8 Haziran 2009
CHP’nin Kürt politikasında sıcak gelişmeler var.CHP’de her yeni politika belirlemede tek etken Deniz Baykal’ın kendisi; ancak Kürt sorununda Kemal Kılıçdaroğlu’nun değerlendirmelerinin, kurduğu ilişkilerin ve bunları Baykal’a yansıtmasının da rolü olduğu kanısındayım. Bu çerçevede, Diyarbakır Barosu eski Başkanı Sezgin Tanrıkulu ve Kürt kökenli sosyolog Prof. Dr. Ahmet Özer’le yapılan temaslar önemsenmeli.
Yeni yaklaşımın artık hızını kesmesi de pek o kadar olası değil.
Bölge medyasından ciddi sayıda görüşme talebi alan Baykal’ın bölgeye gezileri sürecek, bu ay içinde Kars, Ardahan ve Iğdır’a gidilecek.
DAVET YAZISI GELİYOR
Peki, Celal Talabani’nin daveti ile DTP Genel Başkanı Ahmet Türk’le buluşma olasılığı konusunda ne gibi değişiklik yaşanabilir, bakalım.
Baykal, Talabani’nin davetini çok önemsedi; ancak bunun protokole uygun olması önemliydi; CHP’nin bu duyarlılığı karşı tarafa iletildi.
Irak Devlet Başkanlığı da hızlı hareket etti, resmi davet yazısı yazıldı, yollandı, bugün veya yarın CHP’ye ulaşması bekleniyor.
Çoğumuz unutmuş olabiliriz, bu davet şu açıdan da önemli.
2007 Haziran’ında Sosyalist Enternasyonel’de Baykal, Kuzey Irak yönetiminin terörle mücadelede yetersiz kaldığını sert sözlerle dillendirmişti.
Talabani de bu sözler üzerine toplantıyı terk etmişti.
Şimdi ise Baykal’la buluşma isteği CHP için şu anlama geliyor:
"Baykal’ın terör konusundaki tavrını bilerek yapılan bu davet, teröre bakışta bir değişikliğin, Baykal’ın anlayışına yakınlaşma işareti. Teröre bir karşı duruşun başladığının göstergesi; çünkü davet sahibi, bırakın teröristi, ’Bir kediyi dahi Türkiye’ye teslim etmem’ diyen biri."
Davet ulaştığında Baykal’ın hemen "Evet" diyeceğini sanmıyorum.
Yeni bir durum değerlendirmesi yapılacaktır; ama buluşmanın gerçekleşmeme olasılığının çok düşük olduğunu aktarmalı.
CHP kurmaylarının Talabani tarafına şu mesajı verdiğini de düşünüyorum:
"Irak terör konusunda kalıcı adımlar atarsa, bu ülkenin en iyi dostu CHP olur. Suriye bunun örneğidir. Suriye’nin geldiği nokta, CHP’nin bu ülkeye her konuda destek vermesine neden olmuştur. Ekonomik ilişkiler, su miktarındaki artış, karşılıklı ziyaretlere bakış bunun örnekleri."
"Ta başından beri CHP’nin DTP ile ilişkileri hiç iyi olmadı" desek yeri.
Ancak son gelişmeler karşılıklı bir yumuşamayı yaratmış durumda.
TÜRK BİR ADIM DAHA ATSA
Buradan hareketle, "Talabani’ye gidecek Baykal, Ahmet Türk’le buluşur mu?" sorusu soruluyor, "Evet, olabilir" demek o kadar kolay değil.
Baykal, bu konuda Başbakan Erdoğan gibi şart koşmuş, kendini bağlamış değilse de neden bu kadar titizleniyor, diye sorulabilir.
Birincisi, DEP milletvekillerinin SHP tarafından Meclis’e taşınmasının yarattığı sıkıntı nedeniyle yoğurdu üfleyerek yeme gereği duyuyor gibi.
Bu kaygı sonucu olarak da, "DTP, PKK ile bağlı görünür olmaktan çıkmalı, teröre karşı net tutum almalı. ’İki taraf da silah bıraksın’ söylemi yeterli de değil doğru da değil" anlayışını öne çıkarıyor.
DTP’nin PKK’yı dışlayan bir söyleme gelmesinin zemini ne kadar uygun, ciddi tartışmalı bir konu; ama küçük yeni bir adım çok şey değiştirecek gibi.
Yazının Devamını Oku 4 Haziran 2009
ÇÖZÜME yakın olunduğuna dair umutların yaygınlaştığı Kürt sorununda tartışmalar daha çok "kültürel haklar" ifadesi üzerinde yürütülüyor. Sorunu, hem Kültür ve Turizm Bakanı, hem de AKP içinde farklı düşünceler ifade edebilen bir isim olduğundan Ertuğrul Günay ile konuştum.
Sözlerine, vatandaşların anadillerini geliştirme, öğrenme/öğretme, yaşatma hakkının temel insan hakkı olduğu gerçeğini anımsatarak başlayan Günay, daha önce yaptığı gibi bu konuda da 12 Eylül’e sert eleştiriler yöneltti.
Türkiye’de Kürt gerçeğinin uzun yıllar inkár edildiğini, 12 Eylül’de ise doruğa ulaşıldığını anlatan Günay, durumu "Tam bir akıl dışılık" diye tanımladı.
ARTIK İNKÁRCILIK YOK
Şimdilerde ise bu anlayışın terk edilmeye başlandığını anlatan Günay’a göre bu noktaya gelebilmek için epey zaman geçti.
İlk adımların 1990’lı yıllarda iki girişimle atıldığını anlattı.
Önceliği, kendi emeğinin de bulunduğu SHP Kürt Raporu’na verdi.
Ardına Süleyman Demirel’in ağzından dillendirilen DYP söylemini koydu.
İki partinin bu açılımlarının, resmi devlet politikası ve söylemleri tarafından püskürtüldüğünün altını çizerken üzüntüleri yüzünden okunuyordu.
Günay, bakanı olduğu AKP’nin ise yepyeni bir yol açtığını söyledi.
"Artık inkárcılık yok" derken mutluydu ve bu sözlerini şöyle açtı:
"Evet, sonunda herkes kabul etti; bu ülkenin başka etnik kökenden gelen vatandaşları da var. Hiçbirimizin, istediği etnik kökende doğma hakkı yok. Bu gerçek aslında mezhep, din için de geçerli. Ama hepimizin tek soyadı bulunuyor: Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı. Ortak paydamız yani."
DEMRE YERİNE DENİZLİ’YE GİDEN YARDIM
Günay, kültürel haklar konusunu detaylandırırken vatandaşın dilini, türküsünü, yemeğini, ören yerini bileceğinin altını çizdi; bunlarla ilgili enstitülerini kurabilme hakkına değindi.
Bakanlık olarak ören yerlerinin orijinal adları ile ilgili zengin çalışmaları bulunduğunu aktarırken de Günay, bunları köy adlarını iade konusunda çalışan İçişleri Bakanlığı ile paylaşabileceklerini vurguladı.
Günay, ören yerlerinin adlarının dahi değiştirilmesi karşısındaki şaşkınlığını aktarırken ise iki farklı örnek verdi.
Mizah gibi görülecek birincisi şu:
"Bin yılın Demre’sine bir gün ’Kale’ denecek denmiş. Bu yüzden de Demre’ye gitmesi gereken bir para yardımı Denizli’nin Kale’sine gitmiş."
Son açılımların etkisinin görüldüğü ikinci örneği ise şu:
"Ordu Perşembe’ye gittim. Buranın adı eskiden Vona’ymış. Türkçeleştirilmiş. Belediye başkanı eski ismi almak istediklerini söyledi. Memnun oldum." Günay, memnuniyetini de, "Çünkü inkárcı politikalar nedeniyle bunlar sorun olmuş, yoksa vatandaşın bu konuda derdi yok ki" diye aktardı.
Günay’ın dikkat çektiği son nokta ise şu oldu:
"Geçmişe giden tüm uygarlıkların kalıntıları da bizim ve onları geleceğe taşıyacağız. Bir gün komşular arasında sınırlar dahi anlamsız hale gelebilecek ve o gün bu yaşananlarla alay edeceğiz, küçümseyerek bakacağız."
Yazının Devamını Oku 1 Haziran 2009
AB sürecinde Türkiye’den yapılması istenen en önemli reformlar, artık en sorunlu görülen yargı alanında, bu nedenle de Reform İzleme Grubu’nun (RİG) en büyük beklentisi Adalet Bakanlığı’ndan. Yargıyla ilgili 23. faslın açılması için çok iş yapmalı; öncelikle de IMF gibi AB’ye de eylüldeki İlerleme Raporu içinde bir niyet mektubu vermeli.
Adalet Bakanlığı da bu amaçla içinde çok şey olması gereken Yargı Reformu Strateji Belgesi üzerinde çalışıyor.
İşkencenin önlenmesiyle ilgili uluslararası anlaşmaların onaylanmasından anayasa değişikliğine; Hakim ve Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK) seçiminden yüksek yargının oluşumuna kadar birçok alanda düzenlemeler yapılmalı.
301’DEKİ TİTİZLİK
Bu çerçevede yeni Adalet Bakanı Sadullah Ergin’e çok ciddi iş düşecek.
İlk iş de eski hataların yenilenmemesi; örneğin yargı reformunu bakanlıkta hazırlayıp yargı organlarına sonradan iletmek gibi.
Sanırım bu kez bu hataya düşülmeyecek.
Reform taslakları yargı organları ile birlikte hazırlanacak ve sanıyorum öyle aylar falan beklenmeyecek, "Çok yakında" diyebileceğiz.
Ergin, Türkiye adına yeni kötü görüntüler oluşmasın çabası içinde.
Bildiğim, 301’le ilgili yapılan tüm başvuruları titizlikle değerlendiriyor, hükümete hakaret iddiası içerenleri de dahil neredeyse tüm dosyalar için "Soruşturma izni yok" kararı veriyor.
Ergin’in en az bu kadar titizlenmesi gereken iki konu da milletvekili dokunulmazlığı ile HSYK seçimleri olmalı.
AB’nin talebini, "Seçimde ağırlık kürsüdeki 13 bin hákimde, savcıda olmalı. Yargıtay HSYK’yı, HSYK da Yargıtay üyesini seçmesin. Yasamada da, diğer yargı kurumları da üye verebilsin" diye formüle edebiliriz.
Samimi davranıldığı takdirde, çok karşılanamaz bir talep görülmese gerek.
DOKUNULABİLSEYDİ
Ancak bugün yaşanan en olumsuz tablonun dokunulmazlıklardan kaynaklandığı ortada.
AKP çevreleri, Sincan Ağır Ceza Mahkemesi’nin Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’le ilgili kararını, "367 kararından da beter" görüyor; TBMM, DTP’li milletvekillerin ifade vermemesi için komik gerekçelere sığınıyor, çıkardığı yasaların, yaptığı anayasanın etrafından ’dolanma’ ihtiyacı duyuyor.
Oysa dokunulmazlık sadece "kürsü" ile sınırlı hale getirebilseydi, bugün "şüpheli" değil, beraat etmiş bir cumhurbaşkanımız olacak; sadece DTP’nin değil her partinin milletvekilleri savcı karşısında ifade verebilecekti.
İlginç bir örnek daha vereyim.
Biliyor musunuz, yeni Adalet Bakanımız Ergin de tıpkı CHP Genel Başkanı Deniz Baykal gibi "Karanlıkta iş çeviren siyasetçi!" suçu işlemiş.
Yani güneş battıktan sonra seçim konuşması yaptığı için yargılanmalı.
Ama dokunulmazlık nedeniyle, "Sınırlayalım bunu" diye yıllardır bağıran Baykal’la birlikte "Karanlıkta iş çeviren siyasetçi!" etiketini taşımaya devam ediyor.
Eminim bundan kendisi de oldukça rahatsızdır.
O zaman yargı reformu diye yola çıkmışken, artık şu dokunulmazlıklara, muhalefetle el ele dokunma cesareti de gösterilebilmeli.
Yazının Devamını Oku 28 Mayıs 2009
AB sürecini hızlandırmak amacıyla, Abdullah Gül’ün Dışişleri Bakanlığı döneminde oluşturulan Reform İzleme Grubu’nun (RİG) çalışmalarına, Egemen Bağış’ın başmüzakereci olmasından sonra hız verildi. Özellikle uygulamada görülen sorunları gidermek üzere kurulan RİG’in geçen haftaki toplantısında, en geç iki ayda bir buluşma kararı alındı.
Uygulamaların yerinden denetlenmesi amacıyla RİG toplantılarının, Ankara dışına taşınması kararı da en az bu kadar önemli bulunmalı.
Görünen o ki ilk ev sahipliği, Adalet Bakanı Sadullah Ergin’e düşecek.
Dört dinin önemli merkezlerinden biri olarak Hatay doğru bir seçim.
GÜL’ÜN YERİNE ERDOĞAN AĞIRLIĞI
RİG, geçmişte AB sürecinde önemli roller üstlendi; ama bu rol Abdullah Gül’ün gücünden de kaynaklanıyordu.
Daha toplantı sürerken Gül, yanındaki bakanlardan birine, "Hadi Sayın Bakan, arayın şu emniyet müdürünü, şu işkence iddiasıyla ilgili soruşturma açtırın", diğerine, "Sayın Bakan, şu azınlık vakfının şu sorunu için ilgili birimle konuşun" talimatı verebiliyor ve bu talimat anında yerine getiriliyordu.
Babacan’ın bu ağırlığı hiç olmadığı için RİG de atıl kaldı.
Şimdi yeniden hareketlendirilen RİG çalışmalarına yeni dönemde Başbakan Tayyip Erdoğan’ın daha fazla destek olacağı anlaşılıyor.
Örneğin, aylardır AB çevrelerinde yakından izlenen Mardin’de, Süryani vatandaşlarımıza hizmet veren Mor Gabriel Manastırı ile ilgili sorun.
Manastırın, bahçe gibi kullandığı ormanlık alanın elinden alınmasıyla ilgili tartışmada, Erdoğan sorunun çözümü yönünde irade bildirdi.
İlk sonuç da, birkaç gün önce mahkemeden kilise lehine bir karar çıkması oldu.
RİG de böylesi sorunları çözmek için var.
Tam da Başbakan Erdoğan, Mardin’deki bir sorunla ilgili böylesi bir irade kullanmış, farklı dinlerin bir arada yaşadığı bu ilin adı AB çevrelerinde de şaşkınlık yaratan bir katliamla anılmaya başlamışken, RİG’in Ankara dışında toplanacağı ikinci il neden burası olmasın?
DAHA ÇOK PROPAGANDA
Egemen Bağış’la hafta sonu yaptığım görüşmeden de anladığım kadarıyla hükümet, AB sürecini hızlandırmak için sadece RİG kozunu kullanmayacak.
İçeride, muhalefetle AB özelinde temas artırılacak.
Brüksel’e, muhalefetin işe daha çok dahil edildiği anlatılacak.
Ağırlık da son aylardaki icraat ve gelişmelere verilecek.
Bunların bazılarını şöyle sıralayabiliriz:
TRT Şeş’in yayın hayatına başlaması, KYOTO sözleşmesinin onaylanması, TBMM’de 12 yıldır tartışılan Kadın Erkek Fırsat Eşitliği Komisyonu’nun kurulması, Názım Hikmet’e vatandaşlık hakkının iadesi, Güneydoğu Anadolu Eylem Planı’na 500 milyon dolar aktarılması, Kürtçe ve Ermenice radyo yayınlarının start alması, 1 Mayıs’ın resmi tatil ilan edilmesi, içki vergilerindeki düzenlemeler, Ayasofya içindeki çelik konstrüksiyonun 17 yıl sonra kaldırılmış olması.
Bunlar sonuç yaratır mı göreceğiz; ama toplumun çoğunda AB umudu giderek sönerken, Bağış’ın samimi olarak tersine bir hava soluduğunu söylemeliyim.
Yazının Devamını Oku 25 Mayıs 2009
BAŞBAKAN Tayyip Erdoğan, 338 üyeli AKP grubunun TBMM Genel Kurulu’nda sık sık karar yeter sayısına (139) ulaşamamasına çok sinirleniyor. Özellikle mayınlı arazilerin temizlenmesi ile ilgili tasarının bir türlü bitirilememesi üzerine, son grup toplantısını AKP Genel Merkezi’nde yaptı.
Başbakan ne kadar haklı olsa da milletvekillerine, "Meclis’e gidin" derken Meclis grubunu genel merkezde toplatması şaka gibiydi.
Yoklamayı da bizzat kendisi gerçekleştirip şunları dedi:
"Birlik ve beraberlik içinde olmalıyız. Grubun kararlarına uymalıyız. Toplantı yeter sayısına ulaşamamak bize yakışmıyor. Bakın gerekirse artık toplantı yeter sayısını muhalefet değil, biz isteyeceğiz."
Erdoğan, şu sözleriyle bakanları da es geçmedi:
"Kanunun asıl sahibi bakan (Milli Savunma Bakanı) da gelmiyor. Gelip orada kanunu kendisi savunmalı. Sorulara tatmin edici cevaplar vermeli."
MESLEKLİ BİR GRUP
Başbakan’ın sözleri o gün dahi sonucu değiştirmedi, diyebiliriz.
Evet, AKP grubu daha birinci yılında ciddi bir yorgunluk içine girmiş görünüyor, milletvekilleri Meclis çalışmalarına katılmıyor.
Bu grubun iç dünyasıyla ilgili art arda dört yazı yazdım; bence Başbakan işe grubun psikolojisini çözerek başlamalı.
O yazılarda gruptaki direnişin bütün işaretleri var.
İşte, Mehmet Emin Ekmen’in (Batman), "Devamsızlık çok fazla; bunun nedeni sivil itaatsizlik yansımasıdır. Milletvekilleri, yararlanılmıyor diye Genel Kurul’a gelmiyor. Milletvekilinin, bakan, genel merkez ve bürokrasiyle ilişkisi iyi değil. Keşke genel müdür olsaydık. Milletvekilinin değil, şube müdürünün dediği oluyor" şeklindeki sözleri.
AKP grubunun yarısı yeni; geçen döneme oranla siyasi olarak daha merkezdeler ve mesleklerinde kendilerini oldukça kanıtlamış isimler.
Başbakan merkeze açılım için bunu yaptı ve doğruydu da.
Ancak isimlerle yapılan bu açılımın anlayışla da tamamlanması gerekirdi.
Bunun için de "biat" anlayışını bırakıp vekillere, zaman zaman farklı sesler yükseltseler de kendilerini daha fazla ifade etme, yasama görevinde mesleki deneyimlerinden etkin yararlanma yollarını açmak gerekiyor.
Başbakan’ı çok seven Nursuna Memecan dahi, "Kendimi lüzumsuz hissediyorum. Buraya bir şey üretmek için geldim; ama oraya girince boğuluyorum. Çünkü yararlanıldığımı göremiyorum" diye isyan ediyorsa, "Millet sizi Meclis’e çalışmaya gönderdi; göreviniz el kaldırıp indirmek" anlayışını aşmalı.
BÜROKRASİ DAHA MUTEBER
Başbakan, bir yandan ’bürokratik oligarşiden’ yakınıyor, diğer yandan milletvekillerine, "Sakın ha bürokratları aramayın" diye çıkışıyor.
Haksız da sayılmaz, kişisel konularda bürokrasiyi kilitleyen çok milletvekili gördük; ama iliyle ilgili sorunlarda vekile anlayış göstermeli.
Milli Görüş kökenli, yılların milletvekili Kemalettin Göktaş (Trabzon), "Bu dönemde bürokrasi siyasete iyice hákim olmuştur. Bakanlıkları bürokratlar yönetiyor" noktasına gelmişse gerisini siz düşünün.
Dahasını söyleyeyim, Başbakan’ın illeriyle ilgili siyasi konularda dahi kendilerinden çok valilere güvenmesine içerleyen çok milletvekili var.
Kısacası Başbakan, gruptaki "sivil itaatsizliği" aşmak istiyorsa, onları muhatap almalı; konuşmalarını bastırmak yerine özendirmeli.
Yazının Devamını Oku 21 Mayıs 2009
SON bir haftada yaşanan üç gelişme, Ergenekon operasyonuna yeni bir bakışı zorunlu hale getiriyor, buna en çok da AKP’nin ihtiyacı var gibi. DP kongresinden Hüsamettin Cindoruk’un çıkmasını, Ankara’daki yüz binlik Cumhuriyet mitingini ve Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği Başkanı Türkan Saylan’ın müthiş katılımlı cenaze törenini kastediyorum.
AKP, üç olayda da kendisi için sürpriz sonuçlarla karşılaşmış olmalı.
Bu sonuçların ortaya çıkış gerekçesine bakılmadan yola devam edilirse, önümüzdeki seçimlerin nasıl sonuçlanacağını kestirmek kolay olacaktır.
Çünkü, 29 Mart bunun ilk işaretlerini verdi zaten.
ÖLDÜRÜCÜ SALDIRGANLIK
AKP iktidarı döneminde yeni bir siyasi mücadele yöntemiyle tanıştık.
Kim ki AKP’ye muhalif göründü, öyle bir topyekûn saldırıyla karşı karşıya kaldı ki, başlangıçta susan taş yürekler dahi sonunda tehlikeyi gördü.
Başbakan, AKP ve hükümet kadroları bürokrasiyle koordineli olarak devreye girerken saldırının daha sertleri AKP’yi destekleyen medyadan geldi.
İlk yıllar bu saldırıların ağırlığı hissedilmedi; ancak Ergenekon’dan sonra her şey değişmeye başladı; çünkü muhalif bilinen herkes ya operasyonun içine alındı ya da "Ergenekoncu", "Darbeci" diye damgalanır oldu.
Hüsamettin Cindoruk’a yapılan da buydu ve sonuç ortada.
DP kongresi öncesinde NTV’de anlattım; Süleyman Soylu’nun kazanabileceği bir kongre söz konusuydu; ama hükümeti destekleyen medya Cindoruk’a yönelik saldırılarını öyle bir boyuta yükseltti ki, hem "Mağdur Cindoruk" yaratıldı hem de sanki DP, AKP-B olmuş, Soylu da AKP’nin Truva atı...
NTV’de delegenin buna bir yanıtı olacağını söyledim.
Aynı çevreler Cumhuriyet mitingine de benzer saldırılar yöneltti; tamamen demokratik bir hakkı kullanmaya kalkışan herkese "Darbeci, Ergenekoncu olacaksınız" diye korku salınmak istendi, TV kanalları ve gazeteler bu mitinge gidenlerin fişleneceğini ima eden haberlerle dolduruldu.
O CESUR ADAMI ANLAMAK
Sonuç yine ortada ve eminim bu yayınlara, en çok da mitingi düzenleyenler sevindi; çünkü yüksek katılım için bundan daha iyi bir katkı olamazdı.
Bakıyorum mitinge katılan on binleri ve "Çekin fotoğrafımı ben de Atatürkçüyüm" dövizini taşıma cesareti gösteren adamı anlamak yerine, hálá bu insanlara saldırılıyor, onların meydanlara çıkması yüzünden kitlesel katliamların yaşanabileceği yazılıp çiziliyor.
AKP veya hükümetin hiçbir yetkilisi de çıkıp, "Kavgasız, gürültüsüz bir demokratik hak kullanıldı" demiyor; kendilerinden daha hızlı AKP’li aklı evvel bu saldırganlara, "Bizim adımıza konuşmayın" restini dahi çekemiyor.
Bir örnek kadına, saygın bir insana, hasta yatağındaki Türkan Saylan’a yapılan muameleye alkış tutan, destek verenler de aynı çevrelerdi.
Sonuç bir kez daha çarpıcıydı, Türkan Hoca’yı on binler uğurladı.
AKP, bu tür öldürücü saldırıların toplum vicdanında artık ters teptiğini, yedi yıldır aralıksız sürdürülen, "Darbe gelir ha" öcü gösteriminin sonuna gelindiğini görmüyorsa kendi bileceği iş.
Ama iktidara düşen, meydanlara inen yüz binlerin korkusunu anlamaktır.
Bunu yapmak yerine öldürücü saldırganlığı sürdürmek, sadece darbe hayalcilerinin, çetelerin, Danıştay saldırganlarının işine yarayacaktır.
Ülke için asıl tehlike ise burada.
Yazının Devamını Oku 18 Mayıs 2009
AKP grubunun perde arkası konuşmalarına yönelik yazılarım "Keşke olmasa" dileğime rağmen parti yönetiminde epey rahatsızlık yarattı. Oysa son derece insani, doğal, empati sağlayacak, önemli siyasi tespitler içeren milletvekili görüşlerinin kamuoyunca bilinmesinin yararına inandım.
AKP içinden bana yansıyanlara baktığımda, Başbakan Tayyip Erdoğan, yine hoşgörülü davranmadı; tek parti dönemlerinin esintisi gibi görülmesi gereken, "Kapalı toplantı nasıl sızar, nasıl yazılır" anlayışını öne çıkardı.
Ne diyelim; umarım Başbakan, gazeteciliğin en tatlı yanı olan perde arkası habercilik konusundaki bu hoşgörüsüz tutumundan eninde sonunda vazgeçer.
Ancak Erdoğan ve AKP yönetimini daha fazla üzmemek için bir iki ilginç noktaya daha değinerek bu yazılarıma bugün son vereceğim.
O BAKANA GÜVENOYU VERMEZDİK AMA
AKP toplantılarında eski Enerji Bakanı Hilmi Güler’e yönelik tepkilerin şiddetinin hayret verici boyutta olduğunu söylemeliyim.
Mehmet Ceylan (Karabük), "Enerji fiyatındaki artışla piyasa olumsuz etkilendi" derken, Cemal Kaya (Ağrı), Başbakan Erdoğan’ın seçim meydanlarında en büyük kozu olan Baykal’ın bakanlık dönemine iade-i itibardan kaçınmadı:
"Enerji politikası Deniz Baykal dönemi de dahil, Cumhuriyet tarihinin en kötü politikasıdır. Elektrik ve doğalgaza bir yılda yüzde 86 zam yapıldı."
İsmail Bilen (Manisa) de kervana, "Doğalgaz zammı sanayiciyi vurdu. Bununla kendi kendimize gol atıp sonra da geri alıyoruz" diye katılırken, Yahya Doğan’ın (Gümüşhane) şu sözlerine ne denir?
"Seçime 3 ay kalmış doğalgaz zammı. Bunlar hükümetimizin yıpranmasına sebep oluyor. Arkadaşlarımız inandırıcılığını yitirmiştir. Sürekli sağdan, soldan gol, yumruk yiyen biziz. Yapılmaması gereken hatalar yapıldı. Parti disiplinli olmasaydı, Enerji Bakanı’nın güvenoylamasında olumsuz oy verirdik. Bakan inandırıcılığını yitirmiştir."
Ali Rıza Alaboyun’un (Aksaray), "Enerji Bakanlığı’nın güvenilirliği yok" ve Afif Demirkıran’ın (Siirt), "Doğalgaz zammı yapılmamalı dedik, yapıldı. Yapmadan geçiştirebilirdik" sözleri ise hafif bile kalmış sayılır.
BAŞÖRTÜSÜNDE ACELE EDİLDİ
Milletvekilleri ekonomik kriz konusunda ise çözümlerini anlatırken, yeterli tedbir alınmamasından, bakanlar arasındaki koordinasyonsuzluktan da yakındılar, "Kriz asıl etkisini tam seçim öncesinde gösterecek" dediler.
Kerim Özkul’un (Konya), "YÖK’ün değiştirilmesi yaygın kanıyken türban gibi sorunlar araya girince asıl konudan uzaklaşıldı. Başörtüsü konusunda acele hareket ettik. Halbuki bu konuyu yasal düzenleme yerine uygulama ile çözebilirdik" sözleriyle Mehmet Daniş’in (Çanakkale) şu tespitini de aktarmalı:
"Mahalle baskısı abartılıyor; ancak sahil kentlerinde vatandaşın içkimize karışılacak endişesini izole edecek bir politika oluşturulmalı. Özellikle sahillerde insanlar bundan etkilenecektir. Seçim öncesi böyle bir şey yapılmalı. Başbakan, bakanlar, milletvekilleri ve il başkanları olumlu görüntü vermeli. Savunma yerine olumlu çıkış yapmalı."
Son bir nokta; milletvekilleri özellikle il ve belediye meclis üyelerinin kendi adlarına ihale takibinden de oldukça rahatsızlık duyuyor.
Yazının Devamını Oku 16 Mayıs 2009
AKP grubunun perde arkası konuşmalarında bugün konu, milletvekillerinin parti yönetimi, bakanlar ve bürokratlarla ilişkileri ve tablo şu: Sami Güçlü (Konya): Bu toplantılar işe yaramazlık duygularını engelledi.
Ayşe Türkmenoğlu (Konya): İlk defa kendimizi ifade etme imkánı buluyoruz.
Metin Yılmaz (Bolu): Kuruluştaki ağır başlı isimler bakan yapılınca genel merkez hafif kaldı. Genel merkez söylemlerde birliktelik sağlamada yetersiz kaldı. Diyalog artarsa Meclis’e katılım da yükselir.
Yılmaz Helvacıoğlu (Siirt): Bakanlar bazen selam bile vermiyor.
İbrahim Hasgür (İzmir): Bakanlar sorunlarımıza duyarsız. Milletvekillerine, ’Aman konuşmayın’ deniyor. Cevap vermesi gereken de vermiyor. Meclis’e geldiğimiz ilk günkü heyecanımız kalmadı. Üzerimizde bir baskı hissediyoruz.
KENDİMİ LÜZUMSUZ HİSSEDİYORUM
İhsan Arslan (Diyarbakır): Hizipler oluşmasın diye, kimse konuşmasın diye diye partimizi savunamaz hale geldik. Başkanımızın ne demek istediğini gazetelerden öğrenmeye çalışıyoruz. Heyecanımızı yitirdik.
Nursune Memecan (İstanbul): Burada kendimi lüzumsuz hissediyorum. Buraya niye geldim, diye soruyorum. Bir şey üretmek için geldim; ama oraya girince boğuluyorum. Çünkü yararlanıldığımı göremiyorum.
Mehmet Çiçek (Yozgat): Kanunlar yapılırken milletvekili her adımda olmalı, bu haz genel kurula devamı da artırır. ’Kabul eden, etmeyen’den çıkmalıyız.
Mehmet Emin Ekmen (Batman): Devamsızlık çok fazla; bunun nedeni iletişimsizlik, sivil itaatsizlik yansımasıdır. Milletvekilleri yararlanılmıyor diye Genel Kurul’a gelmiyor. Hiçbir milletvekilinin, bakan, Genel Merkez ve bürokrasi ile ilişkisi iyi değil. Keşke biraz daha okuyup genel müdür olsaydık. Milletvekilinin değil, bürokratın, şube müdürünün dediği oluyor.
Mehmet Tekelioğlu (İzmir): Anket sonuçlarından bizim bile haberimiz yok.
BÜROKRASİ SİYASETE HÁKİM OLDU
Metin Yılmaz (Bolu): Bürokrat çok şımarık ve haddini bilmiyor, milletvekilinin telefonlarına çıkmıyorlar. Bakan da milletvekiline sahip çıkmıyor.
Yahya Doğan (Gümüşhane): Bakanlardan randevu alamıyoruz. İhale sorgulamaya değil, yanlışlıkları dile getirmek için gidiyoruz. Bakanlarımızın tavrında bıçak kemiğe dayanmıştır. Meclis’te el kaldır-indirden başka şey yok.
Afif Demirkıran (Siirt): Bir valiye bir milletvekilinden daha çok kıymet verilip, olay milletvekili yerine bürokrata sorulursa siyasi rant kaybederiz.
Fazlı Erdoğan (Zonguldak): Kendi partimizde bel altı vuruyoruz.
İsmail Katmerci (İzmir): Yargıda oluşan olayları, kararları içimize sindiremiyoruz. Yüksek Yargı’yı içimize sindiremiyoruz, psikolojimizi bozuyor.
Abdurrahman Dodurgalı (Sinop): Parti politikası nasıl belirleniyor belli değil. Konuşmak istiyoruz, bunlar neye göre belirleniyor, kim dağıtıyor?
Kemalettin Göktaş (Trabzon): Bu dönemde bürokrasi siyasete iyice hákim olmuştur. Bakanlıkları bürokratlar yönetiyor.
Mehmet Sait Dilek (Isparta): Kapatma davası açıldıktan sonra 50’şer kişilik toplantılarda söylediğimiz konular aynen duruyor.
Yazının Devamını Oku