6 Kasım 2008
ENERJİ ve Tabii Kaynaklar Bakanı Hilmi Güler, önceki gün TBMM’de, yüzde 22.5’lik doğalgaz zammını savunurken petrolün fiyatı değişince türevlerinin de değiştiğini, doğalgaz fiyatının da bu türevlere bağlı olduğunu anlattı. Bu değişikliklerin fiyata yansıtılmadığını, BOTAŞ’ın sıfır kárla satış yaptığını söyleyen Güler, "Cesur kararlar aldık; ekonominin gereği neyse onu yaptık" iddiasında bulundu.
BOTAŞ’ın 15 milyar YTL’ye yaklaşan alacakları için ise, "Merak etmeyin devlette, devlette. Alacağız, alacağız" dedi.
Güler’in, "Doğalgazı en ucuz ülkelerden biriyiz. Sebebi de yönetim; para ve insan idaresidir" dediğini de aktarayım.
BOTAŞ’TA OLANLAR
"Resmin tamamını görün" diyen Güler’i dinlerken BOTAŞ ve doğalgaz alımı konularını defalarca işlemiş biri olarak, yönetim ve insan idaresinden başlayarak, bazı anımsatmaları yapma gereği duydum.
Güler döneminde BOTAŞ’ta dört kez genel müdür değişikliği yapıldı.
Bunlardan biri halen cezaevinde; koğuş arkadaşları da genel müdür yardımcısı, daire başkanı ve de BOTAŞ’tan sorumlu Bakanlık Müsteşar Yardımcısı.
Altı yıldır bakan aynı olsa da mafya bozuntularının koridorlarında cirit atması önlenemeyen BOTAŞ’ta, kaç operasyon yapıldığını ise unuttuk artık.
Paranın idaresine gelince; 600 milyon dolarla teslim alınan kasa artık boş olduğundan, maaş ödemesi için bankalardan kredi kullanılıyor.
Buna karşın Güler, "Sağlam" dediği müşteriler de kendine bağlı devlet kurumları olduğu halde 6 yıldır, bu tahsilatı bir türlü gerçekleştiremiyor.
Güler’in milletvekillerine, "Şu ampullerin 100 tanesinden 60’ının elektriği bizim dönemden" diye seslenmesini sağlayan da eski projeler.
Çünkü, 6 yıllık süre, başlayıp bitirmek için yeterli olsa da, yenilenebilir enerji dışında, kurdelesi kesilen yeni enerji yatırımı yok gibi.
YA FORMÜL DEĞİŞİKLİĞİ
Doğalgaz alımındaki formül değişikliğini ise unutmak mümkün değil.
Özel çabasıyla BOTAŞ’a, Rus gazı için formül değişikliğine imza attıran Güler, bu değişikliğin fiyata yansımasına hiç değinmiyor.
Formül değiştirilirken, fiyatı belirleyen petrol türevleri arasından fuel oil çıkarılıp daha yüksek fiyatlı gazyağı konurken de, 20 yıl süresi olan Mavi Akım doğalgazının fiyatı yükseltilip 3 yıl sonra bitecek diğer iki hattın fiyatını artırırken de sonucun bu olacağı belliydi.
Dünyada zam yüzde 40 olurken bizde 80 olmasının nedeni de bu.
Formül değişikliğiyle ilgili yazılarım sonrası CHP dava açtı.
Halen süren davada savcıya göre, BOTAŞ’ın ilk dört aylık kaybı 150 milyon dolar; kaybın varacağı rakam ise 10 milyar doların üzeri.
Güler, Tuz Gölü’nün altına doğalgaz depolama projesine de değindi; ama "iyi yönetime" bakın ki altı yıldır proje ihale dahi edilemedi.
Oysa 3 milyar metreküp doğalgaz stoklanabilecek proje 2 yılda bitecekti.
Sanırım Güler, "BOTAŞ’a haksızlık etmeyelim" sözüyle de, "BOTAŞ kötü yönetiliyor, suçu bana yüklüyorlar" diyen Melih Gökçek’e seslendi.
Ne tesadüf o Gökçek, Güler sayesinde faizi affedildiği halde milyar dolara yaklaşan BOTAŞ alacağını bir türlü ödemeyen Gökçek’ten başkası değil.
Yazının Devamını Oku 3 Kasım 2008
CUMHURBAŞKANI Abdullah Gül, yasama ve yürütmenin AB ile ilgili birimlerini buluşturmayı başından beri çok önemsedi. Köşk’te 27 Ekim’de yapılan toplantıda CHP ve MHP temsilcilerinin bulunmasını özel olarak sağlayan da kendisiydi.
Toplantıda, CHP’li Onur Öymen, "AB’ye desteğe tamam da" deyip ekledi:
"Ulusal Program’da, dokunulmazlıkların sınırlanması, Adalet Bakanıyla Müsteşarın Hakim ve Savcılar Yüksek Kurulu üyeliğinden çıkarılması niye yok?"
Öymen, Ulusal Program’da yer alan bazı konulara da itiraz etti:
Kıbrıs’la ilgili "egemen eşitlik" ibaresi neden çıkarılmıştı; "medeniyetler ittifakına destek" ifadesi, "Türkiye ayrı bir medeniyetin parçası" demek olmaz mıydı; "din özgürlüğü alanındaki eksiklikler" hangi eksiklikleri anlatıyordu?
Lobi faaliyetlerinde eksiklik gören MHP’li Osman Çakır da, "Hem Dışişleri Bakanı hem de Başmüzakereci olunmaz" dedi.
ÇOK İYİ BİR FIRSAT
Muhalefet temsilcileri söylediklerine bir tek yanıt alamamaktan dertli.
Kendilerini dikkatle dinleyen Gül ise açık mesaj verdiği inancında.
"Bazı düzenlemelerin içeriğine katılmamak muhalefetin en doğal hakkı; ancak, ilke olarak ters düşmüyorsa, AB için zorunlu olan yasaları bir an önce TBMM’den geçirelim" sözlerinin adresi daha çok CHP ve MHP’ydi.
AB İlerleme Raporu da gösteriyor ki şu anda devlet zirvesinde konuyu önemseyen tek isim olan Gül, şu sözlerindeki hedef ise sadece CHP’ydi:
"Önümüzdeki çok iyi bir fırsat, bunu heba etmeyelim. Şöyle düşünelim: Bu süreçte atılacak adımlar çıkarlarımıza ters mi, değil mi? Ters değilse, yapalım. AB standartlarını yakalamış bir Türkiye, kötü mü olur? Standartları yakalayalım sonrasına bakarız; gireriz veya girmeyiz, o karar bizim."
Doğrusu kimse de bu toplantıdan can alıcı bir sonuç çıkmasını beklemiyordu; ama Gül, iki tarafı da bir araya getirerek 2005’ten beri uyuma sürecine terk edilen AB hedefini yeniden öne aldırmak istedi.
KEŞKE ERDOĞAN DA OLSAYDI
Bu noktada TBMM Başkanı Köksal Toptan’ın, "Gerekirse hafta sonları da çalışır, yasaları çıkarırız" demesini çok önemsedi Gül.
Ancak herkesten daha iyi Gül bilir ki, bu yasaların öncelik alması doğrudan Başbakan Tayyip Erdoğan’ın istek ve inanmasına bağlı.
Köşk’teki masa etrafında buluşanların da, "Keşke Başbakan da burada olsaydı" diye içinden geçirmemiş olduğunu düşünemeyiz.
Başbakan, programı elvermediği için toplantıya katılamadı; ama Gül’ün, ilk buluşmada bütün detayları kendisine aktarıp, yapılması gerekenler için "ensesinde boza pişirebileceğinden" kuşku duymamalı.
Aslında, Gül’ün bu bozayı bugüne kadar her fırsatta pişirdiğine inanırım.
Dilerim yanılıyorumdur; çünkü Gül’ün bütün çabasına karşın AB konusunda ileri adım atmayan bir Erdoğan varsa, bu rüya bitmiş demektir.
NOT: RTÜK üyesi Mehmet Dadak, bir hayat kadınının otel ücretini kuruma ödettirmediğine dair teftiş raporunu gönderdi. Ödemeyi, RTÜK ihalesiyle organizasyonu üstlenen firma yapmış. Ne iyi bir aklanma! Demek ki RTÜK ihalesi ekstraları da ödeyecek kadar yüksek rakamlı. Acaba Zahid Akman, bunu birine inceletebilir mi? Firmayı iyi tanıyan bir RTÜK avukatı da olabilir!
Yazının Devamını Oku 27 Ekim 2008
RTÜK’ü, medya ile ilgili bir etik kurul olarak niteleyebiliriz. Başta aile, kadın ve çocuklar olmak üzere, toplumu olumsuz yayınlardan koruma amacıyla faaliyet gösteren RTÜK, bu dönem de bu alanda çok şey yaptı.
Ağzından, sabah saatlerindeki kadın programlarını sunanların evli olmamasının sakıncalarını dahi öğrendiğimiz RTÜK Başkanı Zahid Akman, bu nedenle o programları sunanları evlenmeye teşvik ettiğini açıkladı, bir evliliğe de canlı yayında şahitlik yaptı.
Ancak aynı Akman, bugün garip bir para trafiğine aracılık etmekten, kooperatif yolsuzluğuna, mal varlığı üzerinde doğan şüpheye kadar birçok konuda ciddi bir yargı süreci ve etik sorgulama ile karşı karşıya.
Hadi kabul, bunlar parasal ilişkiler diyelim.
BAŞKANA BAK ÜYEYİ AL
Ya üye Mehmet Dadak’ın durumu karşısındaki tavrına ne diyeceğiz?
RTÜK üyesi, görevli gittiği ilde odasına hayat kadını alıyor, kadının konaklama parasını ise "RTÜK ödesin" diye faturalıyor.
"Bir etik kurulu üyesinin özel tercihi" deyip es geçsek bile, bu keyfin parasının vatandaşın kesesinden ödenmesini engellemek kimin görevi?
Eminim RTÜK muhasebesi gerekli uyarı ile faturayı Başkan’ın imzasına sunmuştur; böyle olunca da bu imza bilerek atılmıştır, diyebiliriz.
Böylesi bir faturaya onay vermek, olaya göz yummak etik mi?
"Bu üye rakip partinin kontenjanı, belki bir gün kullanırım" diye düşünülmüşse ayrıca ayıp ve de tesadüfe bakın ki, üyeyle ilgili haber, olaydan bir yıl sonra Akman’ın tartışıldığı günlerde, RTÜK’ten sızdırılıyor.
Tencere dibin kara, seninki benden kara misali. Sızdırmanın hangi kademeden olduğunu söylemeyeyim; ama haber, hükümete yakın bir gazeteye uçuruluyor; sonra pişman olunuyor.
"Bu gazete yanlış tercih" denilince yine RTÜK’ten etkili bir isim, yakından tanıdığı o gazete yöneticileri nezdinde devreye giriyor.
Haber yayını o gazetede engelleniyor, biz de bu etik dışı davranışla ilgili bilgi ve belgeleri bir başka gazeteden okuyoruz.
İŞE UÇAKLA GİDİLİR
Başkanın durumu malum; üye ise kendini seçen siyasilere, "Beni temize çıkaracak belgeleri açıklayacağım" demesine rağmen henüz gereğini yapmadı.
Biz beklemeye devam edelim de dışarıdan baktığımızda birbiri ile bu kadar kavgalı olduğunu sandığımız üyeler içeride ne yapıyor?
RTÜK üyelerinin diğer bağımsız kurullara oranla daha düşük maaş aldıkları söylenir ya, iyi güzel de şu yurtdışı gezilerini bir açıklasalar görsek; ayda kaç gezi yapılıyor, ne kadar harcırah alınıyor bilsek.
Davetli sıfatıyla gidilen gezilerde pek masraf olmadığı halde tam harcırah alınması da bu yönetim döneminde, oy birliği ile kararlaştırıldı.
RTÜK üyelerinin bazıları, merkezin Ankara’da olduğunu bilerek aday oldu; ama evlerini taşımaktansa mutabakatla güzel bir formül buldular. İstanbul’da görevli gösterildiler; böylece, hem işe geliş-gidişlerinde ulaşım aracı olarak uçak kullanmaları hem de harcırah almaları sağlandı.
Üyelere 4 bin 500 YTL’ye kadar kira ödeneğinde de tam mutabakat olduğu için soluğu aynı sokaktaki evinin yanındaki dairede alan üyeler gördük. Söylenecek laf yok; varsa o da kendilerini seçen siyasetçinin olmalı.
Yazının Devamını Oku 23 Ekim 2008
İLGİNÇ bir süreçten geçiliyor. Anayasa Mahkemesi, DTP’yi kapatmasın diye ciddi bir kamuoyu oluşuyor, terörle mücadelede inisiyatifi sivillere geçirecek organizasyona gidiliyor, iktidar partisinin iki numarası DTP yönetimiyle Kürt sorununu konuşuyor.
Başbakan Tayyip Erdoğan’ın Diyarbakır gezisini de ekleyelim bu sürece.
Bütün bunlar olurken, DTP Genel Başkanı Ahmet Türk, Öcalan’a şiddet uygulandığı iddiasını gündeme getirip, "Halkı tutamayız ha" dedi.
Sonra, bütün DTP milletvekilleri illere dağılıp, kimi ölümle sonuçlanan, hemen hemen tamamında şiddet kullanılan gösterilerin en önünde yürüdüler.
Başbakan, kepenkleri kapatılmış sokaklardan geçerken, ertesi gün DTP TBMM grubu, "halkı sakinleştirmek amacıyla" Diyarbakır’da toplandı, soykırımdan söz edildi ve "Diyarbakır halkı sakinleşti" bir anda.
DTP, "Bizi illa kapatın" diye bir çabanın peşinde mi bilemem; ama şu son eylemler, söylenenler kapatma gerekçesi olmaz denebilir mi?
POLİSİN TUTUMUNDAN MEMNUN
Bu sürecin Erdoğan’ın moralini bozduğunu tahmin etmek hiç zor değil.
Diyarbakır Belediyesi’ni bu kez alabileceklerine cidden inanmış olan Erdoğan’ı, inmiş kepenklerin çok rahatsız ettiğini söyleyebilirim.
Ancak, sivil toplum önderleriyle görüşmesinde bu havayı dağıtmaya, moralleri yeniden yükseltmeye çalıştı.
Dönüş yolunda da arkadaşlarıyla arasında şu ortak kanaat oluştu:
"PKK’nın hedefi, Başbakan’ın olduğu yerde polisin, çocuk veya kadına yönelik şiddet uygulamasını, can kaybı yaşanmasını sağlamaktı; ama başaramadı."
Bu çerçevede, "Erdoğan, Deniz Baykal’dan farklı düşünüyor. Şiddet kullanmayan polisin, PKK’nın ekmeğine yağ sürmediği inancında" diyebiliriz.
O günün notlarını, arkadaşlarının AKP Genel Başkan Yardımcısı Dengir Mir Fırat’ın DTP’lilerle yaptığı görüşmeyle ilgili özel sorularına muhatap olan Başbakan’ın şu yanıtıyla sonlandırmak istiyorum.
Başbakan, "Kesinlikle" sözcüğüne bastırarak, "Bilgim yok" dedi.
İŞİN ADAMI
MGK’nın önceki günkü toplantısında da terörle mücadele konusunda yeni bir kurumsal organizasyona gidilmesi kararı çıktı.
Sanırım Diyarbakır gezisi Erdoğan’a, PKK’nın bölgede psikolojik üstünlük kazandığı yönündeki izlenimi bir an önce ortadan kaldırma konusunda hızlı ve yeni kararlar alma gereğini bir kez daha anımsattı.
Erdoğan, üzerlerindeki PKK baskısının ortadan kalkması için halka ulaşmayı birinci şart görüyor.
Bu nedenle kafasında, muhtemelen müsteşarlık düzeyinde olacak terörle mücadele biriminin başına, Başbakanlık Müsteşarı Efkan Ala’yı getirmek de var.
Diyarbakır Valiliği döneminde önemli tecrübe kazanan, bölgeyi bilen, halkla iyi ilişki kuran Ala’ya "biçilmiş kaftan" gözüyle bakılıyor.
Ala, "Eski Başbakanlık Müsteşarı" titrini de taşıyacağından, yeni görevinde etkisini bürokrasinin her kademesine rahatlıkla hissettirecek bir isim.
Doğaldır ki MİT Müsteşarı’nın atanması gibi bu makama atanacak ismin MGK’nın onayından geçmesi olası; ama Ala’ya itiraz edecek çıkmayacak gibi.
Yazının Devamını Oku 20 Ekim 2008
LİMAK ve Bilgin grupları Elazığ’da 170 milyon dolarlık yatırımla, üç yıl gibi kısa bir sürede Seyrantepe HES’ini bitirerek hizmete soktu. Benim de izlediğim törende santralı, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Hilmi Güler ve Çevre ve Orman Bakanı Veysel Eroğlu ile beraber hizmete sokan Başbakan Tayyip Erdoğan, bu başarıları için yatırımcılara teşekkür etti.
Başbakan’ı dinlerken; yolda okuduğum, beraberindeki iki bakan arasındaki enerji tartışmasını ortaya koyan belgeyi anımsadım.
Dağıtım ekinde Başbakanlık yok, o nedenle belgeden habersiz olduğunu sandığım Erdoğan, bir de enerji krizi olmasın istiyorsa olaya el koymalı.
SANKİ İHBAR MEKTUBU
Çünkü Hilmi Güler imzalı, 23 Eylül tarihli belgede önemli itiraflar, suçlamalar anlamına gelecek ibareler var.
Güler belgede, Eroğlu’nun eski genel müdürü olduğu şimdi de kendisine bağlı DSİ’nin, yaptırdığı barajlarla ilgili öngörülerinin hiç tutmadığını söylüyor.
Kurulu gücü bin 700 MW olan Akköprü, Alpaslan, Çine, Deriner, Ermenek, Kılavuzlu, Manyas, Obruk, Topçam ve Torul barajlarında DSİ’nin 2003 programına göre dahi beş yılı bulan gecikmeler yaşandığını vurguluyor.
Bu durumun üretim planlarını olumsuz etkilediğini anlatan Güler, talep artışı AB ve OECD ülkelerinin üzerinde olduğundan, "Devam eden barajların bir an önce bitirilmesi hayati önemde" diyor.
"Bittik; ama bunun suçu benim değil, Eroğlu’nun" demek istiyor yani.
Güler’in şu ifadeleri de, "Uyardım, ama sözüm geçmiyor" demek değil mi?
"Dolayısıyla ilgili kurumların sorumluluklarının gereğini yerine getirmelerinin büyük önem arz ettiği hususları gerek yazılı, gerekse üst düzey katılımlı toplantılarda Bakanlığımızca gündeme getirilmiştir."
Yazıdaki, "Oysa bu konu hükümetimizin 3 aylık eylem planında da yer almıştır" uyarısının ne anlama geldiği de Eroğlu’nun sorunu olsa gerek.
BİR KÖTÜ HABER DE BENDEN
Güler, daha çok sitemde bulunuyor da sadece birkaçını özetleyeyim.
DSİ yüzünden, kuraklığın da etkisiyle yetersiz olan su rezervlerimiz daha da azaldı, elektrik fiyatları da öngörülenden daha çok yükseldi.
DSİ, Keban, Karakaya ve Atatürk barajlarında seviyeler normalden daha aşağı düştüğü için öngörülenden çok üretim yapmamızdan şikáyetçi; ama barajlar zamanında bitirilmiş olsaydı böyle olmazdı.
Sonuç; barajlardaki su seviyesinin makul düzeyde tutulması ve aşırı fiyat oluşumunun engellenmesi için gereği ivedilikle yerine getirilsin.
Doğrusu; barajların işletme planlarını yapan EÜAŞ, Güler’e bağlı olduğundan belge kafamı karıştırdı; ama bu sorun da Eroğlu’nu ilgilendirir.
Eroğlu, bu konuda da belki dava açar veya Başbakan’a, "Hakem ol" der.
Ancak, Eroğlu’na hem bir uyarım hem de kötü bir haberim var. Nereye başvuracağı kendi kararı; ama hem haklı hem de güçlü olmalı.
Bakınız, belgede de adı geçen Deriner Barajı için Cumhuriyet tarihinin rekor keşif artışlarına imza attığı halde baraj zamanında bitirilemiyor.
Eroğlu, bunu yazdığım için beni dava etti; ancak, ayrıntılarına sonra gireceğim, perşembe günü Bakırköy 11. Asliye Hukuk Mahkemesi, kararını verdi:
"Açılan davanın, ’ispat edilememesi’ nedeniyle reddine."
Yazının Devamını Oku 16 Ekim 2008
SALI günkü parti grup toplantıları liderlerin birbirlerine karşı yönelttikleri ağır eleştirilerle akılda kalacak gibi. O gün AKP grubu başlamadan önce Başbakan Tayyip Erdoğan’ın çekirdek kadrosundaki bir isimle ayak üstü bir sohbet yaptık.
Çok yorgun olduğunu söyleyince, "Eee, ama o kadar çok yumruk atıyor, kavga ediyorsunuz ki bir türlü dinlenemiyorsunuz" diye espri yaptım.
Gülüştük; ama muhatabım Başbakan’ın kavga etmediğini söyledi; "Nedense siz hep böyle görüyorsunuz, biraz da tersten bakın" diye sitem de etti.
CHP Lideri Deniz Baykal’ın sürekli gerginlik yarattığını söyledi, Devlet Bahçeli’nin o günkü MHP grubundaki sözlerinin ağırlığına dikkat çekti.
KAVGA DEĞİL YANIT
Baykal’ın genel olarak hırçın bir üslup kullandığına, Bahçeli’nin o günkü "PKK kadar bölücü, alçak, ahlaksız, terörün mihmandarı" sözlerinin ağır kaçtığına katılsak bile, demokrasilerde, muhalefetin tüm sertliğine karşın, iktidarların sakinleştirici tutum almasına dikkat çektim; Özal döneminden örnekler verdim.
Başbakan’ın önce ana muhalefet liderini seçime kadar yok farz ettiğini söylediğini; sonra da tampon bölge öneren Bahçeli’ye, "Ağzı olan konuşuyor", "Artık onu muhatap almayacağım" sözleriyle çıkıştığını anımsattım.
"Bu tutum demokrasilerde doğru mu?" diye de ekledim, yanıt şu oldu:
"Muhatap almamak değil, seçim sathına kadar, gereksiz polemiklere girmemek olarak okuyun Baykal’a yönelik o sözleri. Tampon bölge ise sadece Bahçeli’nin gündeme getirdiği bir konu değil ki, başkaları da söyledi. Başbakan’ın bu sözleri kavga değil, cevap."
Erdoğan, Meclis’e gelişinde doğrudan grup toplantısına gitmektense, makam odasına geçtiği için, "Sanırım konuşmasında Bahçeli’nin bu sözlerine yönelik değişiklik yapıldı" öngörüsünde bulundum.
Erdoğan’ın o polemiği sürdürmeyeceği izlenimi edindim.
Bahçeli’ye yanıtı, hedefindeki isimlerden olan AKP Grup Başkanvekili Nihat Ergün’ün vermesi de makam odasında benimsendi, diyebiliriz.
CEKET ÇIKARMAK
Sohbette Başbakan’ın krize yönelik uyarıda bulunanlara yönelttiği sert eleştirilerin de kavga amaçlı olmadığını öğrendim.
Bunu da, "Hayır, bunu söylemek de doğru değil. TUSİAD geminin içinde; ama öyle açıklamalar yapıyor ki kabul edilir değil. Başbakan, buna işaret etmek, onları uyarmak istedi" sözleri üzerine yazıyorum.
Bu kez, "Yani Başbakan hiçbir kurum ve kişiyle kavga etmiyor, diyorsunuz. Peki, ’Önce bir ceketimi çıkarayım’ dedikten sonra Aydın Doğan’a söyledikleri de mi kavga değil?" sorusunu yönelttim.
Evet, bu davranışı da Başbakan’ın kavga ettiği anlamına gelmiyormuş; çünkü, Başbakan, sıcak nedeniyle birkaç dakika sonra ceket çıkarıp konuşurmuş.
Bu sohbeti şundan yazdım; Başbakan’ın yakınından bakanlar Erdoğan’ın söyleminde kavgacı bir üslup bulmuyor ya da oradan böyle görülüyor, diyelim.
Erdoğan’ın, kavga nedeni sayılan çoğu sözlerini yazılı metin dışına çıktığında sarf ettiğinden, yakın çevrenin bundan rahatsız olduğu yönünde izlenimler edinirdik; ancak ya gerçek tablo öyle değil de sohbetimizdeki gibiyse!
Yazının Devamını Oku 13 Ekim 2008
ALİ Babacan ara sıra, "Reformlar durmadı, müzakerelere hazırız" demese, bu ülkede bir AB başmüzakerecisi olduğunu anımsayan çıkmaz. Türkiye’de Reform İzleme Grubu’nun adı neredeyse unutuldu.
Başta Ticaret Kanunu olmak üzere, binlerce maddelik yasaların TBMM’den ne zaman geçeceğine dair işaretler ise henüz yok.
Bu durumda, "Müzakerelere hazırız" cümlesini bir tek Babacan kurabilir; ama AB ile ilgili AKP’lileri dahi dinlese, umutsuzluğu görecektir.
Başbakan’ın isteğiyle Babacan’ın moralini bozmayalım, bunu da es geçelim.
Fakat bu ülkede gerçek bir başmüzakereci varsa, barışçı bir gösteride dimdik ayaktayken gözaltına alınan, üç gün sonra cezaevinden ölüsü çıkan Engin Ceber için ilk tepki koyan yetkili o olması gerekmez miydi?
Rastlantı ya, bu konuda konuşan ilk yetkili Cumhurbaşkanı Abdullah Gül.
Doğrusu, başmüzakereyi Gül’ün yürüttüğünü, AB konusuna Babacan’dan daha çok ilgi gösterdiğini söylemek de pek yanlış olmaz.
Ne yapsın; belki de kendi inisiyatifi ile başmüzakereci olan Babacan’ın açığının ancak böyle kapatılabileceğini düşünüyordur.
KÖŞK’TE AB BULUŞMASI
İşte bakın aynı Gül, AB hedefi için yasama ve yürütmeye "gaz vermek" amacıyla yeni bir girişim yapacak, bu ayın sonunda iki erkin AB ile ilgili tüm isimlerini Köşk’te buluşturacak, "Hadi hızlanın" diyecek.
Ancak, ilginç ve yapılması doğru olan bir ayrıntı var bu buluşmada.
Normalde, TBMM AB Komisyonu’nu Başkan’la yardımcıları temsil edecekti.
Yaşar Yakış’ın yardımcıları AKP’li Lütfi Elvan ile CHP’li Onur Öymen.
Yani Köşk’teki zirvede CHP zaten olacaktı.
Konuştuğum Öymen de, "Bir davet gelmesi halinde giderim" dedi.
Davetliler arasında MHP’li tek isim yoktu.
Durumu fark eden Gül, "MHP’nin de temsili çok önemli. Formül bulun" dedi.
Danışmanlar formülü buldu da.
Buna göre, Köşk’e sadece AB Komisyonu, Başkanlık Divanı olarak davet edilecek, böylece Katip MHP’li Osman Çakır da toplantıya katılabilecek.
Çakır’la da görüştüm; resmi davet henüz yapılmamış olsa da gayri resmi bilgilendirildiğini söyledi, ancak bir anımsatma yaptı:
"Bize göre bu komisyon yasa gereği dönemini bitirdi. En geç hafta içinde yeniden seçilmesi gerek; ama AKP uyarmamıza rağmen bunun farkında değil görünüyor. Buna rağmen davet geldiğinde tabii ki gideceğiz."
MENAS KAYNAĞIMI AÇIKLIYORUM
Dengir Mir Mehmet Fırat ile Kemal Kılıçdaroğlu arasında MENAS tartışması alevlenince, kaynak açıklaması yapmak zorunda kaldım.
MENAS haberlerini yapmamdan sonra, her buluşmamızda Fırat, "Dosyayı sana, bürona gelerek dosyayı hazırlayan Bayram Çolak bizzat verdi" deyip durdu.
Fırat, bunu başka zeminlerde de tekrarlarken, geçen hafta bana e-mail gönderen MENAS’ın sahiplerinden Lerzan Gürüz de aynı iddiayı yineledi.
Kaynağımı hiç açıklamadım, hep sessiz kaldım; ama ısrarın sürmesi nedeniyle, Bayram Çolak’a yönelik bu ithamı ortadan kaldırmam gerekiyor.
İzin verdi açıklıyorum; kaynağım MHP Grup Başkanvekili Mehmet Şandır.
Şandır, "Ben Mersin Milletvekiliyim, evet, o dosya ilk bana geldi" dedi.
Bir anlamı ve de daha fazla günah almak istemeyenler varsa, duyurulur.
Yazının Devamını Oku 9 Ekim 2008
SALI günü, bütün partilerin grup toplantılarını izledim; ama Aktütün Karakolu’na yapılan saldırının ardından bütün merakım DTP’ye yönelikti. Kürsüdeki Genel Başkan Ahmet Türk, savaş yerine barış ve çözümün konuşulmasını istedi, yurdun çeşitli bölgelerinde nüksetmeye başlayan hepimizin tehlikeli bulduğu Türk-Kürt gerginliğini çatışma provası olarak nitelendirdi.
"Hepimizi yaralayan, kahreden onlarca yıllık bir savaşın, artık hiç kimse için dayanılacak bir tarafı kalmadı" dedi; sorunun ölme ve öldürme mantığıyla, şiddetle çözülemeyeceğini anlattı, barış-demokrasi-adalet önerdi.
Kendilerini susturmak için her türlü hukuksuz, antidemokratik yolun mubah sayıldığını sözlerine ekleyen Türk, kapatma davasından yakındı, barış için ciddi fedakárlıklar yaptıklarını, birçok saldırıyı sineye çektiklerini, Meclis’e "Kan ve gözyaşına artık yeter!" demeye geldiklerini anlattı.
HERKES Mİ SAF
Konuşma akışına bağlı kalarak alıntıları biraz daha sürdüreceğim.
"Sorunun bir tek çözümü var; o da demokratik ve barışçıl yollarla uzlaşma siyasetidir, diyalog siyasetidir" sözleri de Türk’ün.
DTP’lilere yönelik ölüm tehditlerine karşı hükümetin sessiz kalmasını eleştirirken, medyanın bu konuda iyi bir sınav verdiğini, sonuçta Adalet Bakanı’nın harekete geçtiğine değinmemesini de geçiyorum.
Savaşın durdurulması için kamuoyuna, aydınlara, demokratlara, sanatçılara, akademisyenlere seslenen Türk, "Savaşa Hayır, Operasyonlara Hayır, Sivil ve Demokratik Çözüm çalışmaları düzenleyelim" dedi.
Dikkatinizi çekerim, "Silahlı gerillaya da hayır" demedi.
Velev ki yukarıdaki tüm alıntılarda ya Türk ile aynı görüşte olalım veya kendisine hak verelim; ama son bir alıntıyı aktarayım:
"Gençlik ve kadın meclislerimiz savaşın durdurulması amacıyla operasyon bölgelerine 9 Ekim’de yürüyüşler yapacak. Bu yürüyüşleri selamlıyorum, destekliyoruz; halkımızı katılmaya çağırıyoruz."
Hadi diyelim ki safız ya; bu yürüyüşleri de masumane gördük.
Ama en safımız bile, bu cümlenin ardından, en azından, "Ey dağdaki eli silahlı kardeşim; sen de silahı bırak evine dön" sözünün gelmesini beklemez mi?
9 EKİM’İN SIRRI
Kabul, bazı saflar var; ama herkesi öyle görmek büyük yanılgı olur.
Çünkü, işin sırrını bulmak kolay; 9 Ekim, PKK yandaşlarının tabiriyle, "Kürt Halk Önderi Sayın Abdullah Öcalan’ın Türkiye’ye kaçırılmasıyla sonuçlanan uluslararası komplonun 10. yıldönümü" günüdür.
Kanı bitirmek isteyen bir siyasi önder böyle konuşamayacağına göre ya Türk, hepimizi kandırmaya çalışıyor ya da akla şu soru geliyor:
"Türk’ün, ensesinde sürekli hissettiği bir PKK silahı mı var?"
Türk’ün, konuşmasının tamamında sanki tüm Kürtlerin temsilcisi gibi bir söylem kullanmasını da kabul etmek mümkün değil.
Ne DTP tüm Kürtlerin temsilcisi ne de tüm Kürtler DTP’li.
O nedenle, bu ülkeyi seven hiç kimse, ülkenin şu ya da bu köşesinde Türk-Kürt gerginliği yaratarak, çatışma çıkararak DTP’yi Kürtlerin tek temsilcisi haline getirme hakkına sahip değil.
Türkiye için en tehlikeli ve korkunç sonuç böylesi bir çatışma olur.
Yazının Devamını Oku