dediği Dişli gitti.

Ancak, Başbakan’ın, yakın çevresi söz konusu olduğunda yolsuzluk iddialarına nasıl baktığı; yakınındaki başka birileri gerçeği ortaya koyunca da geri adım atmaktan çekinmediği, tutanak olmasa da tarihe böyle geçti.

Peki, Başbakan özel bölümde Deniz Feneri konusunu açtı mı acaba?
Yazının Devamını Oku

Çakal Carlos’tan farkı yok!

1 Aralık 2008
ADALET Bakanı Mehmet Ali Şahin’in, İmralı’da oluşturulacak mini F tipi cezaevi ve Öcalan’ın durumuyla ilgili açıklamaları üzerine yapılan değerlendirme ve yorumlar daha çok eleştiri boyutunda oldu. Şahin’in sözlerini radyodan, Hürriyet’in manşetinden başlık olarak duyduğunu belirten terör örgütünün başı Öcalan’ın yanıtı, "Onlarınki bir şantaj. Üç beş kişinin buraya getirilmesiyle bu sorun çözülmez" biçiminde oldu.

"Şu an genel bir ayaklanma hali var. Bu durum baharla birlikte fırtınaya dönüşebilir" diyerek tehditten de kaçınmadı.

Şahin’e en sert eleştiri ise CHP Genel Başkanı Deniz Baykal’dan geldi.

AVRUPA BASKISI

Öncelikle; Şahin, görüşmemizde inşaata kendisinden önce, Cemil Çiçek döneminde karar verildiğini, amacın da güvenlik görevlilerini barakadan kurtarıp, uygar mekanlara kavuşturmak olduğunu söyledi.

"Burası özel bir yer; malzeme sevkıyatı çok zor, çalışanlar özel seçiliyor. Bir daha zor olacağından, gerekirse diye infaz kurumu işine de başlandı" diyen Şahin, başta Avrupa Parlamentosu, çeşitli Avrupalı kurum ve kişilerden gelen eleştirilerden bağımsız bir çalışma yapıldığı izlenimi bıraktı.

Ancak, inşaatta bu baskıların izinin olduğunu söylemek de mümkün.

Baykal’ın eleştirilerinin odağında da bu olasılık yer aldı.

Salı günü CHP grup toplantısında konuya önemli yer ayıran Baykal, daha sonra bana da aynı kuşkusunu aktardı.

Avrupalı kişi ve kurumlara tepkisini özellikle gösteren Baykal, bu amaçla daha sözlerinin başında şu çıkışı yaptı:

"Bu çevreler Fransa’da Çakal Carlos’un cezasını nasıl çektiğini niye hiç sorgulamıyor, konuşmuyor da İmralı ile uğraşıyor? Carlos orada tek kişilik hücrede kalmıyor mu, tecritte değil mi, kimseyle konuşturuluyor mu?"

TAHLİYE PAZARLIĞI


Şahin’in açıklamalarının arkasında tehlikeli bir oyunun olduğu inancındaki Baykal, bunu, "tahliye pazarlığı" diye nitelendirdi.

Sokaktan çekinildiği için, "Şöyle olursa böyle yaparız" pazarlığına girişildiğini söyleyen Baykal’a göre, Şahin’in sözleri siyasi açılım amaçlı. Bunun perde arkasını da şöyle aktardı:

"Önce İmralı’ya TBMM İnsan Hakları Komisyonu’nu götürmek istediler. Komisyon üyesi AKP’li bir milletvekili (Diyarbakır Milletvekili Abdurrahman Kurt) arkadaşımız Malik Ejder Özdemir’e bu teklifi yaptı. Adalet Bakanı da, ’İsterlerse göndeririz’ dedi. Arkadaşlarımız ’gerek yok’ dedi. Bizimkileri ikna etmeye çalıştılar. Olmadı gidilemedi. Gidilseydi, ’Komisyonun tespitleri doğrultusunda bunlar yapılıyor’, diyeceklerdi. Gerçekleşemeyen o ziyaretin arkasında, komisyonun sırtından bu politikayı götürmek vardı. Bunu yapamayan hükümet, şimdi mahcup, çekingen bir pazarlık içinde."

Malik Özdemir
de liderini destekledi, söz konusu teklifin iki kez yapıldığını söyledi, "Başbakan’ın da bundan haberi vardı" iddiasında bulundu.

Eleştiriler hangi boyutta olursa olsun, aslında Şahin’in söylediği net.

Bakan Şahin, "Kan durmadıkça kimseye huzur yok" diyor.

Ancak, bir kez daha gördük ki terör örgütünün başı, bırakın kanı durdurmayı; daha bugünden yarın çıkacak fırtınayı müjdeliyor!

Üstelik bunu da "çözüm ve diyalog" diye yutturmak istiyor.
Yazının Devamını Oku

Gül iyi, Erdoğan kötü polis mi?

27 Kasım 2008
AB ilerleme raporları artık eskisi kadar ilgi görmüyor; sadece işin uzmanları veya çok yakın takipçilerinin ilgi alanında kalıyor.<br><br>Hemen herkesin, "İlerlememe Raporu" dediği 5 Kasım tarihli sonuncusunda, ilk kez AKP hükümetine yönelik pek çok açık eleştiri yer aldı. Buna karşılık rapor, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’e yönelik olumlu atıflarla akılda kaldı; doğrusu "Gül, bunu hak etmedi" diyen de çıkmaz sanırım.

Ama, AB’nin bu atıflarının siyasi nezakete pek uymadığı da bir gerçek.

Rapor Gül’e sevimli gelse de AB konusunda görev yapan ister kamu, ister sivil kesimden olsun konuştuğum hemen herkes üzerinde son üç yıldır egemen olan olumsuz havayı daha çok pekiştirmiş görünüyor.

Bu çevrelere göre olumsuzluğu değiştirecek ilk isim iseAbdullah Gül.

BEKLENEN ÖZEL MİSYON

Gül, rapor yayınlanmadan bir hafta önce, AB için yasama ve yürütme temsilcilerini Çankaya’da toplamış; "Hadi hızlanın" demişti.

Doğrusu, çoğu yetkili/uzman toplantının bir sonuç yaratacağından şüphe duysa da Gül’ün kafasında mutlaka bir harekát planı olduğuna inanıyor.

Son İlerleme Raporu’nun olumsuz içeriği nedeniyle Gül’den beklentilerini daha yukarı çıkarmış olanlar, "Gül, artık yürütme makamında değil; o nedenle ancak önerilerini söyler" tezini de pek inandırıcı bulmuyor.

Bu çevreler samimi olarak, "AB’ye karşı eğer Başbakan Erdoğan kötü polisi, Gül de iyi polisi oynamıyorsa Gül, hükümeti harekete geçirecek siyasi etkinliğe sahip" görüşünü savunuyorlar. (İlginçtir, Gül ve Erdoğan’ın türban konusundaki tutumuyla ilgili pazartesi günkü yazım üzerine de ’iyi polis, kötü polis’ benzetmesini yapan pek çok mail aldım.)

Gül’den beklenen sadece hükümet üzerinde etki göstermesi de değil, AB reformlarına direnen her kesime ulaşması.

"Yeni bir Türkiye istemeden AB hedefine varılamaz. Gelinen noktada ise ’AB şart’ diyen bazı kesimler dahi düzeni değiştirmekten yana değil" diyen beklenti sahipleri, Gül’den özel misyon üstlenmesini istiyor.

AYAK DİREYENLERE UYARI

Başlangıçta, "Gül, bu beklentileri karşılayamaz" diyenler çıkabilir; ancak nedenlerini detaylandırırsak belki daha makul bulunabilir.

Bugün AB için elzem görülen 75 yasal düzenleme var; bunlar arasında en önemlileri, siyasi partiler, siyasetin finansmanı, sendikalaşma ve yolsuzlukla mücadele başlıkları altında toplanıyor.

Bu dört başlıkla ilgili ayak direyen sadece hükümet değil, işçi sendikaları ve başta TÜSİAD olmak üzere işveren örgütleri de direnç içinde.

İşte Gül’den ilk beklenti, bu örgütlere de uyarı/baskı yapması.

Gül’ün bu kurumlar üzerinde etki göstermesi çok da zor bulunmuyor.

Sonuçta, ilerleme raporları olumsuz çıktıkça Gül’den beklentiler artacak; bunları karşılamaması halinde ise "İyi polisi" oynadığına inanılacak. Korkulan ise bu duygunun ileride Brüksel’de de hakim olması.

Bu vesileyle, "AB" diyenlerin THY’ye yönelik şu mesajını da ileteyim:

Türkiye’nin önündeki en büyük engel olan Fransa’da 2009, Türkiye yılı. Strazburg, AB’nin ikinci başkenti ve bölgede 300 bin Türk yaşıyor. Böyle bir dönemde THY’nin Strazburg uçuşlarını iptal etmesi anlaşılır değil.
Yazının Devamını Oku

Gül ile Erdoğan’ın arasına türban girdi

24 Kasım 2008
MURAT Yetkin, cuma günü Radikal’deki köşesinde, "Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ile Başbakan Tayyip Erdoğan arasında kriz var mı" sorusunu irdeledi. Zaman zaman benim de üzerinde durduğum bu konuda Yetkin, "Her Cumhurbaşkanı ve Başbakan arasında rastlanabilecek yaklaşım farklılıklarını kriz olarak görmek doğru değil" değerlendirmesini yaptı.

27 Ekim’de Köşk’te yapılan AB toplantısına Erdoğan’ın katılmamasının altını ben de daha önce çizmiştim; Yetkin de bu toplantıya değindi.

Ermeni açılımı, Obama’nın sadece Gül’ü araması....

Tüm bunları geçerek diyorum ki; Gül-Erdoğan ilişkisinin seyrine damgasını vuran ana neden Anayasa Mahkemesinden dönen türban düzenlemesidir.

Bakın bu iddiamı nelerin üzerine oturtuyorum?

GAZETELERDEN ÖĞRENDİ

Daha başından yazayım; Gül’ün bu düzenlemeye karşı olduğuna eminim.

Düzenleme yapılacağını gazetelerden öğrendi; anlayacağınız Erdoğan, konuyla ilgili olarak önceden gidip kendisiyle bir değerlendirme yapmadı.

Gül’ün bu nedenle bir alınganlığa girmediği söylenemez.

Oysa Erdoğan, Gül’e gitseydi, "Tayyip Bey, bu konuya henüz girmeyin. Gerginlik oluşacak. Bazı kesimlerden şikayetler geliyor" sözlerini duyacaktı.

Gül’den bu sözlerini işitme şansını kaçıran Erdoğan, aksine MHP’nin iteklemesiyle hızla düzenlemeyi TBMM’den geçirdi.

Yine bir iddiada bulunayım; asıl alınganlık da işte o an oluştu.

Çünkü Gül, düzenlemeyi Meclis’e iade etmek istedi.

Çok da kararlıydı.

Kamuoyu önüne çıkıp bunun bütün risklerini üstlenmeye de hazırdı.

Doğrusu, böylesi bir adım, bazı kesimlere göre, Gül’ü "bütün Türkiye’nin cumhurbaşkanı" yapacak çok önemli adım olacaktı.

Peki, bu neden olamadı; onu da açayım.

ERDOĞAN’IN MHP KORKUSU

Düzenleme önüne gelince Gül, Erdoğan gibi davranmadı.

Veto için Erdoğan’ın görüşünü almak istedi; öyle de yaptı.

Konuyu Erdoğan’a açtı, uzun uzun gerekçelerini dillendirdi.

Ancak Erdoğan, hak verse de bu vetonun kendisini siyaseten çok yıpratacağı inancındaydı. 

En çok da MHP’nin bunu kendisine karşı kullanmasından çekiniyordu.

"Bir siyasetçi olarak bunu üstlenemem, bu riski alamam" dedi.

Yani, "Siz şimdi siyaset üstüsünüz, sandık derdiniz yok; ama ben sandığı düşünmek zorundayım" demek istedi, imzalaması için ısrar etti.

Sonuçta da Gül, Erdoğan’ı aşamadığı için vetodan vazgeçti.

Sadece türban konusu değil, yine benim iddiam olarak kayda alın; Gül, Erdoğan’ın AB performansını yetersiz görürken, bazı söylemlerini de doğru bulmuyor; ancak bütün bunlardan yola çıkarak Yetkin gibi diyorum ki, ikili arasında bir kriz durumundan söz edilemez.

Kimse de Gül ile Erdoğan ilişkisini ne Sezer-Ecevit, ne Özal-Mesut Yılmaz/Yıldırım Akbulut ne de Demirel-Tansu Çiller ilişkisine benzetmesin.

Burada uzun yılların ideolojik dava, yol arkadaşlığı var.

Bir de, "Kriz durumlarında şefin dediği geçerlidir" ilkesi unutulmasın.

Yalnız son bir uyarım; şefi de kimse, "Gül" diye düşünmesin.
Yazının Devamını Oku

Le Monde muhabirinin ilginç sorusu

20 Kasım 2008
CHP Genel Başkanı Deniz Baykal’la, çarşaflı yeni üyelerle ilgili "Mutaassıpsa mutaassıp, sana ne" çıkışını yaptığı salı günkü grup toplantısı sonrası, konu üzerinde sohbeti sürdürerek makam odasına çıktık. Bizimle birlikte odaya giren Özel Kalem Müdiresi Nilgün Şahin, "Sayın Sunay Akın bekliyor, ne yapayım?" diye sordu.

"Aaa öyle mi; bekletme, hemen al" dedikten sonra, "Çok müthiş bir iş yapmış. Otur da beraber konuşalım; çünkü bu işleri ihmal ediyoruz" dedi.

Bir çırpıda da Akın’ın kurduğu İstanbul Oyuncak Müzesi hakkında bilgi verdi.

Akın içeri girince, ona duyduğu hayranlığı bir kez daha dile getirdi.

MICKEY MOUSE VE MONA LISA

Tam bir mütevazılık örneği veren Akın ise babasının satın aldığı bir köşkü, onlarca katlı apartmana çevirip büyük kira geliri elde etme seçeneği dururken, müzeye dönüştürmenin getirdiği zenginliğin daha büyük olduğunu hissettirmekle yetindi.

Akın, dünyada kendi alanında ilk beşe girmiş olan, her gün 150-200 çocuğun ziyaret ettiği müzede beş bin orijinal obje bulunduğunu anlattı.

Örneğin, Mona Lisa oyuncağı; Mona Lisa gibi bir tane üretilmiş ve o oyuncak da Kadıköy’deki Akın’ın müzesinde sergileniyormuş.

Çizeri Ub Iwerks, Mickey Mouse adını, çizim yaparken masasına çıkan bir küçük fareden esinlenmemiş; o günlerde (1920’li yıllar) ABD’de çok yaygın olan Mickey Mouse adlı tahta oyuncaklardan dolayı vermişti.

Bu oyuncaklardan kalan son örnek de Türkiye’nin tek oyuncak müzesinde.

Sunay Akın’ın haklı birkaç sitemi de oldu.

Müzeye iki ayda bir sadece, "Z raporu var mı?" diye uğrayıp kazanç soran devlet, elektriği, havagazını işyeri fiyatından satıyordu.

Akın, "Küresel ısınmaya sevinilir mi? Ama en çok da ben seviniyorum; çünkü daha az yakıt gidiyor. Çekiyoruz kazakları idare ediyoruz" dedi.

ABD’de 18 bin müze bulunduğunu anlatıp Türkiye’nin bu alandaki yoksulluğuna dikkat çeken Akın, bir özel müzeyi yaşatmanın zorluğunu dillendirip, "Hiç değilse vergi indirimi yapılsa" dileğinde bulundu.

FENER STADI’NA ON DAKİKA AMA

Akın, müzeyi birçok ünlü ismin de gezdiğini; ancak en ilginç anısını Le Monde muhabiriyle yaşadığını belirtip ziyareti şöyle anlattı:

"Muhabir geldi, burnu havada, diyebilirim. Sadece bir saati olduğunu söyledi. Müzeden tam dört saat sonra ayrıldı. Çok etkilendi. Ama çıkarken, ’Özür dilerim; ama orijin olarak gerçek bir Türk müsünüz?’ diye sordu. İnanamadım. ’Bu sorunuz için size gerçekten kızmam gerek; ama kızamıyorum: Çünkü biz Türkler hakkında hep başka şeyler duyuyorsunuz’ demekle yetindim."

Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad’ın müzeyi çocuklarıyla ziyaret ettiğini, AB yöneticilerinin de müdavim olduğunu söyleyen Akın, "Japonya Başbakanı gelecekti; ama programı 5 günden 3 güne inince olamadı. Sonra bir gün Japon Büyükelçi geldi. Başbakan özel olarak göndermiş. Müzeyi gezemediği için çok üzgünmüş" derken duygulandı da.

Akın’a, ünlü yerli konuklarını sorduğumda ise şu yanıtı aldım:

"Deniz Bey geldi; ama ne diyeyim; Fenerbahçe Stadı’na on dakika uzaktayız; oraya gelmeyen yok. Buna rağmen, İstanbul Valisi ve Belediye Başkanı da dahil gelen devlet adamı olmadı."
Yazının Devamını Oku

Bu da Etik Kurulu’nun etik anlayışı!

17 Kasım 2008
BAŞBAKANLIK internet sitesinde Etik Kurulu’nun görev tanımı şöyle:"Kamuda etik kültürünü yerleştirmek üzere çalışmalar yapmak veya yaptırmak; kamuoyuna yansıyan olumsuzlukların iyileştirilmesi ve kamu görevlilerine yönelik itibar ve güvenin artırılması için etik ilkelere uygun bir işleyişin sağlanması amacıyla ’ilke kararları’ almak." Başbakanlık Etik Kurulu, geçen perşembe tüm kamu kurumlarının etik kurulu başkanlarını, 4 yıl aradan sonra, bir toplantıya çağırdı.

Toplantı yeri olarak Kızılcahamam’da, AKP’nin istişare toplantılarını yapmasıyla ünlenen Asya Termal Oteli seçildi ve aynı gün 17.30’da, 55 "etik önderle" Ankara’dan hareket eden iki otobüs bir saat sonra otele vardı.

Hemen tanışma kokteyline geçildi, sonra da dinlenmeye çekilindi.

7 SAATLİK TOPLANTI

Cuma günü sabah saat 9.15’te başlayan toplantıda, Prof. Dr. Kenan Gürsoy, etik kavramını; Prof. Dr. Faruk Gençkaya da kamu yönetiminde yolsuzluğun önlenmesi ve etik kültürü anlattı.

Sonra bazı etik kurul başkanları önerilerde bulundu.

"Yolsuzluk zaten suç, onlara mahkemeler bakıyor, ama biz ceza verebilmeliyiz" diyen de oldu, "ceza yerine ödül vermeyi" öneren de, "Asıl önemlisi medya etiğini düzeltmektir" diyen de.

Sonuçta medya konusunda, "Bu gücü yolsuzlukları önlemede nasıl daha etkin kullanabiliriz" tartışması yaşandı ve Prof. Gürsoy, "Medya, eğitim konusunda biz eğiticileri de aştı. Çünkü yapılanları topluma en iyi, en yaygın ve en kolay anlatma olanağına sahip" dedi.

Bunları detay konusunda biraz bilgi vermek için aktardım.

Derdim bu değil; sorun Etik Kurul’un bir saat mesafedeki bir yerde, kamu kaynaklarını kullanarak "günübirlik" bir toplantı yapması.

ANKARA’DA TRAFİK VAR

Konuyu Kurul Başkanı Prof. Dr. Bilal Eryılmaz ile de konuştum.

Eryılmaz, özetle şunları söyledi:

"Hem bir araya gelelim, dedik hem de çalışacağımız konular vardı. Komisyonlar bugüne kadar neler yaptı, yüz yüze değerlendirelim istedik. Bütçe görüşmeleri olduğundan, arkadaşlar Ankara’da akşam saat 22.00’ye kadar kurumlarında kalıyor. Bir saatte gittik; yorgunluk da vardı, hemen arkadaşlar istirahate çekildi. Ankara’da olamaz mıydı? Olurdu; gayet güzel de olabilirdi. Ama sabah trafiği de var, oraya gidip gelmek var. Bir de insanları motive etmek de gerek. Bir düşünceye kendini hazırlamada fayda var. Çok verimli bir çalışma yaptık. 16.00’da bitti, 17.00’de de döndük. Şehir dışında ilk defa böyle bir toplantı yaptık. AB ayağı olan projeler de üretiyoruz, çok hızlı çalışmalıyız ve öyle de yapıyoruz. Aynı perşembe yolsuzlukla mücadele konusunda TÜBİTAK’ın Gebze biriminde eğitim alan arkadaşlarla buluştuk, konuştuk."

Eryılmaz, toplantı için ihale açtıklarını ve maliyetin 13-14 bin YTL kadar olduğunu da sözlerine ekledi.

Benim bilgilerime göre daha önce DPT’nin salonlarında yapılan toplantılara katılım hiç bu kadar eksiksiz olmamıştı.

Bunu da geçiyorum; ama yine de kamu kaynaklarını, hele hele bir etik kurulunun böyle kullanması baştaki görev tanımına uygun mu, değil mi?

Kararı siz verin.
Yazının Devamını Oku

Bask modeli çöktü

13 Kasım 2008
DEVLETİN ulusal güvenlikle ilgili tüm birimlerinde, bölücü terörün kitleselleşmeye çalıştığı tespitine dayanılarak yeni değerlendirmeler yapılıyor. Hazırlanan raporlara, sarf edilen görüşlere, yapılan toplu değerlendirmelere dayanarak bu kurumların konuya yaklaşımlarını özetlemek istiyorum.

Bana en ilginç gelen yeni yaklaşımların başında, bir dönem Tansu Çiller’in tartışmaya açtığı Bask modeli için şu nedenle "Çöktü" denilmesi oldu:

"Orada da partiler kapatılıyor. Meclis Başkanı hakkında dava açıldı. Diğer bölgeler otonomiye itiraz etti. Bazı partilere ETA’nın siyasi kanadı, dendi. ETA da sağa sola bomba koymayı sürdürdü; ama tümünü patlatmadı, polise ihbar etti. Yani ’varlığımızı sürdürüyoruz’ mesajını verdi. Siyasi kanatla silahlı kanadın bu yandaşlığına rağmen, ETA önemli ölçüde marjinalleşti. Artık ulusal partiler zaman zaman bölgedeki ETA partilerini geçiyor."

PKK’NIN MAĞARA CİNLİĞİ!


Burada asıl ilginç saptamanın şu olduğunu düşünüyorum:

"Marjinalleşmede Fransa ile İspanya mutabakatı önemli rol oynadı. ETA yıllarca eylem yapıp Fransa’ya kaçtı. Ancak, özellikle de AB süreci ardından iki ülke anlaşmaya varınca sonuç alıcı adımlar gelmeye başladı."

Buradan hareketle, PKK-Kuzey Irak ilişkisine dair tespitlere döneyim:

"Kuzey Irak yönetiminde gözle görülür yeni tutum var. PKK’dan rahatsızlar. PKK da bunu hissetti, ’üzerimizden bir dolap çevriliyor’ düşüncesiyle Barzani yönetimine tepki koyuyor. Kuzey Irak yönetimi belli kontrol noktaları oluşturdu. Bazı PKK’lılar Peşmerge yapılıyor. Bazılarının işyeri açmasına dolaylı destek veriliyor. Öbür yandan Türk savaş uçaklarının bombaladığı binaların bazılarının yeniden yapılması gibi olumsuz icraatları da var. Bunlara rağmen ilişkilerde bir ilerleme söz konusu."

Kuzey Irak’tan PKK’nın insan kaynakları konusunda da sağlam bilgiler alındığını; örneğin PKK’dan ayrılmaların oradan teyit edildiğini aktarayım.

Bana komik gelen şöyle bir bilgi de var:

"Bombalamalar ardından PKK, ya giriş yönü güneye bakan yeni mağaralara yöneliyor, ya da mümkünse, mağaraların girişini kuzeyden güneye çeviriyor."

Ne cin fikir; demek ki o zaman uçaklar vuramayacak!

TALİBAN’LA KONUŞULUYOR YA

"İngiltere ve ABD bile Taliban’la konuşmadan söz ederken, Kuzey Irak’tan destek bekleniyorsa, ’o adamla konuşmam’ anlayışının açıklaması olamaz. Konuşulmalı; ama sınırları iyi çizmeli ve kararlılık göstermeli" tespitinden ise Kuzey Irak yönetimi ile ilişkilerin daha da geliştirileceği sonucu çıkardım.

DTP’yi de es geçemeyip, "Meclis’te edilen yemin ve her şeyin bir limiti olduğu unutulmamalı. DTP’nin, PKK’nın toplumsal hareketlerine destek sağladığı, hatta önderlik ettiği bilinmektedir" değerlendirmesiyle yetiniyorum.

Bu kurumların yasal taleplerine gelince ise kısa özet şu:

"Terörle mücadelede psikolojik harekát çok önemli. Yeni kurulacak birim bu konuda önemli çalışmalar üstlenmek durumunda; çünkü ciddi aksamalar var. Örneğin, Türk Jandarması, kanunu Fransa’dan alındığı halde hem Fransız hem de İngiliz meslektaşlarına göre sınırlı haklara sahip. Van terminalinde, PKK kuryeleri gençleri örgüte götürüyor. Gençler de, kurye de orada; ama yapacak bir şey yok. Savcıya götürülen de serbest kalıyor. Oysa İngiltere’de önleyici gözaltı diye bir uygulama var."
Yazının Devamını Oku

Savaşta bile yapılmadı

10 Kasım 2008
SAĞLIK Bakanı Recep Akdağ’dan, önceki hafta sonu Başbakan Tayyip Erdoğan’la beraber gittiği, gazetecilerin bile taşlı saldırıya uğradığı Hakkari gezisiyle ilgili izlenimlerini dinledim. Gördüklerinden ve duyduklarından o kadar çok etkilenmişti ki telefondaki sesi üzüntüsünün hálá geçmediğini gösteriyordu.

"Oraya büyük bir heyecanla gittim" diyen Akdağ, nedenini şöyle açıkladı:

"Hakkári’de artık hastaların yüzde 90’ı, plazma TV, koltuk, banyo ile donatılmış nitelikli yataklarda tedavi edilecek. Bu Türkiye birinciliği demektir. 2002’de Hakkari’de 20 uzman doktor vardı, bugün sayı 57. Bunları sağlayan yatırımların açılışı için oraya gittik."

HAMİLEYİ AMBULANSTAN İNDİRDİLER

Bu heyecanla gittiği Hakkári’de tanıklık ettiklerine, duyduklarına inanmakta güçlük çeken Akdağ, "Ne sevincim kaldı ne heyecanım" deyip devam etti:

"Daha önce Diyarbakır’da ambulans taşlanmış, durdurulup içindeki hamile anne indirilmişti. Sağlık müdürümüz benzer iki olayın da Hakkari’de olduğunu anlattı. Ambulansın yolunu kesiyorlar, hastaları zorla indiriyorlar. Biri de hamile. Sürücü, ’Hastamız hamile, doğum yapacak’ demesine rağmen, onu tehdit edip, ’indireceksin’ diyorlar. Bu gözü dönmüşlüktür."

Böylesi olayların en acımasız savaşlarda dahi yaşanmadığını, Kızılhaç ve Kızılay araçlarına hiç müdahale edilmediğini vurgulayan Akdağ, yapılanları şiddetle kınarken şu mesajı DTP’ye iletti:

"Çocuklara taş attırmak, ambulans durdurmak demokratik hak mı? Bu olayları bir partimiz tırmandırıyor. Dilerim bu tutumlarını sürdürmezler. Yapılan demokratik de değil, ahlaki de. Söz konusu olan yaşam hakkı."

İÇİ SIZLAMAYAN İNSAN

Konuşmamızda bölgedeki doğum oranının yüksekliğine işaret eden Akdağ, daha önce de ana sağlığı ile ilgili aşı kampanyasının aynı kesimlerce durdurulmak istendiğini anımsattı.

Akdağ, bu konuda da şu bilgileri verdi:

"Aşılama oranı bölgede yüzde 40’ın altındaydı. Aşı kampanyasını başlattık, ’kısırlık yapıyor’ propagandasına başladılar. Başlangıçta etkili de oldular; ama bütün personelimizle uğraştık, didindik yendik bu propagandayı. Bugün yüzde 90 oranı aşıldı; kötü mü oldu yani? Bir şey daha yaptık. Kışın annelerimiz zorlukla karşılaşmasın; çocuklarını kaybetmesin, hayatları tehlikeye girmesin diye önlemler aldık. Hem 112 hizmetlerini daha etkin hale getirdik, hem de paletli ambulanslar aldık."

Bu ambulansların dahi ulaşamadığı köyler olduğunu, bu durumda da anneleri, en az 10 gün öncesinden, kent merkezlerine getirip, valilikler aracılığıyla konaklattıklarını aktaran Akdağ, şu bilgiyi de verdi:

"Evde doğum oranında, diğer bölgeler yüz binde seksen dolayındayken, burada oran 150’ye varıyordu. Bu oran da normale çekildi."

"O evlere polisle girmemiz mi isteniyor, bilemem; ama personelimiz ev ev çalışmaya devam edecek" diyen Akdağ, sözlerini şöyle tamamladı:

"Sağlık personeli orada canını dişine takmış çalışırken, savaşta bile yapılmayanı onlara mübah görülüyorsa, içi sızlamayacak bir insan çıkar mı? İçi sızlamayan varsa işte o zaman vay insanlığın haline!"
Yazının Devamını Oku