1 Ocak 2009
MELİH Gökçek’in adaylık süreci, Başbakan Tayyip Erdoğan’ın kendisine uyguladığı azap türleriyle tarihe geçiyor. Ancak, azapların artık amacını aştığı, güvensizliğe dönüştüğü; hem Gökçek’in hem de AKP’nin yıprandığı görüntüsüne neden olduğu da ortada.
Erdoğan da bunu görmüş olmalı ki açıklamayı bugün yapma kararı aldı.
Ancak, Başbakan ve AKP, "Gökçek’le kazanırız" iddiasını zaafa uğrattı, yoksa Gökçek başarılı bulunsaydı, adı daha ilk günden açıklanırdı.
Gökçek’in de eli boş değildi, O da Erdoğan’a güvenmediğinden resmi adaylık başvurusu yapmadı; çünkü yapsaydı başka partiye gidemezdi.
Yani, "Son anda dahi başka partiye giderim ha" yasal kozunu elinde tuttu.
GÜL FAKTÖRÜ
Konuya başka yönlerden katkı sağlamak da mümkün.
AKP içinde önemli isimlerin Gökçek’e muhalefeti biliniyor, Bülent Arınç bunlardan biri; ama az bilinen çok daha önemli eski bir muhalif var.
Geçen seçimde de Gökçek AKP adayı olduğu halde, dönemin CHP Kırıkkale Milletvekili Halil Tiryaki’ye, "Karşısına niye tek aday çıkarmıyorsunuz" diye sorabilen Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’den söz ediyorum.
Buradan hareketle şu soruyu sorabiliriz:
"Acaba Erdoğan, şimdi siyaset üstü olsa da Gül’ün görüşlerini bildiği için mi durumu kurtaracak bir formül bulmak için bugüne kadar bekledi?"
Öte yandan Erdoğan, bugün "Adayımız" dese de AKP için bir sıkıntı olduğu netleşen Gökçek, Murat Karayalçın’ı da, "Umudumuz Gökçek" noktasına getirmiş.
Ana karargáhını CHP’nin eski genel merkezine kuran Karayalçın, bu sloganı dillendirirken gülümsedi, "Aday yapılsa da fark etmez; çünkü ayakkabılarını kapının önüne koydular bir kere" derken de oldukça neşeliydi.
YENİ DÜELLO YOK
Biz Gökçek’in adaylık sürecini tartışırken Karayalçın, gezmiş, temaslar yapmış, ekibini kurmuş, programını bitirme noktasına getirmiş.
Kurban Bayramı’nda bütün ilçeleri gezmiş olan Karayalçın, AKP’nin Acil Eylem Planı’nı çağrıştıran, Acil Tedavi Planı’nı 10 Ocak’ta açıklayacak.
O günkü ilk basın toplantısında, "3 milyar dolarlık şu projeler bitecek: Kızılırmak suyu arıtılacak, Işıklı Barajı yapılacak, metro tamamlanacak; 600 TL hemşerilik geliri ödenecek, 25 bin kişiye iş sağlanacak" diyecek.
"İmar planları şehir efsanesi olmaktan çıkacak" sözünü de verecek.
Karayalçın, aday yapılsa dahi moda deyimle Gökçek’le, "Düello" etmeyecek.
Gerekçesi ise, "Geçen seçim bunu yaptık; ama Kemal Kılıçdaroğlu ile olanı görünce, bunu tekrarlamam kendisine itibar vermek anlamına gelir" oldu.
Önceki seçimlerden farklı bir hava oluştuğunu söyleyen Karayalçın, Ankara’da ziyaret etmedik meslek örgütü bırakmayacak, 60 miting düzenleyecek.
CHP Genel Merkezi’nden de büyük destek alıyor; örneğin Önder Sav karargáhtan bir oda istemiş, Baykal’a da eski odası hazırlanıyor.
"En az 10 bin Ankara gönüllüsünü harekete geçireceğiz" iddiasındaki Karayalçın, rakibinin bu kez de Gökçek olmasını gerçekten ister bir havada.
Anlaşılan, hepimize mutluluk, başarı ve sağlık getirmesini dilediğim 2009, en çok Gökçek ile Karayalçın’ın siyasi geleceğine damga vuracak.
Yazının Devamını Oku 29 Aralık 2008
ÖZGÜN Ökmen, AKP hükümetinden önce Başbakanlık Müsteşar Yardımcısı’ydı. AKP iktidar olunca görevinden alınan Ökmen yargıya gitti.
İki yıl sonra göreve iade edildi; ama zamanın Müsteşarı Ömer Dinçer, hiçbir görev vermeyince Ökmen iki yıl da 10 metrekare bir odada oturdu durdu.
Bunda Ökmen’in, Dinçer hakkında "İntihal" kararı veren YÖK’ün üyesi de olmasının etkisi var mıydı yok muydu, yorum yapamayız.
Hiç görev verilmediği halde her gün 09-18 arası işe gidip gelen Ökmen, 22 Temmuz seçimlerinde, davet üzerine, CHP’den aday oldu.
Adaylık için istifa ettiği gün Başbakanlık önünde basın açıklaması yaptı.
CHP Ankara adayı olan Ökmen, seçilemeyince bakın başına neler geldi?
YANLIŞ ADRESLİ İMZASIZ İHBAR
Aday olup seçilemeyen AKP dönemi bürokratları, yasal hakları nedeniyle hemen eski görevlerine iade edildi; ama Ökmen’e farklı bir muamele yapıldı.
Ökmen, gecikmeli de olsa, boş müsteşar yardımcılığı makamı bulunduğu halde, yasaya aykırı olarak müşavirlik görevine atandı.
Çünkü, 30 Temmuz 2007 günü Başbakan Erdoğan’a, içinde isimsiz, imzasız, tarihsiz ihbar dilekçesi olan bir mektup ulaştı.
Mektubun üzerinde Haydar Düzgün adı ve bir adres yazılıydı; ama ne böyle bir adres ne de böyle bir isim olmadığı belirlendi.
Ancak amaç gerçekleşti; ilginçtir hemen aynı gün, Başbakanlık Teftiş Kurulu Başbakan Erdoğan’ın önüne bir soruşturma onayı koydu.
Onay talebi, dilekçeye dayanıyordu; çünkü dilekçede Ökmen’in, istifası ardından Başbakanlık’tan çıkarken gazetecilere şunları söylediği yazılmıştı:
"Başbakanlık’ta zulüm gören birisi olarak, sadrazam emrinin yerine getirilmesine karşı, Cumhuriyeti savunan bir nefer olarak ortaya çıkıyorum."
Başbakan talebi okuyunca, onayı derhal verdi.
Müfettiş de hızlı çalıştı, bir hafta içinde sonuca ulaştı.
Ökmen’e, "Kademe ilerlemesini durdurma" cezası uygun görüldü.
Kararın anlamı, Ökmen artık daire başkanı dahi olamayacaktı.
RÖVANŞİST DUYGULAR
Bunun üzerine Ökmen, 2007 Ağustos’unda yeniden yargıya gitti.
Kısaltarak aktarayım; İdare Mahkemesi ve Danıştay’da disiplin cezası kaldırıldığı gibi Ökmen’in göreve dönüşü için "esastan" karar verildi.
Kararın 30 günlük uygulama süreci 5 Kasım 2008 günü başladı.
Tesadüf bu ya Ökmen’e, göreve başlama yazısı, yasal sürenin son günü olan 5 Aralık 2008’de, mesai saatinin tam bitiminde iletildi.
Müsteşarlıktan da teyit ettim; Ökmen kağıt üzerinde göreve başlatılmış; ama o gün bugündür hálá makam odasına oturabilmiş değil.
Bu arada Ökmen’in, yerine oturması gereken Müsteşar Yardımcısı’nın odasının kapı tabelası da aniden (!) "Başbakan Başmüşaviri" olarak değiştirildi.
Anlayacağınız, Ökmen’e oda kalmadı!
Odayı bırakın 25 gündür Ökmen’e araç, şoför, malzeme, personel desteği verilmediği gibi, hangi göreve bakacağı da bildirilmedi.
Yani adalet de hukuk da hak getire.
Ayrıca; yasaya göre Başbakanlık Müsteşar Yardımcısı bayraklı bir odada oturtulmak zorunda; bunun ilk istisnası AKP döneminde yaşanmış oluyor.
Çok da şaşırmamak gerek; demek ki rövanşist duygular her şeyin önünde.
Yazının Devamını Oku 25 Aralık 2008
PAZARTESİ günü, CHP’de hızlı karar alma sorunu olduğunu yazdım; örnekler arasında Çankaya Belediyesi’ndeki yolsuzluk iddialarını da saydım. Bir gün sonra CHP, kendi belediye başkanı için Cumhuriyet Savcılığı’na suç duyurusunda bulunma kararı alarak siyaset için çok önemli adım attı.
"Geç kalındı" demeye dahi gerek yok; aksine CHP’nin yaptığı, alkışlanmalı ki başkaları için örnek olsun.
Siyaseti kirlilikten arındırmada bundan daha etkili yöntem olamaz.
Kimi belediyelerin ailecek, mafyavari görülecek usullerle yönetildiği, "Bazı belediye başkanlarının harcamaları çok dikkate değer. MASAK nerede?" diye bağıran AKP’li belediye başkanlarının çıktığı bir dönemde, belediyelerin mercek altına alınmasını sağlayacağı için de bu karar çok saygın.
Üstelik CHP, belediye başkanını mahkum etmiş değil, sadece siyaseten yapacağını yapmış, yetki sınırına gelince işi yargıya götürmüş.
DELİLLENDİRME SAVCIYA
CHP’nin bu kararı siyasidir ve şu nedenle doğru gerekçelere dayanıyor.
CHP komisyonu iddiaları araştırdı, belediye başkanını, meclis üyelerini, mülk sahiplerini dinledi; ama belediye hesaplarını inceleme, yanlış/eksik bilgi verene yaptırım yetkisi olmadığından daha ileri gidemedi.
Belediye Başkanı’nın "Yamyam" diye suçladığı meclis üyelerinin dahi sessiz kaldığı araştırmada komisyon, laptop alımından bir usulsüzlük görmedi.
Buna karşın spor kulübü ile ilgili iddiaları ciddi buldu.
Spor tesislerini satan vatandaş, "Pazarlığı belediye başkanı ile yaptım. 950 bin YTL ve 18 taksitte anlaştık. Her taksiti belediye özel kaleminde, elden aldım" dedi; ama belediyeden para çıkışı belirlenemedi.
Buna karşın tesisler, Belediye Başkanı’nın bir tanıdığı üzerine geçirildi ve tesisleri satan vatandaş bu kişiyi hiç görmediğini söyledi.
Komisyon bu iddialar karşısında ikna oldu; ancak delil noktasında yargıya gidilmesi dışında seçenek bulunmadığı sonucuna vardı.
Raporu okuyan Deniz Baykal da asıl açılımı bu noktada yaptı; rakiplerine "Yolsuzlukta benim çifte standardım yok; ya senin?" mesajını verdi.
CHP’DE AB GELİŞMELERİ
CHP’nin AB ve Avrupa ilişkilerinin zayıflığına da dikkat çekmiştim; ama CHP Genel Başkan Yardımcısı Onur Öymen yeni bilgiler aktardı.
Artık Avrupa’nın da AB konusunda engelin hükümetten geldiğini öğrendiğini; "Çıkarırız" sözü verilen 119 yasadan sadece 19’unun TBMM’den geçirilmesinin buna en iyi örnek olduğunu söyleyen Öymen şöyle devam etti:
"Ayrıca, bürokratlara, ’11 başlıkta hükümetin gerekeni yapmadığı doğru mu?’ diye sorduk. ’Evet, doğru’, dediler. Bu da biliniyor. Konuya Başbakan’ın soğuk bakışı ise herkesin bildiği bir gerçek oldu."
Öymen, Avrupa Sosyalist Partisi Konseyi PES’in Madrid toplantısında, sosyal demokrat liderlerin Türkiye’nin AB üyeliğine destek verirken "CHP her zaman aramızda" dedikleri bilgisini de aktardı.
Öymen, bu desteğin, toplantıya CHP delegesi olarak katılan Brüksel Temsilcisi Kader Sevinç’in yüz yüze görüştüğü PES Başkanı Paul Nyroup Rasmussen, Portekiz Başbakanı José Sokrates, PASOK lideri Papandreu ve Avrupa Parlamentosu Sosyalist Grup Başkanı Martin Schulz tarafından bizzat verildiğini de sözlerine ekledi.
Yazının Devamını Oku 22 Aralık 2008
CHP’nin dün yapılan 14. Olağanüstü Tüzük ve Program Kurultayı’nı, kimilerine göre antidemokratik hükümler içeren düzenlemelere gidilmiş olsa da bir değişim işareti verdiği için önemsemeli. Birkaç yazımda konu ettim; CHP Genel Sekreteri Önder Sav, selefleri içinde en tartışmalı icraatlara imza atan, adı daha çok delege oyunlarında öne çıkan bir isim olarak parti tarihine geçecek.
Tüzük değişikliği sadece, zaman zaman parti faaliyetlerinin kilitlenmesini sağlayan genel sekreter ağırlığını ortadan kaldırsa dahi yeterlidir.
Çünkü, seçime üç ay var; ama CHP’nin kadın kolları başkanı 1.5 yıldır yok, gençlik kollarının son kurultayının tarihi ise anımsanmıyor neredeyse.
HAKKINI VERMEK GEREK
Dünkü kurultaydan sonra CHP’de artık her işin bir sahibi olacak.
Kabul, bugün de CHP’de her konuda ayrı bir isim görev yapıyor; ama genel sekreterin yetkileri hepsinin hareket alanını etkiliyordu.
Artık genel başkan yardımcıları kendi alanlarında tam yetkili olacak.
Örneğin; kadın ve gençlikten sorumlu genel başkan yardımcısı, bu alanlardaki boşluklardan doğrudan sorumlu olacak; günahı, sevabı ona yazacak.
Ancak yine de CHP’de sorun veya kuşkular olmayacak, diyemeyiz.
Değişikliklerin kısa sürede hayata geçirilip geçirilmeyeceği önemli; ama belki bundan da önemlisi, yeni yöneticilerin değişime ayak uydurup uydurmayacağıdır.
Çünkü, Cevdet Selvi, eski bir sendikacı; ama başta sendikalar olmak üzere CHP’nin sivil toplum örgütleriyle (STÖ) ilişkileri en alt düzeyde.
(Kurultay’da CHP’nin sosyal demokratlığının öne çıkarılması da önemliydi; bu noktada tüzük değiştirilmişken, önemli STÖ’lere delege kontenjanı verilebilseydi çok çarpıcı bir sol açılım da sağlanmış olabilirdi.)
Türkiye’yi Gümrük Birliği’ne sokan ekibin önemli ismi Onur Öymen; ama onun döneminde CHP’nin AB ve Avrupa ile tüm bağları koptu gibi.
CHP ÖRNEK OLMALI
Kurultay’da Baykal’ı dinlerken en çok da yolsuzluk, dürüstlük, tutarlılık üzerine vurgularını önemsedim; ama CHP’nin de bu konuda örnek olması şart.
Ne demek istediğimi de şöyle birkaç örnekle açıklayabilirim:
Baykal, Canan Arıtman’ın Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün kökeniyle ilgili sözlerini, "Devlet etnikkör olmalı" söylemi içinde, doğrudan atıf yapmadan "yanlış" buldu; oysa Arıtman’a yönelik doğrudan atıf daha şık olurdu.
Deniz Feneri ve Zahid Akman üzerine konuşurken RTÜK’ün çok saygın bir medya kuruluş olduğunu vurgulayan Baykal bu saptamasında çok haklıydı.
Ancak Baykal, Akman’ın istifasını isterken, CHP kontenjanından seçilen RTÜK üyesi Mehmet Dabak’a da neden olduğu otel faturası skandalı ardından, "Hemen istifa et" çağrısı yapabilmeliydi.
Bu arada, bu saygın kuruluşun CHP kontenjanından seçilmiş diğer üyesi Şaban Sevinç’in Kurultay’a katılmasını anlamak, hoş görmek de mümkün değil.
CHP’nin Bayram Meral’in oğlunun Yol İş’ten maaş alması, Çankaya Belediyesi ile ilgili iddialar konusunda da hızlı davranmadığı ortada.
Oysa bu alanlarda CHP’nin atacağı her adım; benzer olaylarda AKP’yi sıkıştırmaktan öte bir sonuç yaratmaz.
Yazının Devamını Oku 18 Aralık 2008
ÇALIŞMA ve Sosyal Güvenlik Bakanı Faruk Çelik, kriz gerekçesiyle işçi çıkaran işadamlarına vatanseverlik anımsatmasıyla seslenmişti. Makamında kahvesini içtiğim Çelik’e, bu sözlerine tepkileri sordum.
Kimsenin vatanseverliğini tartmadığını; ama panik havasında işçi çıkarmanın vatanseverlikle nasıl bağdaştığını hálá anlayamadığını söyledi.
Bunun üzerine, "Hiç işçi çalıştırdı mı ki işvereni anlayabilsin" eleştirileri yapıldığını anımsattım; bana yanıtı şu oldu:
"Kriz dönemlerine denk gelmese ve çok sayıda olmasa da çalışanlarım oldu. Siyaset falan derken, işlerimi tasfiye ettim. Sıkıntılarda hiçbir zaman önceliğimi işçi çıkarmaya vermedim. Çünkü; 13-14 yaşında amelelik yapmış biri olarak, bunun ne anlama geldiğini hiç unutamam. İşsizlik ağır sosyal bir sorun."
TANIDIKLARININ YAPTIĞI
"Hemen işçi çıkarmak beni isyana götürüyor" sözüyle düşüncelerinin arkasında durmaya devam ettiğini gösteren Çelik’in gerekçesi ise şöyle:
"Bu ülkede 5 yıl güzel şartlarda yaşadıysan; şimdi zorlukta, ilk akla gelen işçi çıkarmak olmamalı. Hazmedemediğim örnekler görüyorum, tanıdıklarım var. Tamam, krizden gerçekten etkilenmişsin, yapacağın bir şeyler var; ama kriz daha kapısından girmeden işçi atıyor, ’Kapatıyorum’ diyor. Bunu doğru bulmuyorum. Önce bir bak, başka yapacakların var mı?"
Ne yapılabilir sorusunu yönelttiğimde ise Çelik, önce "En azından 3 ay şansı var. Niye? Kısa dönem çalışma ödeneği getirdik. Ücretine göre, çalışan başına 255-450 YTL arasında ödeme yapıyoruz. Başvuranlar da var" dedi.
Çelik’in verdiği bilgiye göre, şu ana kadar 90 firma başvuru yapmış; araya bayram girse de müfettişlerin hızlı çalışmasının ardından dördünün talebi karşılanmış, diğerleriyle ilgili incelemeler de kısa sürede bitirilecek.
Denizli’de bir firma bin işçi çıkarmak üzereyken hemen devreye girilince, firma kararından vazgeçmiş; firmaya ilk ödeme de aybaşında yapılacak.
Çelik, gerektiğinde ödemede süreyi 6 aya, miktarı ise daha yukarı çekmeye hazır olduklarını anlatarak, "Aldığımız başka tedbirler de var" dedi.
ONDAKİ RAKAMLAR ÜRKÜTÜCÜ DEĞİL
Önceden işletmelerin hak edişlerinin, SSK borçlarını ödeme koşuluna bağlandığını, bu nedenle işverenin banka kredisi kullanarak borcunu kapattığını, sonra hak edişini aldığını aktaran Çelik, devam etti:
"Şimdi ise bankaya yollamıyoruz işvereni. SSK borcu, hak edişinden düşülerek faiz yükü kaldırıldı. Organize sanayi statüsündeki değişiklikle de inşaat maliyetlerinde ciddi düşüş sağladık. Böyle çok tedbir aldık, alıyoruz da. Bu nedenlerle ’Biraz sabır’ diyoruz."
Çelik, sitemlerine rağmen önüne konan rakamlardan ise memnun sayılır.
O rakamlara göre, temmuz ayında 121 bin olan işsizlik ödeneğinden yararlanan sayısı, kasım sonunda 165 bine yükselmiş.
Sigortalı sayısındaki fark ise eylül ile ekim arasında eksi 50 bin.
Aynı dönemde işyeri sayısındaki gerileme de 4 bin dolayında.
Çelik’in ifadesiyle, bu rakamlar, "Hálá ürkütücü değil".
Bilmem kabul görür mü; ama Çalışma Bakanı’nın koltuğundan manzara bu.
Yazının Devamını Oku 15 Aralık 2008
ÇEVRE ve Orman Bakanı Veysel Eroğlu, DSİ Genel Müdürü’yken, 1 Ocak 2006 günlü "Bu anlayış söylentileri artırır" başlıklı yazım üzerine, 6 bin YTL manevi tazminat talebiyle dava açtı. Başvuruda, kendisi hakkında delile dayanmaksızın kasıtlı, karalayıcı, asılsız, kamuoyunu aldatan ifadeler kullandığım iddia edildi.
O yazımda, DSİ’nin düzenlediği sanal açılışlarda firmalardan 50 binden 150 bin dolara ulaşan katkı payları alındığını, parayı da DSİ’nin yayın organı gibi görülen Su Dünyası Dergisi’ni çıkaran AFA A.Ş.’nin topladığını; dergiye DSİ ile iş yapan firmalardan yüklü paralarla reklam sağlandığını; dergi çıkarma hakkının ise DSİ Vakfı’na yılda sadece 26 bin YTL katkı yapılması karşılığı devredildiğini belirttim.
Derginin yayın danışma kurulundaki ilk iki ismin, DSİ’nin o dönem bağlı olduğu Enerji Bakanı Hilmi Güler ile Eroğlu olduğunu da belirttim, "Bu dergiye reklam vermeyecek babayiğit çıkar mı" diye sordum.
Sormakta haklıydım; çünkü yılda 5 milyon doları aşan reklam geliri ile katkı paylarının tek kuruşu kamu kuruluşları bütçesinde görünmüyordu.
TAHAMMÜL ET
Davaya bakan Bakırköy 11. Asliye Hukuk Mahkemesi Hakimi Mustafa Akyıldız, hem ilgili özel ve kamu kuruluşlarından belge istedi, hem de avukatım Eylem Çağrı Afacan eliyle sunduğum belgeleri inceleyip şu kararını verdi:
"Olayın kamu yararını ilgilendiren güncel bir olay olduğu; Su Dünyası Dergisi’ni basan firmaya, DSİ Vakfı tarafından imzalanan sözleşmelerle, Vakfa sadece yıllık 26 bin 600 YTL ödendiği, davaya konu yazıda bunun eleştirildiği, reklam gelirlerinin kamu kurumuna değil de özel bir şirkete neden aktarıldığı hususunun sorgulandığı; davacının reklam gelirinden bir çıkar sağladığının ima edilmediği; DSİ’nin düzenlediği temel atma ve açılış törenleri için katılım payı adı altında para toplandığının belirtildiği, bu durumun doğruluğunun İnteks İnşaat. A.Ş tarafından gönderilen cevabi yazıda belirtilmiş olduğu; yazının tamamı değerlendirildiğinde gerçeğe uygun olarak ve eleştiri sınırı içinde yapıldığı; Yargıtay’ın birçok içtihadında tahammül edinme unsuruna yer verildiği, bu şekilde davacının kişilik haklarını zedeleyici bir durumun oluşmadığı anlaşıldığından davanın reddine..."
SADECE DSİ MÜTEAHHİTLERİ
Mahkemenin bu kararı ardından, benim şunları sorma hakkım yeniden doğdu:
Sayın Eroğlu, Su Dünyası Dergisi’nin son sayısına da baktım; artık Danışma Kurulu’nun ilk ismi olduğunuz dergide reklamlar yine sayfa sayfa.
Size de bilgisi sızmış olabilir; sayfası için 2.5 yıl önce, ortalama 20 bin dolar olarak kesilen faturalar, 50 bin dolara yaklaşmış.
Böylesi bir hakkın AFA’ya devri, sadece 26 bin 600 YTL karşılığı sürmekteyse, bu Allah’ın AFA’ya lütfu mu, sizin yönetim anlayışınızın sonucu mu?
Daha önce tanımadığınızı söylediğiniz AFA’ya bu hak nasıl verildi?
Dergiye reklam veren firmalar arasında DSİ ile çalışmayan tek bir müteahhitlik şirketi yok; bu rastlantının nedenini halkımız da öğrenebilir mi?
Duyduğum kadarıyla eski bakanınız Hilmi Güler, konunun üstüne gitmiş; ama Başbakan Tayyip Erdoğan’a yakınlığınız nedeniyle size söz geçirememişti.
Şimdi, bu karar sonrası Başbakan’a yeni bir şey söylemeniz gerekecek mi?
Yazının Devamını Oku 11 Aralık 2008
KÜRESEL kriz dünyanı kasıp kavurur, Türkiye’yi teğet geçip geçmediği tartışılırken Tarım Bakanı Mehdi Eker’le tam aksi bir konuşma yaptık. Bakanlık kampusu içindeki küçük lokantada yemek yiyip sohbetimizi ederken, kendisinden, "Krizin tarım sektörüne olumlu etkileri oldu. İstihdamda daralma olmadı, aksine istihdamı içeride tutma çabaları var" demesini hiç beklemiyordum.
Büyük alışveriş merkezlerindeki, dükkán sahipleri, "Kapatır giderim" tehdidini savururken, aynı merkezlerde, yanı başlarındaki kafelerde, restoranlarda boş masa bulmanın hálá zor olduğunu hepimiz gözlemliyoruz.
Eker’in, "İnsan her halükárda yemek-içmek zorunda olduğundan bu sektörde talep esnekliği düşük. Tarımın diğer sektörlere göre ilk büyük avantajı burası" sözleri, masaların doluluğunu açıklayan basit gerçek.
TARIM STRATEJİK OLDU
Ancak Eker’e göre tarımı, kriz karşısında güçlü kılan başka gerekçeler de var ve bunlar şu üç başlık altında toplanabilir:
- Son yıllarda, tarımın stratejik önemi daha iyi anlaşıldı. Enerji tarımından daha çok söz edilip, daha çok yatırım yapılıyor. Diğer kaynaklar sınırlı olduğundan fosil yatırımları öne çıktı, insan hayatına biyoyakıt girdi.
- Küresel ısınma, mevcut üretim alanlarını son derece değerli kıldı.
- Geçen yılki gıda krizi, dünyaya, gıda güvenliğinin önemini gösterdi.
Bunların yanı sıra Anadolu’nun şu özgün avantajından da söz etti Eker:
"Dünyada yaklaşık 11 bin endemik bitki türü olduğu varsayılıyor. Anadolu’dakiler 3 bin 500’den fazla. Bütün Avrupa’da bu rakamın 2 bin 400’de kalması Anadolu’nun kıymetini daha iyi anlatıyor."
DIŞ YATIRIM TALEPLERİ
Yakın çevremizde sadece Ortadoğu’da 24 milyar dolarlık gıda ithalatı yapıldığına dikkat çeken Eker, bunu da Türkiye için avantaj görüyor.
Tarım yatırımlarının artmaya başladığını söyleyen, "O nedenle de gözlerini Türkiye’ye diken çok" diyen Eker şu örnekleri verdi:
"Bahreynli bir grupla görüştük; 3 milyar dolarlık iyi niyet protokolü imzaladık. Beş ayrı Suudi bakanla pek çok Suudi işadamı grubu geldi."
Eker, son bir iki yıl içinde, yerli işadamları arasında da sektöre ilk kez girenlerin sayının arttığını da şu örneklerle anlattı:
"Ali Karacan geldi, organik tarım yapmak istiyor. Akrobay şirketinin Foça’da kurduğu sera tesislerine gittim geçenlerde. Yeni işler yapıyorlar. Çok gelişmiş teknikler uyguluyorlar; yaş sebze meyve, çekirdeksiz karpuz üretimi gibi farklılıklar peşindeler."
Eker, bu ilginin nedenini ise "Çünkü sektöre giren işadamları, ’Tarımda kazandığımı diğer sektörlerde kazanamıyorum’ diyor" sözleriyle açıkladı.
Peki, tarım sektörünün hep sorunlu olduğu kanısı nereden kaynaklanıyor?
Eker’e, göre bunun nedeni de şu:
"Tarım sektöründe sorun çiftçi değil, kırsal aladaki yoksul köylü. Çiftçi destekle iyi bir noktaya gelmiş, diyebiliriz. 1 milyon 100 çiftçiye 7 milyar YTL zirai kredi dağıtıldı. Geri dönüş oranı yüzde 97’nin üzerinde. Bu da işlerin iyi gittiğinin göstergesidir. Ama tarım alanı az, hayvanı sınırlı olan köylüye ne kadar destek verirsen ver, kendisine yetmiyor. Tarım sektörünün olumsuz görüntüsü buradan kaynaklanıyor."
Yazının Devamını Oku 8 Aralık 2008
BAŞBAKAN Tayyip Erdoğan, "Sizde nükleer silah olacak, karşı tarafa ’sen yapma’ diyeceksin. O da kendine göre savunmaya geçiyor" dediğinde Milli Güvenlik Siyaset Belgesi’nin (MGSB) değişip değişmediğini merak ettim. Çünkü Erdoğan’ın, savunma gayretine girdiği Türkiye’nin yanı başındaki İran, Şahap füzeleri nedeniyle MGSB’de 2005 Ekim’inde yapılan son değişiklikle dış tehdit sıralamasında en üst sıraya taşınmıştı.
İran, MGSB’de 83 yılın müzmin birincisi Yunanistan’ı dahi geriye itmişti.
Belgede Yunanistan için kullanılan, "Çatışma olasılığı var" ifadesi 2005’te, "Bazı sorunlarımızın sürdüğü ülke" diye değiştirilmişti.
MGK üyesi olarak Erdoğan’ın imzaladığı belge, İran’la sıcak sanılan ilişkilerin derinlerde ciddi krizler yaşadığını ortaya koydu.
O gün itibariyle Şahap füzeleri İstanbul’u vuracak menzile sahipti.
Bu füzelere nükleer başlık takabilme olasılığı da söz konusu olunca İran, "ciddi kaygı oluşturduğu" ibaresiyle MGSB’ye ilk kez girdi.
İRAN ENİNDE SONUNDA
Şahap konusuna, geçen yıl ABD’den gelen bir heyetin, Ankara’da haritaları yayıp, menzilin artık Avrupa olduğunu anlattıklarını da ekleyeyim.
İşte bu gerekçelerle Erdoğan’ın İran’ı savunmasının ardında MGSB’de değişiklik olup olmadığını merak edip, biraz zaman alan bir araştırmaya girdim.
Diplomatik ifadelerle, bana aktarılan özet şudur:
"İran, BM ile nükleer krizde aksamalı ilerleme kat ediyor, oyalama yapıyor. Çünkü eninde sonunda bu silahı edinmek istiyor. İşte bu noktada elindeki füze sistemleri ile Türkiye için sıkıntı oluşturmayı sürdürüyor. Türkiye, bunları görmezlikten hiç gelmeyecektir. O nedenle de 2005’teki son değişiklikten bu yana MGSB’de yeni bir düzenleme yapılmadı."
Bu durumda, MGSB’nin yürütülmesinden birinci derece sorumlu Başbakan, devletin tehdit algılaması dışında bir tutum sergilemiş oldu, diyebiliriz.
Bunun sonuçları ne olur, bu sözler MGK’da konuşuldu mu, konuşulmadı mı bilmiyorum; ama Erdoğan’ın ilk yanıtı ABD’den aldığını söyleyenler çok.
Onlara göre, seçildikten 12 gün sonra Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ü arayan Obama, bugüne kadar hálá Erdoğan’ı aramadıysa, bunun altında yatan asıl etkenlerden biri, şaşırtan bu ’İran savunması’dır.
TÜBİTAK’TAN MGK’YA SUNUM
Ulusal güvenlik konusuna girmişken, birkaç başlık aktarayım.
Yılın son MGK’sında TÜBİTAK, ülkenin teknoloji gelişimi ve kapasitesi üzerine bir sunum yapacak; yani teknoloji artık bir milli güvenlik sorunu.
Obama sonrasına ilişkin üç ciddi kaygı sürüyor; Ermeni soykırım iddialarına bakışı, Kıbrıs’ta ’işgal’den söz etmesi, güvenlik sağlanmadan çekilme kararı vermesi halinde Irak’ta ortaya çıkacak ciddi iç çatışma olasılığı...
İran’a saldırmaktan söz etmemesi ise olumlu yan.
Ermenistan’la görüşmeler olumlu; ama bunun süreç alacağını en iyi, Yunanistan’ın tehdit algılamasından neden düştüğünü gösteren şu örnek açıklar:
"Yunanistan’la ciddi çatışma olasılıkları, yapılan onlarca görüşme ardından kalktı. Geçen yıl bir Yunan F-16’sı, Türk F-16’sına alttan vurdu. Yunan pilot hálá bulunmadı. Türk pilot üstte olduğundan atlayıp kurtuldu. Yunanistan hemen kaza açıklaması yaptı. Ya eskiden olduğu gibi ’saldırı’ deseydi, Türkiye hálá bu sorunla uğraşıyor olurdu."
Mutlu bayramlar.
Yazının Devamını Oku