6 Ekim 2008
TOBB, TESK, TİSK, Türk-İş, Hak-İş ve Kamu-Sen başkanları Aktütün Karakolu’na yapılan terör saldırısı üzerine dün ortak bir açıklama yaptı. <br><br>Dünkü basın toplantısı, Türkiye’nin en yaygın örgütlenmelerine sahip bu kuruluşların teröre karşı üçüncü ortak girişimiydi. Ancak, gördüğüm kadarıyla bu kez, eylem zamanının geldiğine inanılmış.
Katılımcılara Ekonomik ve Sosyal Konsey (ESK) üyeliği sınırı çizilmiş.
Keşke bu toplantıya DİSK, KESK, TMMOB gibi STÖ’ler de dahil edilseydi.
Anladığım kadarıyla sınırlamaya zaman darlığı neden olmuş, belki devamındaki eylem planında platform daha da genişletilebilir.
TARİHİ METİN
TOBB Başkanı Rifat Hisarcıklıoğlu, açıklamayı okurken kırmızı-beyaz kravatı ile ayrıca mesaj verme gereği duysa da önemli iki vurgu dikkat çekti.
Teröre dolaylı ve doğrudan destek verenlere, "Uzun dönemde bundan çok büyük zarar görürsünüz" uyarısı yapıldı.
"Topraklarını saldırı üssü olarak kullandıran ülkelerin hukuki, siyasi ve ahlaki sorumluluğu var" cümlesi de Irak yönetimine açık mesajdı.
Başkanlar, Kırıkkaleli şehit Çavuş Hasan Aygör’e karşı son görevlerini yapmak için hemen yola çıktıklarından sorulara yanıt vermediler.
"Açıklamanın bir eylem planı var mı" sorusu da havada kaldı.
Basın toplantısı sonrasında, başkanlarla ayaküstü konuştum.
Ciddi bir eylem planı hazırlığının varlığını hissettim; ama henüz ayrıntıları belirlenmediği için açıklaması daha sonra yapılacak.
Anladığım, en büyük eylem, İspanya’da yapılan ve etkisi çok büyük olan milyonların katıldığı mitingleri Türkiye’de de düzenlemek olacak.
Bunun için belli ki bazı ön görüşmeler ve hazırlıklara girişilecek.
Çünkü, katılımın en geniş boyutta olması; her kanattan siyasi parti liderinin ve kanaat önderlerinin bu yürüyüşte en önde yer alması hedefleniyor.
Kısacası amaç, sivil toplumun önderliğinde, teröre karşı Türkiye’nin en büyük sivil protestosunu gerçekleştirmek.
Başkanların, bu eylem planı ile ilgili ortak bir yargısı da var.
"Biz varız; herkes de elini bu taşın altına koymaktan çekinmesin."
Toplumu bölmeyen, aksine bütünleştiren böyle bir organizasyon yapılsa, milyonlar teröre karşı kenetlense, kimse de desteğini esirgemese ne iyi olur.
GÜL’ÜN TEMBEL(!) DANIŞMANI
Perşembe günü, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün, TBMM’yi açış konuşmasının Anayasa değişikliği ile ilgili bölümünün geçen yılın kopyası olduğunu belirtip, o bölümü yazan danışmanı tembellik etmekle eleştirmiştim.
O danışmanla ilgili olarak Köşk’ten arandım.
Arayan kaynak gayet nazikçe ve gülerek, "O tembel(!) danışman, sana hak vermiyor değil; evet, bazı cümleler aynen korunmuş; ama nedeni vardı" dedi.
"Çünkü" diye başlayan şu cümle ile açıklamasına devam etti:
"Anayasa değişikliği konusunda geçen bir yılda hiçbir ilerleme kat edilmedi. Oysa Sayın Cumhurbaşkanımız bu konuya çok önem veriyor. Konuşmada yeni olan bölümler de vardı. En önemlisi, değişikliği teşvik etmek amacıyla, hemen hemen her siyasi partinin bir anayasa önerisi bulunduğu ve konunun 20 yıldır tartışıldığını anımsatmaktı."
Yazının Devamını Oku 2 Ekim 2008
DOĞRUSU, Başbakan Tayyip Erdoğan’ın, Şeker/Ramazan Bayramı tartışmasının bu kadar sonuç doğuracağını hiç tahmin etmemiştim. Milletin bir bölümünü inadına "Şekerci", bir bölümünü de inadına "Ramazancı" yapmayı başaran Başbakan Erdoğan, üçüncü bir grup daha yarattı.
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve TBMM Başkanı Köksal Toptan, sadece "Bayram" diyen üçüncü yolcuların önderleri oldular.
Gül, dün, TBMM’nin yasama yılını açış konuşmasının yazılı metninde, büyük harfle başlayan, tam dört kez "Bayram" dedi.
Toptan da "Bayram gününe" atıf yapmakla yetindi.
Herkesin en içten dileklerimle kutladığım bu bayramının üzerine böylesine bir gölge düşüren Erdoğan’ın, barış ve huzurun mekánı olması gereken iftar sofralarında, siyasi içerikli, kavgacı söylemi kullanan ilk siyasi olduğunu da bir kenara yazmadan geçmeyelim.
KRİZ VE YOLSUZLUK
Gül’ün konuşmasındaki vurgulara gelince; küresel ekonomik krize geniş yer ayırması zaten bekleniyordu, öyle de oldu.
Ancak, saydamlık ve yolsuzluklara ayırdığı paragraflar dikkat çekiciydi.
Gül, bu konuda iyileşmeye işaret eden gelişmeler yaşansa da, henüz yeterli düzeye ulaşılamadığını vurgulamakla yetinirken, Deniz Feneri ya da Çankaya Belediyesi etrafında kopan yolsuzluk tartışmalarına ima niteliğinde dahi değinmedi.
AB hedefini sürekli önde tutan Gül, dün de bunu tekrarladı ve TBMM’den de hükümetten de ellerini çabuk tutmalarını istedi.
Kendi halinde bırakılarak sürecin arzu edilen hızda ilerleyemeyeceğini anlatan Gül, bu yolla Türkiye’nin 2014 mali perspektifine hazırlanamayacağına dikkat çekti; TBMM’ye özel gündemli toplantılar yapmayı önerdi.
Konuşmasında geçen yılkine göre daha az konuya değinen Gül, Meclis’in önüne yeni bir vizyon da koymadı diyebiliriz.
GÜL’E KOPYA ÇEKTİRDİLER
Gül’ün konuşmasındaki ilginç bölümlerden biri de Anayasa konusu oldu.
Kendisi farkında mı bilemiyorum; ama bu bölümde geçen yılki konuşması ile bu yılki hemen hemen aynıydı.
Hatta diyebilirim ki; konuşmanın bu bölümünü yazan danışmanı tembellik etmiş, geçen yılki konuşmayı almış, üzerinde biraz oynayıp metne yerleştirmiş.
Paragraf içeriklerini bile aynı sıraya göre düzenleyen danışman, paragraflarda bazı cümleleri çıkartırken pek çok cümleyi aynen korumuş.
Bazı cümlelerde de ise kelime oyunu yapmış; örneğin, aynı cümle geçen yıl "... eminim" diye biterken bu kez "... şüphem yoktur" diye tamamlanmış.
TBMM’nin açılışında bu yıl da tekrarlanan iki manzara vardı.
CHP, bu kez de Gül içeri girerken ayağa kalkmayan tek grup olurken, izleyiciler arasında komutanlar yine yoktu.
İki tavrı da sürdürmenin ne kadar yararı var bunu kendileri bilir; ama Org. İlker Başbuğ’un bu konuda da yeni bir tutum alması beklenebilirdi.
"Orada DTP var" diye gitmemek, TBMM’yi DTP’nin Meclis’i yapmaz mı?
Kabul, DTP’nin terörle arasına mesafe koymaması son derece yanlış; ama TSK, bu tutumu ile DTP’ye gereğinden daha büyük önem atfetmiş de olmuyor mu?
Yazının Devamını Oku 29 Eylül 2008
TÜRKİYE’nin ilk milli savaş gemisi Heybeliada’nın denize indiriliş töreninde Genelkurmay Başkanı Org. İlker Başbuğ ile Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Metin Ataç’ın konuşmalarındaki ekonomik bakış dikkatimi çok çekti. Törene katılan diğer yazar arkadaşlar da dün konuyu bir ölçüde işlediler.
Org. Başbuğ, enerji dağıtım bölgesindeki Türkiye’nin önemine dikkat çekerken, Oramiral Ataç, dışardan alındığında 500 milyon dolar ödenen bir gemiyi 260 milyon dolara üretmenin gururunu yaşıyordu.
Oramiral Ataç, "Devlet-sanayi-üniversiteler işbirliği yapsın. Özel dizayn firmaları özendirilsin. Söz konusu olan 31 sektörü etkileyen bir üretim" uyarısı yaptı.
MÜHENDİSLER BİZE KALSIN
Savaş gemisi yapımını özel sektörün üstlenmesini isteyen Oramiral Ataç, davetliler arasına sektörde faaliyet gösteren hemen hemen tüm önemli firmaların sahiplerini katarak da bu konudaki samimiyetini ortaya koydu.
Tören sonrasında düzenlenen resepsiyonda Oramiral Ataç’a bu konu üzerinde durmasının önemini sordum. İşin ekonomik, işletme boyutları da bir kenara, şu nokta üzerinde durdu:
"80 mühendisimiz bu işte çalıştı. Oysa biz mühendisleri hem bu amaçla yetiştirmeyelim hem de bu işlerde kullanmayalım. Bunu özel sektör üstlensin; çünkü bu önemli bir sektör. Biz mühendisimizi asıl istihdam nedeni olan diğer görevlerde kullanalım."
BAŞBUĞ’UN ÜZÜNTÜSÜ
Resepsiyonda, Org. Başbuğ’la da sohbet olanağı bulduk.
Ancak, bütün çabalara karşın Org. Başbuğ, ne taraftarı olduğu Fener’in Sivas’a yenilmesi, ne terör, ne de diğer görevleriyle ilgili hiçbir soruya yanıt vermedi, törenle sınırlı kaldı.
Kendisine "Paşa" denilmemesi konusundaki ısrarını da sürdürdü. Basını bilgilendirme toplantılarında söylediklerini hayata geçirmedeki kararlılığını göstermiş oldu.
Törendeki konuşmasının bitiminde denizcilere, "Viya böyle" (Böyle devam) diye seslenmişti; resepsiyonda gördük ki asıl herkese, "Ben böyle devam edeceğim" mesajını vermiş.
Org. Başbuğ’un bu kararlılığının sürdürmesi çok takdir edilecek bir tutum.
Resepsiyondan ayrılırken, "Hoşça kalın" demek için yanına gittiğimde bu kez konuyu kendisi açtı; ama duygusal bir nedenle.
Oldukça samimi bir şekilde, "Arkadaşları üzdüm galiba; ama böyle artık" dedi.
Üzüldüğümüzü düşünerek kendisi de üzülmüş; ama doğru tutum bu.
"O nedenle üzülecek kimse de çıkmamalı, çıkmaz da" düşüncesiyle ayrıldığım bu törenden sonra havacılık sektöründeki bir törene geçtim.
Sabiha Gökçen Havalimanı içinde açılan MyTechnic Uçak Bakım ve Onarım Merkezi, Türkiye’nin havacılık alanında gösterdiği ilerlemenin bir yeni kanıtı.
80 milyon dolarlık yatırım olan MyTechnic’in Yönetim Kurulu Başkanı Yavuz Çizmeci beş yılda 300 milyon dolarlık bakım onarım yapmaktan söz ederek ciddi bir iddia ortaya koydu.
"Hayırlısı" dışında ne denir.
Yazının Devamını Oku 25 Eylül 2008
AKP Genel Başkan Yardımcısı Dengir Mir Mehmet Fırat ile CHP Grup Başkanvekili Kemal Kılıçdaroğlu arasında çıkan, bugün "TV düellosu" ile devam edecek tartışmaya, konuyu gündeme getiren biri olarak katkı yapmam gerekiyor. Olayı artık hemen herkes biliyor; Gümrük Başkontrolörü Bayram Çolak, Fırat’ın eski ortağı olduğu MENAS A.Ş’yi hayali ihracat yapmakla suçladı.
Konu savcılığa intikal etti; ama sonuçta "takipsizlik" kararı çıktı.
Bunun üzerine Fırat, Çolak’ı önce Gümrük Müsteşarlığı’na şikáyet etti; oradan "İşlem normal" yanıtı alınca, Başbakanlık Teftiş Kurulu’na (BTK) bir mektup yazdı.
Fırat’ın mektubunu, 17 Mayıs 2007 günü, "İki numaradan bir numaraya rica" başlıklı yazımda ayrıntılarıyla işledim; ama özetleyeyim.
MÜFTERİ BELGESİ
BTK, Fırat’ın 14 Mart 2007 tarihli mektubu üzerine araştırma için 5 Nisan’da Başbakan Tayyip Erdoğan’a başvurdu, Erdoğan da hemen "Olur" verdi.
Mektupta Fırat, "Çolak’ın işe girişiyle şimdiki servet beyanları karşılaştırılırsa izah edilemeyecek haksız varlığa sahip olduğu, varlığın eş, çocuklar ve kardeşler üzerine geçirildiği de görülecektir" dedi.
Kesinlik içeren bu iddialar üzerine iki müfettiş, hani yedi sülalesi dahil desem doğru, Çolak’ı inceledi ve 18 Aralık’ta Erdoğan’a raporunu sundu.
Çolak’ı aklayan raporu Erdoğan, aynı gün onayladı.
Biliyorum Fırat, bu sonuçtan tatmin olmuş değil, iddiaları var; ama sanırım, Kılıçdaroğlu’nun, "Başbakan imzalı belge ile Fırat’ın müfteri olduğunu açıklayacağım" sözü o yazımdaki belgelerden kaynaklanıyor.
Şimdi gelelim eroin işi ile Fırat’ın ilişkilendirilmesine.
Bu olayda Fırat’ı suçlamak haksızlık olur; ama Fırat’ın bazı açıklama ve belgelerine daha yakından baktığımızda bazı sorular gündeme geliyor.
FIRAT’TAN AKMAN’A
Fırat’ın açıkladığı belgelere göre MENAS’tan ayrılmak için 1 Eylül 2007 günü şirket yönetim kuruluna yazı yazmış, onay almış.
Satış rakamı 300 bin dolar, oysa Fırat bana, "400 bin dolar" dedi.
Bu satış işlemine noter onayı, 9 Mayıs 2008 günü alındı.
Tarih ilginç; çünkü Vatan Gazetesi eroin işini manşete taşıdığı 10 Mayıs’tan bir gün önce, yani 9 Mayıs’ta Fırat’ı arayıp görüşünü sordu.
Satış, Ticaret Sicil Gazetesi’nde ise 4 Haziran 2008’de yayınlandı.
Gazetedeki ilanda ailenin tüm hisselerinin devir karşılığı 80 bin YTL. 89 kilo eroinin TIR’da yakalanma tarihi ise 2008 Şubat’ı.
MENAS, aile şirketi olduğuna göre noter ve Ticaret Sicil Gazetesi işlemleri 10 günde yapılabilirken bu gecikmeyi neyle açıklayacağız?
Fırat, hiç değilse eroin işi ortaya çıkınca bu işlemleri yapamaz mıydı?
Fırat’a bu soruyu sormuşken, aramama rağmen ulaşamadığım RTÜK Başkanı Zahid Akman’a da birkaç sorum var; onları buradan sorayım.
RTÜK Başkanı olduğunuz 2005’in Temmuz’u ile 24 Nisan 2007 tarihleri arasında hangi sıklıkla Almanya’ya gittiniz, ayda bir desem, abartı mı?
En son yanılmıyorsam 23-24 Nisan 2007 günü Almanya’dan döndünüz, bir gün sonra da Almanya’daki eviniz basıldı, Deniz Feneri operasyonu başlatıldı.
Bu ilginç rastlantıdan sonra Almanya’ya kaç kez gittiniz, hiç mi?
Bir de varlıklı biri sayılırsınız; başka hayır işlerine karışmam; ama merak ediyorum, Deniz Feneri’ne ne bağış yaptınız, makbuzu var mı?
Yazının Devamını Oku 22 Eylül 2008
CHP programında ve tüzüğünde yenileşmeye gidiyor. Bunun partinin yenileşmesinde ne kadar etkisi olacağını öngöremem; ancak anladığım program değişikliği daha kolay olacak da tüzük değişikliği epey gürültü çıkaracak, bazılarının keyfini kaçıracak gibi. Tüzük ve program değişikliği için çok önceden harekete geçildi, Genel Sekreter Önder Sav’ın başkanlığında bir komisyon oluşturuldu.
İlgili isimler, taslak önerilerini haziranda komisyona teslim de etti.
Program konusunda iki toplantı yapıldı, ekim başında yenisi de yapılacak; ancak tüzük değişikliği için daha hareket yok dense yeri.
ARTIK YETER DENDİ
Geçen hafta partinin yetkili kurullarında konu yeniden gündeme geldi, Genel Başkan Deniz Baykal, "Yeter, artık tüzük değişikliğini de getirin" dedi.
Baykal’ın, eylül başındaki PM toplantısında da partinin hantal yapısına atıfla bunun değiştirilmesi gerektiğini söyleyip, yetkiyi daha çok kişi arasında paylaşmaktan söz ettiğini de anımsayalım.
Baykal’ın parti teşkilatını harekete geçirmedeki sorumluluğu var ya da yok konusunu bir kenara bırakarak tüzük değişikliğine bakmak istiyorum.
CHP’deki sorunu, önemli ölçüde, genel sekreterin tutum ve davranışlarına bağlayanların Türkiye’de geniş bir kesimi oluşturduğu ortada.
Önder Sav’ın seleflerine oranla yerini dolduramadığı, mesaisinin neredeyse tamamını odasına kapanıp delege hesapları ve teşkilatlarda kendi adamlarını etkin kılmak için harcadığı yaygın konuşulan bir konudur.
Gafları ve bazı çıkışlarının CHP’yi nasıl zora soktuğu ise ayrı bir konu.
Bütün bunlara karşın, neredeyse genel başkan kadar yetkili bir görevi üstelenen Sav, tüzük değişikliği konusunda manidar tavır içinde.
KADIN KOLLARI BOŞLUĞU
Bildiğim, Sav’ın engellemeleri ekibindeki bazı arkadaşlarını bile, "Engellemen sürecekse istifa edeceğim" noktasına getirdi.
Doğrusu Sav, bu tehdidi görmekten de kaçınmadı, "Hemen getir istifanı" dedi; ama "İstifamın zamanına ben karar veririm" yanıtı aldı.
Bir ilave kulus bilgisi de Sav’ın, tüzük değişikliği taslaklarını, "Hazırlıklı olun, bakın kim ne öneriyor" diyerek yakın arkadaşlarına dağıttığı.
Peki Sav için buradaki sorun ne diyecekseniz, yanıtı şu:
"Muhtemelen CHP’de artık kimse bu kadar yetkili olamayacak. Genel sekreterliğin idari birim haline getirilmesi, eşit konumlardaki 10’a yakın genel başkan yardımcısının değişik alanlarda sorumlu olması söz konusu."
Yine söylüyorum, bu değişiklikler CHP için ne kadar ilaç olur bilinmez; ama şu bir gerçek ki bu partinin teşkilatları çalışmıyor.
Kendileri de biliyorlar, 15 günde bir toplanan ilçe ve il örgütü sayısı bir elin parmaklarını bile geçmiyor, ayda bir toplananlar belki iki elin parmakları kadar, gerisi ancak 45 günde bir toplanabiliyor.
Partinin gençlik kollarına girenler ise 30 yaşına geldiklerinde neredeyse kongre göremeden oradan ayrılıyor.
Yerel seçimler geliyor, ama CHP kadın kolları 1.5 yıldır başsız.
CHP’de bu işi yapabilecek bir kadın milletvekili yok mu?
Vardır var olmasına da; ama bunu önce Sav’ın istemesi gerek.
Peki, AKP’de kadın kolları gerçeği ortadayken neden istemez ki?
Yazının Devamını Oku 18 Eylül 2008
BAŞBAKAN Tayyip Erdoğan’ın, Aydın Doğan ve onun sahibi olduğu medya grubuna yönelik saldırılarında, bence çok ilginç ve çok düşündürücü bir itirafı var ki nedense pek üzerinde durulmadı. Erdoğan, partisinin ilçe kongrelerinde, ceketini çıkardıktan sonra yaptığı konuşmalarda Hilton Oteli konusuna değinip durdu.
Aydın Doğan’ın kendisine Hilton işi için geldiğini söyledi.
Aydın Bey, "Ben Başbakan’a Hilton için değil rafineri işi için gittim. Hilton konusunu Başbakan kendisi açtı" diye yanıt verdi.
Şimdi bakalım, Başbakan’ın kendisinin açtığı konu daha sonra nasıl gelişti.
GİT, DEDİKTEN SONRA
Erdoğan, konuyu Beyoğlu ilçe kongresinde şu sözlerle açtı:
"Hilton Oteli’ne imar rantı talebi de mi haber değeri taşımıyor? Otelin kendine değil, önündeki yeşil alana rezidans talebi. Buna genel başkanınız, başbakanınız müsaade etmediği için bu yaygaralar başladı. Diyorlar ki ’mahkemeye verseydin’. Ben müsaade etmedim ki neyi vereceğim mahkemeye? Saçmalığa bak. Ben müsaade etmedim. Belediye başkanımı da aradım. ’Bak’ dedim, ’seni de arayabilirler. Sakın ha. Böyle bir yanlışın içine düşme.’"
Bu sözleri biraz tercüme edelim.
Başbakan, konuyu önce kendisi Aydın Doğan’a açtırıyor; dinledikten sonra da gidip İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş’la konuşmasını ifade ediyor.
Şimdi burada, velev ki Aydın Doğan’ın Hilton konusundaki talebini haksız buldunuz; peki ama buna asıl kararı verecek kişi ya da kurum kim, diye sormak gerekmiyor mu?
Karar makamının Başbakan ve Başbakanlık olmadığı kesin.
Karar İstanbul Büyükşehir Belediyesi ile Belediye Başkanı’nın.
Adaletli bir yöneticiden, en azından bu kurulların görüşünün ne olduğunu beklemek umulabilir.
Başbakan bunu yapmıyor.
Hadi onu geçtik de başka bir şey yapıyor.
RADARIN BİLE UYARISI VAR
Belediye Başkanı’na telefon açıyor, sakın ha yapma, diye talimat veriyor, bunu yaptığını da övünerek açıklıyor.
Adını koyalım; Başbakan, bilerek ve planlayarak tuzak kuruyor.
Devlet de, başbakanlar da, başkaca bir kamu otoritesi de vatandaşına tuzak kurmaz; tuzak kurmak suçtur.
Türkiye bile bu anlayışı yıllar önce terk etti.
O nedenle ki, devlet artık yollarda hız kontrolü yaparken bile vatandaşına önceden haber veriyor.
Koyduğu radarın yerini yüzlerce metre geriden belirtiyor ki vatandaşı ileride neyle karşılaşacağına hazırlıklı olsun.
Peki, radar için bile bu uyarıyı yapan devletin başındaki bir Başbakan, sırf karşımdakini zor durumda bırakabilirim, böylece ileride günü geldiğinde kullanabileceğim bir kozu elime geçirmiş olurum diye tuzak kurar mı?
Tuzak kuran bir başbakan için güven sorunu olmaz mı?
Bu tuzak işi Başbakan’ın yönetim anlayışına da iyi bir örnek görülmez mi?
Yazının Devamını Oku 15 Eylül 2008
TBMM eski Başkanı Bülent Arınç, Deniz Feneri ve Şaban Dişli konusunda AKP içinde farklı ses veren ilk isim oldu. Arınç, AKP MKYK toplantısında, Dişli olayında tatmin olmadığını belirterek şu değerlendirmeyi yaptı:
"Dört dönem milletvekilliği yaptım. Meclis Başkanı olarak bir ricam olsa kimse geri çevirmezdi. Başkanlıktan ayrılınca bir araç ihtiyacı doğdu. 102 bin YTL’lik bir AUDI beğendik. Önemli bir siyasetçi olarak yıllar süren birikimlerim sonunda 65 bin YTL ancak çıktı. 40 bin YTL banka kredisi çektim. Ben aptal ya da enayi değilim. Bir siyasetçi kendine dikkat etmeli."
Arınç’ın bu sözlerini okuyunca Abdüllatif Şener’in, mal varlığı tartışmalarının gündemde olduğu bir dönemde NTV’de söylediklerini anımsadım.
ŞENER DE AYNI ŞEYİ SÖYLEMİŞTİ
Şener, bir sorum üzerine, "15 yıllık siyasetçi olarak ancak bir ev parası birikimi yapabildim. Zaten bir siyasetçi bu sürede daha fazlasını yapamaz" dedi.
Şener AKP’den ayrılma kararı verince Arınç, siyaset, yaşam tarzı ve geçmişleriyle ne kadar benzer olduklarına atıfla, "Gitme kal" çağrısı yaptı. Tanıyan herkes mutabık olur ki, siyasi görüşlerine katılıp katılmamak ayrı; ama Şener de, Arınç da akçeli alanda dürüstlükleriyle bilindiler.
O nedenle ikisinin de söylediği gibi, başkaca bir geliri yoksa, bir siyasetçinin siyasi kimliği ile büyük paralar kazanması mümkün değil.
Ama, bu noktada sanırım Arınç ile Şener arasında bir fark var. Kabul, Arınç’ın son çıkışları çok yerinde, bir ağabey çıkışı.
Buna karşın Şener’den farkı, bazı AKP’lilerin siyasetle ticareti birbirine karıştırdığını, çıkar elde etmeyi öne koyduklarını geç fark etmesi.
Acaba Arınç, bu çıkışını, arkadaşımız Çiğdem Toker’in yazdığı Şener’in hayatıyla ilgili kitabı okuduktan sonra mı yapmaya karar verdi? Çünkü, Şener orada çok ciddi iddialarda bulunuyor; AKP ile ayrılığını neredeyse sadece çıkar ilişkilerinden duyduğu rahatsızlığa dayandırıyor.
Arınç, Şener gibi istifa etmeyebilir; ancak, aptal olmadığı kesin de, acaba saf mı, yoksa gözü kapalı mı diye sormadan edilemiyor.
Bir etrafına baksa, kimlerin yaşamlarına ne gibi lüksler girdi çok net görebilir, bunlara karşı da hiç değilse sesini yükseltebilir.
EMRE GÜL’ÜN ANNEYE İFTARI
Cuma akşamı, Ankara’nın yeni gözde mekanı Big Chefs’te yemeğe gittim. İki masa ötemde, Hayrünnisa Hanım’la oğlu Emre Gül vardı. Emre, iş hayatına atılırken sermayesini aldığı annesine, daha önce defalarca gelip beğendiği mekanda iftar yemeği ısmarlıyordu. Bir anne için bundan daha güzel bir duygu olamaz sanırım. Emre, hesabını bizzat ödediği iftarda, fajitas yemeyi yeğlerken anne Gül, mutfağın karışık tadımlıkları ile yetindi. Sanırım daha rahat etmek için en dipteki masa seçildiği, yan masa da korumalara ayrıldığından Hayrünnisa Hanım, yüzü duvara dönük oturdu.
Ayrılırken de gülümseyen bir yüzle, başını selam verir gibi hafif sallamakla yetindiği için mekandaki diğer konuklarla hiç göz teması kuramadı. Hani, orta bir masa seçilse, ayrılırken göz teması kurulsaydı, Hayrünnisa Hanım, eminim etrafta rahatsızlık verecek hiçbir şey olmadığını görecekti. Bu arada Hayrünnisa Hanım, Köşk’ün mutfağından hiç memnun değil ya, gittiği her yerde aşçılardan fikir alıyor, Big Chefs’te de bunu ihmal etmedi.
Yazının Devamını Oku 11 Eylül 2008
AKP Genel Başkan Yardımcısı Dengir Mir Mehmet Fırat, kendisiyle ilgili son dönem yazdığım iki yazım üzerine aradı, görüştük. İlkinden başlayarak önce yazılarımı kısaca anımsatayım:
Gümrük Başkontrolörü Bayram Çolak’ın, Fırat’ın eski ortağı olduğu MENAS AŞ ile ilgili incelemesi hayali ihracat suçlamasıyla mahkemelik oldu.
Fırat, Çolak’ı, önce bağlı olduğu Gümrük Müsteşarlığı’na, oradan sonuç çıkmayınca bir mektupla Başbakan Tayyip Erdoğan’a şikáyet etti.
Erdoğan, Fırat’ın şikáyeti üzerine hemen Başbakanlık Teftiş Kurulu’nu harekete geçirince iki müfettiş yedi ay, Çolak’ın yedi sülalesini inceledi.
Sonuçta iki müfettiş, Erdoğan’a, "Açıklanmayan tek bir mal varlığı veya harcama bulunamadı" raporunu gönderdi.
İkinci yazımda ise Çolak’ın, Başbakanlığa verdiği savunmayı anımsattım.
Çolak, 2007 Nisan’ında, o savunmada Fırat’ın, MENAS’ı savunmak için, "Ukrayna’da vergiler çok yüksek olduğundan sahte evrak yapılarak düşük şeyler içeri sokuluyor" dediğini belirtip bugün doğru çıkan şu saptamayı yapıyor:
"Sırf bu beyan nedeniyle, bundan böyle, Ukrayna ve yakınındaki ülkeler tarafından Türkiye’nin tüm ihracatının sonradan kontrol kapsamında didik didik edileceğini bilmek için káhin olmaya gerek yok."
MAL VARLIĞIM ORTADA
Fırat’ın yorumunu size bırakacağım sözlerine gelince.
MENAS’la ortaklığını haberlerim üzerine bitirdiğini söyleyen Fırat, siyaset ve ticaret konusundaki tavrıyla mal varlığını açıklamaktan çekinmedi:
"Siyasetten kuruş kazanmadım. Hiçbir bürokrat ve bakanla iş konuşmadım. İlimin sorunu varsa yazıyla valiye ilettim. Babamla dedemden kalan 365 dekar narenciye tarlalarım, Mersin’de 96 metrekare dairem ve MENAS’ı sattıktan sonra aldığım bir Mercedes otomobilim var."
MENAS için tüm davalarda takipsizlik kararı verildiğini de anımsatan Fırat, "Siz haberi yapınca, çıktım kendimi savundum. Evet, ’Olay, çifte fatura kesilmesi’ dedim. Bunu biz de, Rusya da, Ukrayna da biliyordu. Ama o gün Rusya’nın ekonomik durumu iyi değildi, ’ucuz mal’ diye itiraz etmiyordu. Şimdi ediyor, ama benim sözlerimden dolayı değil, parası olduğundan" dedi.
SEVSİNLER SENİ
Fırat, devamında ise şöyle bir iddiada bulundu:
"Yok, eğer benim sözlerimden dolayı diyorsanız; o zaman asıl neden, bu soruşturmayı yapan kişi ile bunu haberleştiren sizlersiniz. Oysa bu arkadaş, Rusya’ya ihracat yapan şirketlerle ilgili tüm incelemelerinde takipsizlik kararı vermiş."
Çolak’ın Rusya’ya ihracat yapan tek şirket incelemediğini belirterek Fırat’ın son olarak sözlerini aktaracağım:
"O yaptığı doğruydu. Ama bu arkadaş özellikle bizim şirketi incelemeye aldı. Çünkü başka amaçları vardı. CHP milletvekili aday adayı oldu, bizden çıkar elde etmeye kalkıştı. Böyle birini Başbakan’a da, her yere de şikáyet etmek vatandaşlık hakkım."
Rastlantı bu ya, Fırat, dün patronumuza, gazetemize saldırırken ben köşemi onun savunmasına ayırıyorum; Başbakan Erdoğan da çıkıp, bize "Aydın Doğan’ın silahşorları" diyor.
Ne desem, Erdoğan’ın tabiriyle, "Sevsinler seni..." desem yeter mi?
Yazının Devamını Oku