2 Ağustos 2010
CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, cuma günü, Kurultay sonrası CHP’de tartışma konusu olan Gürsel Tekin’le ilgili çok net bir açıklama yaptı: “Tekin 3 Ağustos’ta yapılacak Parti Meclis’inde (PM) Merkez Yürütme Kurulu (MYK) üyesi olacak, ertesi gün de Genel Başkan Yardımcısı.”
Kılıçdaroğlu, bu açıklamayı neden yaptı sorusu hemen akla geldi.
İlk yanıt, “Genel Sekreteri Önder Sav ve arkadaşlarına Tekin’in yolunu kesmeyin” demek istedi olacaksa, ikincisi, seçimi gerçekleştirecek PM üyelerine, “Tekin’le yakın çalışmak istiyorum; bana yardımcı olun, yanımda durun, seçiminizi ona göre yapın” mesajı iletme isteği olabilir.
Peki yarınki PM toplantısında bu mesajlar nasıl alınır, ne olur?
Sav’ın sözlerine dikkat
Yanıt alabilmek için ‘iki dudağının arasına’ en çok bakılması gereken isim olan Önder Sav’a bu soruyu yönelttim; sözlerine dikkat, derim.
İlk cümlesi, “Her zaman, böylesi seçimlerde bir risk vardır”; ikinci cümlesi, “Ben Sayın Genel Başkanı üzecek hiç bir davranış içinde bulunmam” oldu.
Hemen söyleyeyim, Tekin’in seçilmemesi halinde, o andan itibaren, bu sonucun Sav’ın iradesini yansıttığı ileri sürülecek.
Yine de Sav’ın şu üçüncü cümlesi çok şeyi gösterir gibiydi:
“Oylamayla ilgili Genel Başkan’ın sözleri üzerine de bir şey diyemem; ancak bazı PM üyeleri Gürsel Tekin’e karşı çok tavırlı.”
Tekin’e MYK üyeliğinin 2 ay önce önerildiğini, açıklandığını anımsatan Sav, “Bu öneri yapıldığından itibaren Tekin daha dikkatli davransaydı işi daha kolay olurdu. PM oylarına bizim ambargo koymamız mümkün değil” dedi.
Bu sözlere yeni bir ilave yapmaya gerek var mı bilmiyorum; ama CHP kulislerine bakacak olursak, Önder Sav olmasa da arkadaşları yarınki PM seçiminde Tekin’e karşı bir aday çıkarabilirler.
Bu isim örneğin, İstanbul Milletvekili Çetin Soysal olabilir.
İşte o an, “Kılıçdaroğlu ile Sav ilk kez karşı karşıya geldi” denilecek.
Hangi aday kazanırsa o ismin yanına ya Kılıçdaroğlu yazılacak ya da Sav.
Kılıçdaroğlu’na darbe
Seçildiği günden beri mesaisinin çoğunu Ankara dışında, halkın karşısında geçiren Kılıçdaroğlu, aslında ilk kez parti yönetimi konusunda tavır koyuyor, ön almaya çalışıyor da denebilir.
“Bu tavrı Tekin’i, hafta sonu yaptığı gezisine çağırarak pekiştirdi” demek de mümkün; ancak ilginçtir o geziye katılanlardan biri de Çetin Soysal’dı.
O gezi Soysal’ın tavrını değiştirir mi göreceğiz, ama yaptığı bu açıklamadan sonra Tekin seçilemezse özellikle hükümeti destekleyen çevrelerin, “Kılıçdaroğlu darbe yedi” diyeceğinden adım gibi eminim.
Baksanıza, Başbakan Tayyip Erdoğan’ın tavrı bunu göstermiyor mu?
Hakkında internete düşen kasetten sonra, Deniz Baykal için meydanlarda “Böyle birini partimde bir gün dahi tutmam” dediğini unutmuş görünüyor. Baykal’ın yerine aday olduğu için Kılıçdaroğlu’nu eski genel başkanına ihanet etmekle suçlamasını başka hangi mantıkla okuyacağız?
“Kılıçdaroğlu darbe yedi” görüntüsü iktidar çevrelerine, “İşte bu CHP en çok iç kavgayı bilir, yine aynı şeyi yapıyorlar” söylemine de neden olabilir.
Bütün bunları en iyi gören ve Kılıçdaroğlu’na zarar vermeyeceğini söyleyen de Önder Sav olduğuna göre, bakalım yarın ne olacak?
Yazının Devamını Oku 29 Temmuz 2010
BİZİM kuşak için Nevzat Çelik, 12 Eylül’e karşı duygularımızı en iyi anlatan şairdi; onun hangi sol fraksiyondan olduğu kimsenin umurunda değildi. Önce “Şafak Türküsü”ne sarıldık, sonra “Müebbet Türküsü” geldi.
Ahmet Kaya da o güzel türküleriyle şiirlerin hakkını veriyordu.
Çelik, 7 yıl kaldığı cezaevinden çektiği sıkıntı ve acılarla 1987’de çıktı.
Özgürlüğe kavuştuğu o günlerde birkaç kez karşılaştık, sohbet ettik.
Ahmet Kaya’ya olan duygularımı etkileyen, aktaracağım konuşmayı da Mithatpaşa Caddesi’nde bulunan bir kitapçıda karşılaşınca yaptık.
Başbakan Tayyip Erdoğan’ı, 12 Eylül’de idam edilen gençlerle ilgili grup konuşmasında dinlerken, “Beni buralarda arama anne” dizesini okuduğunda da Çelik ile yaptığım bu konuşma yine beynimde dönüp durdu.
BAŞBAKAN’A DAVA
Ahmet Kaya’nın kasetleri yüz binlerce satılıyordu, o sohbette utana sıkıla Çelik’e telif hakkı ödenip ödenmediğini sordum.
O da sıkıla sıkıla “Hayır” yanıtı verince üstelemedim.
Telif, doğrudan Kaya’nın konusu olmasa da, “Acaba cezaevindeki bir şairin hakkını koruyacak bir şey yapamaz mıydı?” diye düşünmeden edemedim.
“Bugüne dek bir şey değişti mi?” diye yıllar sonra Çelik’e ulaştım.
Başbakan Erdoğan’ın, 12 Eylül’le hesaplaşılacağını söylerken, “Şafak Türküsü”nden mısralar okumasına Çelik’in nasıl baktığından başladık.
“Dönemin acılarını, umudunu, direncini anlatan ve simge haline gelmiş bir şiirin Başbakan tarafından okunması, bağlamından koparılarak bakılırsa, hoş gelebilir” dedikten sonra, şöyle devam etti:
“İdam istemiyle yargılanan bir şairin idam olgusunu anlattığı şiiri Başbakan tarafından okunuyor... Güzel de Başbakan, referanduma ‘evet’ istediği bir konuşmada okuyor şiiri! Yani; şiir siyasi bir amaca yönelik araçsallaştırılıyor. Nezaketen de olsa şairinden izin alınması gerekmez mi?”
Sorunun burada bitmediğini, şiirin bestelenmiş haliyle AKP’nin propaganda kampanyasında kullanılacağının yazıldığını, bunun yalanlanmadığını kaydeden Çelik,
“Oysa yok böyle bir şey; kimseye de anlatamadım” dedi.
Çelik, mağdur edildiği için Başbakan ve haberi veren medya kuruluşları hakkında dava açacağını sözlerine ekledi.
400-500 TL TELİF
Telif konusuna gelince, “Hesaplaşmak gibi bir amacım yok, telif konusu aslında müzik evinin sorunu” vurgusunu yapan Çelik’e, “Ben de öyle bir niyet peşinde değilim; ama ne oldu?” diye sordum, işte yanıtı:
“Şafak Türküsü’nden doğru dürüst telif almadığım gibi (12 Eylül’den sonra korsanı ilk ve en çok yapılan kitaptır) milyonlarca satan albümünden de bugünün parasıyla 400-500 TL gibi bir paranın dışında telif almadım. Şimdi de şiiri AKP’ye büyük paralarla sattığım imajı oluşmuş durumda. Avukatım bugün, yarın hukuksal süreci başlatacak.”
Çelik’in oyunun rengini soranların merakını da gidereyim.
Geçici 15. madde dışında pakette, 12 Eylül’le hesaplaşmaya dair hiçbir şey olmadığını anlatan Çelik, “Paket, gerçek anlamda özgürlükçü, demokratik anayasa değişikliği isteğini yıllarca öteleyecek” inancında.
“Evet veya hayır mengenesine girmeyeceğim” diyen Çelik, sandığa gitmiyor.
NOT: İnegöl, Dörtyol... İlk söz Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’e düşmüyor mu?
Yazının Devamını Oku 26 Temmuz 2010
MHP Lideri Devlet Bahçeli’nin, cumartesi günü Düzce ve Sakarya’da bazı ilçe ve beldelere yaptığı geziyi izledim, verilen molalarda sohbet olanağı buldum. Bahçeli, hem miting meydanlarında hem de bu sohbetlerde en çok kutuplaşma üzerinde durdu; “Ekonomi bozulur, bir hükümet gider diğeri gelir düzeltilir; ama ayrışmayı bir-iki hükümetle bitirmek mümkün değil” dedi.
Başbakan Tayyip Erdoğan’ın 8 yıldır her alanda bölünmeyi, ayrışmayı teşvik ettiğini anlatan Bahçeli, 12 Eylül ve idamlar üzerinde başlatılan tartışmayı da bu anlayışın yeni halkası olarak ifade etti.
Bahçeli’nin, bu yeni korkusunu bana nasıl ifade ettiğini yazmak istiyorum.
ATTI NİFAKI KENARA ÇEKİLDİ
“Bakın Şükrü Bey, 1968’den başlatırsak, 40 yıllık geçmişi olan bir konu bu. Çok acılar çekildi; ama son 30 yılda iki taraf da özeleştirisini yaptı, anarşi bitti; insanlar birbiri ile konuşmaya başladı, iş ortaklıkları kurdu, evlilikler gerçekleşti. 30 yıllık bir sosyal barış, diyelim buna. Çıktı Başbakan grupta öyle bir konuşma yaptı ki sonunda bu barışı da kaşıdı. Açtım televizyonu bizim Yaşar Okuyan ile 78’liler Vakfı’ndan Celalettin Can karşı karşıya. Önce güzel güzel de konuştular, sonra bir tartışma başladı ki sormayın; sen haklıydın, ben haklıydım... Şimdi soruyorum bu kaşımanın ülkeye faydası ne? Okuyan ile Can ortada; ya Recep Tayyip Erdoğan nerede? Söyleyeyim; attı nifakı çekildi, kenarda seyrediyor. Başbakan, bu ayrıştırma politikalarından derhal vazgeçmeli. Diğer arkadaşlara da ‘bu oyuna gelmeyin’ diye sesleniyorum.”
Bu sohbetlerimde Bahçeli’yi en çok Başbakan Erdoğan’ı Yüce Divan’a gönderme konusunda kararlı gördüm; bana kaç kez, “Kararlıyız; Allah fırsat verirse bunu kesin yapacağız” dediğini anımsamıyorum dahi.
Hiç öyle sıradan bir seçim meydanı söylemi gibi es geçmemeli; ısrarının nedeni de Başbakan’ı ayrıştırıcı politikaların sahibi olarak görmesi.
AKP İLE CHP’Yİ YAKINLAŞTIRMA
Bahçeli, Başbakan Erdoğan ile eski Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt’ın Dolmabahçe buluşmasının arkasını bırakacak gibi de görünmüyor.
TSK üyelerini de kapsayan tüm operasyonlarda bu buluşmanın izlerini gördüğünü hissettiriyor, o nedenle konuşulanların açıklanmasında ısrarlı.
Yine anladığım, bu konuda bazı bilgilere de sahip; ama önce Erdoğan ile Büyükanıt’tan gelecek tepkileri görmek istiyor.
AKP çevrelerinden kendisine bilgi aktarıldığı yolunda izlenimler edinmedim değil; ama Bahçeli bu konuda hiçbir ayrıntıya girmiyor.
Sadece, yazılmamak kaydıyla birkaç kırıntıya ulaştığımı söyleyebilirim.
Bahçeli’ye, “Başbakan MHP’den ‘evet’ firesi bekliyor” diye anımsattım. “Boşuna bekliyor” diye başladı; “Sağolsun valileri de tabanımızın kenetlenmesini sağladı. Bir de ‘evetçi’ eski ülkücü üretme merkezi kurdular. Bizimle hiç ilgileri yok. Devam etsinler. MHP daha çok kenetleniyor.”
Bahçeli, CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun, TSK İç Hizmet Kanunu’nun 35’inci maddesini değiştirme önerisinden de rahatsız.
Başbakan Erdoğan’ın darbe ve 12 Eylül tartışması açtığı böylesi bir referandum sürecinde öneriyi, zamansız ve erken bulduğunu vurguladı.
“Bir AKP ile CHP’yi yakınlaştırma projesi oldu” diyen Bahçeli, önerinin Kılıçdaroğlu’ndan gelmesini de ilginç buluyor.
Yazının Devamını Oku 22 Temmuz 2010
ARTIK siyasetçi de olan CHP Parti Meclisi üyesi sosyolog Prof. Dr. Sencer Ayata, Kemal Kılıçdaroğlu’nun Eskişehir, Bilecik, Bursa, Yalova gezilerini izledi. Kendi arabasıyla yola çıktı, yanında eşi siyaseti bilimci Prof. Dr. Ayşe Ayata da vardı ve onun görevi başı örtülü kadınlarla daha iyi iletişim kurmaktı.
Ayata çifti, gözlemleri için üç gün varılacak yere Kılıçdaroğlu’ndan önce gidip sonra ayrıldılar; bir günlerini ise seçim otobüsünde geçirdiler.
İlgilenmek, öğrenmek isteyenler için işte Ayata’nın yorumsuz görüşleri:
“CHP’nin önceki mitinglerini bilmiyorum; ama Kemal Bey’in İstanbul mitinglerine göre hava daha farklı. Bir bilim adamı olarak gözlem yapmaya çalıştım,
kalabalığın arasına girdim, güneşin altında kalmayı tercih ettim. Tahminimin ötesinde kişisel ilgi var; CHP ayrı, kişisel ilgi ayrı.
ÜSLUP VE STİL YARATTI
* Kemal Bey, gelmeden öncesi çok ilginçti; halk kendisini büyük bir heyecan ve ilgiyle bekliyor. Bayrak sallayanlar kimler diye baktım, çoğu parti üyesi değil ve verilen bayrağı almayan yok gibi. Parti müziği -ki tutmuş görülüyor- duyulduğu an ilgi artışı olağanüstü hal alıyor. Sonrasında, ‘Beklediğinizi buldunuz mu?’ diye sordum, çoğu kişi ‘fazlasıyla’ dedi. ‘Ben oy vermeyeceğim; ama bu adam samimi, dürüst’ diyenler önemli sayıda.
* Kamuoyu dikkat etmiyor; ama yeni bir üslup ve stil yaratmak üzere. Daha iki ay olmadı, göreceksiniz bunu geliştirecek ve 2-3 ay sonra tamamen oturtacak. Ne Ecevit, ne Baykal, ne Erdoğan tarzı var; kimseden veya benden bir şey öğrenmiş değil, ki bu stil meselesini ilk fırsatta konuşacağım.
* Toplantı anlayışını da değiştirmiş durumda. Taşıma yok, ayağa gitme var. Benim tahminimden matematik sonuç çıkmaz; ama Gemlik ve Orhangazi’den bakarsanız anketlerdeki yüzde 33’ten daha fazlasını görürsünüz. Bunun daha da ileri gideceğini, ‘Durdu’ demenin doğru olmadığını söylüyorum.
* Halkın gündemi var ve Kılıçdaroğlu bunu doğrudan yakalamış durumda. Ben medyadan etkilenen biriyim; ‘CHP şunu yanlış yapıyor, doğru yapıyor’
dendiğinde etkileniyorum; ama halk Kılıçdaroğlu’nun gündemini istiyor; çünkü kendi gündemini buluyor, yeni görüyor, istediği mesajı alıyor.
YERELİ YAKALAMIŞ
* ‘Yeni bir zengin sınıf çıktı. Yoktan çıktılar. Siyaseti kendileri ve çevreleri için zenginleşmek için kullandılar. Sadece Türkiye düzeyinde değil, artık yerel düzeyde de bunu yapıyorlar, sizi de kuşattılar. O nedenle sizin sorunlarınızdan her geçen gün daha çok koptular’ diyor. Halk bu mesajı 5 yıl önce almazdı; ama artık alıyor, benimsiyor ve inanıyor.
* Bakın hâlâ yerel düzeyde cemaatlerin veya kamu kurumlarının yardımı ile bağını sürdürenler var ve bu bağın kesilmesi beklenemez; ancak halkın büyük bölümü o mekanizmanın dışına çıkmış durumda. Çuvalla yardımın çözüm olmadığını görmüş, daha da öteye gitmiş, bunu meşru da bulmuyor.
* Kılıçdaroğlu memnun olmayan kitleleri iyi yakalamış. Kürsüye çıkar çıkmaz onlara ayrı ayrı, ‘Memnun musun’ diye soruyor, ‘Hayır’ yanıtı alıyor. Bu kez ‘Peki kimler memnun’ diyor. Halk bunları bekliyor o da tek tek sayıyor. Sonra da can alıcı sonucu açıklıyor; ‘Bu Recep Bey’in düzenidir’ diyor ve başlıyor Recep Bey düzeninin yeni zenginlerinin durumunu, yaşantılarını anlatmaya.
Ankara’dan bakınca göremiyordum; ama sosyolog olarak artık derim ki Tayyip Erdoğan her geçen gün siyaset sahnesinden gidiyor. 2 ayda böyle oldu, 3 ay sonra sıfırlanabilir. Siyasete yeni aktör, ‘Recep Bey’ geliyor.”
Yazının Devamını Oku 19 Temmuz 2010
KÜLTÜR ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay’ın odasına girdiğimde kendimi, Faruk Demir başkanlığında, Arif Sağ’ın da aralarında olduğu MESAM Yönetim Kurulu ile sohbetin ortasında buldum. Müzik eserlerinin telif hakkını takipte Türkiye’de ciddi bir sorun var.
MESAM’ın yanı sıra Garo Mafyan başkanlığındaki MSG de telif hakkı takibi yapıyor, ancak bu sorunu içinden daha da çıkılmaz hale getiriyor.
Bakan Günay, bu iki kuruluşun bir araya gelmesini istedi, MSG yönetimi ile buluşup aynı görüşü onlara da söyleyeceğini belirtti.
Günay, çoğu kabulünü Ulus’taki tarihi bakanlık binasında gerçekleştiriyor, arkasına duvardaki Divriği Ulu Camii’nin kapısının görüntüsünü alıyor.
PARA VAR, PROJE YOK
Arif Sağ, bakışını o muhteşem kapıya yoğunlaştırınca sohbet oraya kaydı.
Kapının UNESCO ‘Nadir eserler’ listesinde olduğunu anımsatan Günay, “Korunması gerekiyor; ama bu konuda proje geliştirmede yeterli değiliz. UNESCO’ya yazdım, ‘ne destek verebilirsiniz’ diye sordum” dedi.
Sonra yine arkasında duran, Nemrut Dağı minyatürlerini gösterip, “Aynı sorun burada da var. Eserlerde yarıklar milim milim ilerlerken restorasyon işlemleri maalesef çok yavaş gidiyor” diye dert yandı.
Günay, “Paramız var, ama projemiz yok” derken de Türkiye’nin, bu alanda daha hızlı hareket edebilecek yetkinliğe ulaşması temennisinde bulundu.
MESAM yönetimi çıkınca ben daha çok siyaset konuşmayı yeğledim.
Örneğin Kemal Kılıçdaroğlu’nun genel başkan seçilmesinden sonra, CHP’ye yönelttiği sert eleştirileri kesmiş gibi görünüyordu.
Bunu anımsatınca, “Pek konuşmak istemedim; çünkü sonuç alacağını sanmıyorum. Birkaç şansı iyi kullanmadı, çıkışta yığınak hatası yaptı” dedi.
CHP Parti Meclisi listesinin eski isimlere teslim edilmesini hata olarak gören Günay, bunun değişim umudunu söndürdüğünü savundu.
KARİZMA DA YOK BELAGAT DA
Günay da, “Kılıçdaroğlu, işe, Anayasa değişikliğine ‘evet’ diyerek başlasaydı, gündemi altüst ederdi” tezine inananlar arasında.
“Bu CHP’nin, AKP’nin yedeği olması anlamına gelemez mi?” diye sordum.
Ecevit’in Demirel’e verilmiş bir muhtırayı, çoğu CHP milletvekilinin aksine, kendisine de verilmiş sayarak yola çıktığını söyleyen Günay şöyle devam etti:
“O karşı çıkıştan iki kez iktidar çıktı. Yoksa Baykal aynı şeyleri söylüyordu; üstelik karizma vardı, belagat vardı. Senden de güzel anlatıyordu. Eee sende bunlar yoksa halk niye gelsin? Bütün sorunun odağı bir adam mıydı? Bu adama haksızlık olur. Yanlış olan politikaydı. Daha özgürlükçü olmak yerine MHP çizgisinde bir siyaset AK Parti’ye zarar vermez. Böyle giderlerse tekrar iktidar oluruz. Koalisyon kışkırtarak oy alınamaz. Halk CHP-MHP koalisyonuna oy vermez. Bundan bir keramet çıkmaz yani.”
Kılıçdaroğlu sonrası CHP’de yaşanan kıpırdanmayı Deniz Baykal’a kızan ve küsenlerin hareketliliğine bağlayan Günay, “Onları da kazanamadılar. Aksine Baykal’ın yanında asker gibi duranları korudular” görüşünde.
Anlayacağımız, CHP’nin eski Genel Sekreteri, hâlâ bu partiye şans tanımıyor; aksine, “Ufuksuzlar, iktidar iddiaları yok” demeyi sürdürüyor; duyurulur.
Yazının Devamını Oku 15 Temmuz 2010
MİLLİ Eğitim Bakanı Nimet Çubukçu’nun kahvesini içmeye gittim.<br><br>Okullar kapalı olduğu için iş yükü az sanılabilir; ancak görüntü öyle değildi. “Bizim zorunlu mahkumlar dediğimiz personelimiz var. 45 gün evlerine gitmedikleri olur. Yakınları ölür, cenazelerine dahi katılamazlar. Hasta olurlar, ancak güvenlik görevlilerinin refakatinde hastaneye gidebilirler” diye söze başladığında ilk anda kimlerden söz ettiğini anlayamadım.
“Ne diyorsunuz” gibi yüzüne baktığım için gülerek devam etti:
“Son mahkumlar da geçen gün çıktı! Öğlen yemeğini onlarla yedim, ‘Aramıza yeniden hoş geldiniz’ dedim. Bunlar soru kitapçıklarını basan personelimiz. Soruları hazırlayanlar da dahil sayıları 400’ü aşıyor. Dünyanın her yanında bu işi yapanların durumu aynı. Güvenlik kaygısıyla çalışma alanları bodrum katlarında. Ancak artık koşulların daha iyi olduğu binalar inşa edilebiliyor. Biz de böyle yapacağız. Her yıl 11 milyon insanın sınavlarıyla ilgili çalışıyorlar. Sayı artarak devam edecek. Tamam, oralara kitlemeye devam edelim; ama koşulları daha çok iyileştirelim, diyoruz.”
30 SAATTEN 25 SAATE İNİYOR
Çubukçu, SBS sınavlarıyla ilgili kararına gelen yankılardan memnun.Önüne konan 3 yıllık sonuçlara baktığında yaptığının doğru olduğunu anlatırken, “Emin olun, uygulamayı başlatan Hüseyin Çelik de bu makamda oturuyor olsaydı, benim gibi davranırdı” iddiasında bulundu.
Bu tartışmanın geride kaldığını düşünen Çubukçu, yeni eğitim/öğretim yılında ilk ve orta öğretimde haftalık ders sayısının 30’dan 25’e düşürüleceğini, o 5 saatin hobi çalışmalarına ayrılacağını anlattı.
Dünyadaki gelişmeler de Türkiye’de bu uygulamaya geçişi zorlamış; çünkü 130 ülke arasında ders sayısı en fazla olan ülkelerden biriymişiz. Bunun yanı sıra şöyle bir neden de söz konusu:
“Okula gitmeyeceğim” duygusu nereden kaynaklanıyor diye yapılan araştırmadan, “Paylaşılacak bir şey yoksa öğrenme arzusu da olmuyor” sonucuna ulaşılınca harekete geçilmiş.
“Oynatırken öğretme” yaklaşımıyla 15-16 hobi alanı belirlenmiş.
Okullar, öğrencilerin ve yörenin özelliklerini dikkate alarak monologdan diyaloğa, tiyatrodan spora, okumadan enstrüman çalmaya kadar pek çok hobi arasından istediklerini belirleyebilecekler.
Öğrenci okulun önerdiği bu hobi alanlarından birini seçecek ve her gün bir saat, uzman öğretmenler önünde o hobiyle ilgili etkinlikte bulunacak.
REFERANDUMDAN UMUTLU
Masadaki dosyalar iş yükünün çokluğunu gösterse de Çubukçu’yu siyasetten uzak düşünmek tabii ki mümkün değil.
Referandum turlarına başladığını, olumlu işaretlere tanıklık ettiğini söyleyen Çubukçu, o alana girince ‘bakan’ yerine ‘hukukçu’ kimliğini öne çıkarıyor.
Diğer kabine üyeleri gibi Çubukçu da referandumu, sakin ve emin karşılıyor.
“Hem paketin içeriği konusunda avantajlıyız; hem de organizasyon kapasitesinde muhalefetten daha üstünüz” izlenimi bıraktı.
Bakanlara görev de, “Hangi ilde daha etkili olur” anlayışı ile görev verilmiş.
O nedenle ki hukukçu Çubukçu’nun görev bölgesi İstanbul ve Trakya olmuş.
Bu haftadan itibaren yoğunlaşacak çalışmalarından şimdiye kadar memnun.
Örneğin, ‘8 yıllık iktidar yorgunluğu var’ izlenimi veren tek tepki almamış.
Yazının Devamını Oku 12 Temmuz 2010
KEMAL Kılıçdaroğlu’nun CHP Genel Başkanı seçilmesi ardından, askerlerle bu partinin ilişkilerinde yeni döneme girildiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. 27 Nisan bildirisini yayınlayan emekli bir genelkurmay başkanına hükümet, milyon liralık makam otomobili aldığında konuyu gündeme getiren, eleştiren ilk isim Kılıçdaroğlu olmuş; ama parti yönetiminden sitem almıştı.
Şimdi o Kılıçdaroğlu, CHP’nin direksiyonunda ve söylemini sertleştiriyor. O bildiriyi yayınlayan genelkurmay başkanına dokunulmamış olmasını hükümetin aleyhine kullanmaya çalışıyor.
Belli ki referandum meydanlarında, hem “AKP’nin darbe karşıtlığı sahtedir. Gerçek olsaydı işte 27 Nisan’ın mimarı orada” hem de “12 Eylül’den, o darbenin ürünü AKP mi, mağduru CHP mi hesap sorar” diye seslenecek.
Aynı Kılıçdaroğlu, bir gün önce de Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ’a, “Açıklanmaması gereken bir konuda söz söyledi” gerekçesiyle sitemde bulunan Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’e destek çıkar konumdaydı.
RESMİ KANAL DIŞINDA YOL YOK
CHP’nin yeni dönemde askerle ilişkisini anlamak için yukarıdaki iki örnek yeterli; ama biraz daha açmaya çalıştığımızda şunlar da söylenebilir:
“CHP-asker ilişkisi tamamen resmi kanallardan gerçekleşecek. Ne kimse CHP adına askerle özel, gizli ilişki kurabilecek, ne de 27 Nisan benzeri girişimlere destek veren izlenim doğuracak söylemler söz konusu olabilecek.”
Ancak CHP, özellikle terörle mücadelenin yaşamsal bir süreçten geçtiği bu dönemde, askerin çok özenli bir korumaya ihtiyacı olduğu düşüncesinde. “Kılıçdaroğlu, Başbakan Tayyip Erdoğan ile buluşmasında bu konuya özel dikkat çekecek” diye öngörmek mümkün; çünkü CHP’de şu kanı güçlü:
“Askere yönelik eleştirilerde sınır aşıldı ve devlet kurumlarının da bunda rolü var. Sorumlu makamlarda oturanlar ise TSK’yı savunmaktan kaçınıyor. Bunlar terörle mücadelede askerin moralini olumsuz etkiliyor. Askere yönelik kuşku ve vehimler kurumlararası güveni zedeliyor; askerin, sivillere gerçek görüşlerini açıklaması zorlaşıyor. Eğer asker, ‘siviller bizi anlamıyor’ noktasına gelirse, gelmişse terörle mücadelede başarı zorlaşır.”
TAM BAŞARI SİVİL İRADEYE BAĞLI
CHP’deki bu kanıyı, kendilerine gelen şu bilgilerle de güçlendirebiliriz:
“Asker, sınır boyundaki her saldırıda kendilerinin suçlanmasına isyan ediyor. Çünkü aldıkları önlemlerle, sınırdan geçişlerin yüzde yüz engellendiğini zaten söylemiyorlar. Ama başarının en azından yüzde 60’ı aştığına inanıyorlar. Gerisi tamamen siyasi destek gerektiriyor. Çünkü asker, terör örgütünün özellikle beyin takımının nerede olduğunu öğreniyor, bu bilgileri sivil iradeyle paylaşıyor; ancak sınırın ötesinde yapılacaklar ise tamamen sivil iradeye bağlı. Karşıda (Irak veya Kuzey Irak diye okumalı) bir muhatap yok. Muhatabı bulmak, konuşmak sivil iradenin işi. Asker, sivil iradenin bu konudaki her adımını gerçekleştirmeye hazır.”
Buluşmada, “1989 raporumuzun arkasındayız” söylemi de dahil epey şey söylenecek, ben sadece askerle ilişkiler bölümü üzerinde tahminler yaptım. Ancak Kılıçdaroğlu’nun, Başbakan’a, “Aman sınırdaki şu yerleşim bölgelerine özel önem verelim” deme, şu mesajı iletme olasılığı da yüksek:
“Arkadaş, bilmediğimiz özel bir şey varsa paylaşmaktan çekinme. O bilgi aramızda kalır; ama bizim bu konuda alınacak kararlara desteğimiz artar.”
Yazının Devamını Oku 8 Temmuz 2010
SAADET Partisi’nin (SP) pazar günü yapılacak kongresi öncesi medyanın Ankara yöneticileriyle buluşan Numan Kurtulmuş, söze, yönetime geldiği 2008’den bu yana partisinde gerçekleştirdiği şu değişiklikleri sıralayarak başladı: “Üslup yenilendi, tutarlılık öne alındı, anlamsız boş sözler yerine içerikli görüşler açıklandı, fildişi kulelerde oturmak yerine meydanlara çıkıldı.”
Meydanları, Gazze, Türkistan, mayın ve Mavi Marmara mitingleri diye saydı. SP’nin sürekli ittifaklar içinde anıldığını; oysa ittifak veya koalisyon diye tek söz etmediklerini anlatan Kurtulmuş, kendinden emin, havaya girmiş. “Büyük ilgi gördüğümüz için anamuhalefet gibi hareket ediyoruz. Gelecek Türk siyasetinde SP’siz denklem kurulamaz” demesi de bunun işaretiydi.
“Önümüzdeki günlerde TBMM’den katılım olabilir” dediğini de ekleyelim.
DIŞ POLİTİKA SEÇİM MALZEMESİ
“Halk 8 yıldır kamplaşma, kavga ve bölünmeden rahatsız” sözleriyle iktidarı hedef alan Kurtulmuş, bir kez daha gösterdi ki önümüzdeki seçimlerde AKP’yi en çok dış politika ve Gazze üzerinden vurmaya çalışacak.
“AKP’nin en güvendiği alan dış politikaydı ama” dedi ve vurmaya başladı.
“Komşularla sıfır sorun” politikasında tek bir beklentinin dahi karşılanmadığını kendi örnekleriyle anlattı ama en çok İsrail üzerinde durdu.
Mavi Marmara operasyonunu hükümetin eksik okuduğunu, İsrail’in böylece bölgenin en güçlü ülkesi gördüğü Türkiye’ye “Haddini bil” mesajı verdiğini söyleyen Kurtulmuş, şöyle devam etti:
“Hükümet, söylemi güçlü, eylemi sıfır bir politika izledi. ‘Olmazsa olmaz’ dediği şartların hiçbiri yerine getirilmedi. İsrail’i yalnızlaştırmak yerine gizli görüşmeler yapıldı. Bu skandal ‘İsrail’de bir kaos önlensin’ diye yapıldı. Bırakın İsrail’de kaos olsun, size ne? Bu görüşme İsrail’in elini güçlendirdi. Ama hep böyle. ‘One minute’tan sonra sandık ki çok şey değişmiş. İsrail’in bize ticareti artarken, bizim onlara ticaretimiz azalmış!”
GÖMLEK DEĞİL FATİH’İN KAFTANI
“Siz de gömlek değiştirecek misiniz” sorusu üzerine, siyasetin gömlekler üzerinden tartışılmasını yanlış bulduğunu anlatan Kurtulmuş, daha sonra, “Yaşadığımız şartlarda bırakın gömleği, Sultan Fatih’in kaftanını giyip siyaset yapılsa daha iyi olur” diye bir benzetme yaptı.
“Cenge mi çıkılsın yani” diye laf atmam üzerine, “Kendi imkân ve fırsatlarımızı iyi kullanma anlamında söyledim” yanıtı verdi. Malum Anayasa Mahkemesi’nin referandum kararı öncesinde, ihsası reyde bulundukları iddiasıyla, mahkemenin bazı üyelerinin çekilmesi için hükümete yakın çevrelerde ve medyada güçlü bir kampanya sürdürülüyor.
“İhsası reyde bulunan üyeler çekilmeli mi” sorusu da geldi, doğal olarak.
Kurtulmuş’un “Bunun tartışılmasını doğru bulmuyorum. Yeni ve lüzumsuz bir tartışma” demesi çok ilgimi çekince şu soruyu yönelttim:
“Tabanınız olabilecek geniş bir kesim, bu amaçla çok büyük bir çalışma içindeyken ‘lüzumsuz’ sözcüğü kullandınız. Farklı bir bakış mı?”
“Çekilmenin tek yolu istifa. Bu da mümkün değil, o nedenle” dedi, ama toplantı bitince bazı gazetecilerin tekrar sorması üzerine, “Ben de istifa etmeli diyorum” şeklinde bir açıklamaya daha gerek gördü; ilginçti tabii.
Baskı, Kurtulmuş üzerinde anında etki gösterdi de mahkeme ne yapar acaba?
Yazının Devamını Oku