Şükrü Küçükşahin

Cemil Çiçek

15 Ağustos 2011
TBMM Başkanı Cemil Çiçek, 12 Eylül sonrası siyasette etkin kalan, hep devletin önemli makamlarında görev yaptı denebilecek tek isim. Bu etkin siyasi yaşamı boyunca her sözünü dikkatli seçen, uçlara savrulmayan, kendisi veya ailesinin tüm fertleri bakımından şaibe konusu olacak tek ekonomik/magazin haberine konu edilmemiş bir isim de.
İster sevelim, ister sevmeyelim, ancak değişik partilerde yer alsa da kendi çizgisini korumayı başaran bir siyasetçi olarak öne çıktı.  
O nedenle, bulunduğu her partide (ANAP, RP-FP, AKP) bazı kanatlar ve gruplar tarafından sürekli eleştirildi, hedef yapıldı.
Milliyetçi muhafazakâr çizgisine karşın, ‘devlet’ söz konusu olduğunda ‘korumaya geçmekten’ çekinmemesi onu partilerinde aykırı hale getirdi.
SON BİR - İKİ YILDIR DUYAMADIĞIMIZ SÖZLERİ
On yaşını kutlayan AKP’de de aynı çizgiyi ve etkinliği gösteren Çiçek, bugün de her partinin çekincesiz oy verebileceği, uzlaşmacı görülen, ‘arabulucu gerekiyorsa’ ilk akla gelen ‘devlet adamı’ oldu.
Hükümet ile asker arasında sorun varsa Çiçek’i gördük, muhalefet ile AKP arasında çıkmaz varsa görüşmeleri yürüten isim Çiçek’ten başkası değildi.
Son olarak yemin krizinde yaşananların perde arkasında da kendisi vardı.
Epey sıkıntılı bir süreci yaşamış olsa da sorun hâlâ çözülmüş değil.
İşin asıl büyüğü daha heybede, çünkü BDP’li vekiller henüz yemin etmedi, yargı da tutuklu milletvekillerini cezaevlerinden çıkarmış değil.
Özellikle CHP, kendisine ciddi umut bağlamış durumda olsa da Çiçek’in, ‘salıverme yolunu açacak’ perde önü bir girişimi, açıklaması henüz olmadı.
Mahkemeye milletvekilleri ile ilgili yazı yazmaya yanaşmadığı, böyle bir girişimde bulunmayacağını söylemek kehanet değil.
Aslında yeni Ceza Kanunu yapıldıktan sonra yargı mensuplarına, “Biz yasaları özgürlükçü anlamda yapıyoruz, siz de böyle yorumlayın” diye seslenen isimlerin başında Çiçek geldi, ama ne yazık ki bu sözlerini son bir-iki yıldır pek duyamıyoruz, aynen diğer iktidar sözcüleri gibi.
Oysa, Meclis’in TCK’yı yenilerken en büyük amaçlarından birinin de ‘tutukluluk hallerini sınırlamak’ olduğunu bilmeyen yok.
KÜRT SORUNUNDAKİ HAYALİ
Bakalım yarın CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu ile ne konuşacak, ama Çiçek’in işi hiç de kolay değil, işte bakın, milliyetçi damarı nedeniyle her şehit haberi geldiğinde, eleştiri alsa da, en sert tepkiyi vermekten çekinmiyor.
Öbür yandan aynı Çiçek, BDP’lilerle gizli/açık görüşmeler sürdürüyor.
Yani hem eleştiriyor, hem görüşüyor ve bunu ailesinden şehit vermiş olmanın duygusal zorluğu ile yapıyor, nedeni de ‘devlet adamı’ anlayışı.
Kürt sorununa da en fazla kafa yoranlardan biri desek yeri, o nedenle, farklı bakışı olsa da çözüm umudu görürse elinden geleni yapmaktan kaçınmaz.
Cumhurbaşkanından ana muhalefet liderine, askerinden STK yöneticisine kadar herkesin bölgeye el uzatması/gitmesi, sorunun partiler üstü görülüp birlikte hareket edilmesi hayali, kimine göre pembe rüyası.
Rüyanın gerçekleşmesi için katkı sağlayacağı umudu beslenen yeni anayasa konusunu, yapmakta olduğu liderler turunda en önde tutması da bundan.
Gözlemim, ‘Benden daha fazlasını beklemeyin’ demeye getirse de muhalefete daha fazla tolerans gösterip iktidara biraz daha fazla söz geçirdiği sürece sonuç alabilecek konumda, ama soru AKP buna izin verir mi?
Yazının Devamını Oku

Arınç’ın sözleri bana tercüman

11 Ağustos 2011
KÜRT sorununa ayırdığım son yazılarımda, Ankara’nın bölgede yaşananlara ilgisiz kaldığı yönünde bir görüntü oluştuğunu anlatmaya çalıştım. Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’ın, “Demokratik Toplum Kongresi (DTK) diye bir şeyi iki günde bir topluyorlar, çay içip dağılıyorlar” sözlerini duyduğumda, “İşte benim de tam anlatmak istediğim bu” dedim. 

Arınç, o sözleri DTK’yı küçümsemek amaçlı söylemiş olabilir, ama aksine orada yaşananları, yapılan planları, varılan kararları, hayata geçirilen eylemleri çok ciddiye almalı ki resim doğru okunabilsin. 

Buna inandığım için önceki gün konuştuğum BDP Grup Başkanı Selahattin Demirtaş’a, Arınç’ın o sözlerini de sordum.

İşin ciddiyetiyle bağdaşmadığı inancıyla soruma pişman da oldum, ama Demirtaş’ın, “Sayın Arınç merak ediyorsa içtiğimiz çay kaçak, çünkü daha koyu oluyor” yanıtını, üzerinde düşünülsün diye yazma gereği duydum.

SİYASETE GÜVEN YIKILIYOR


Söylemeye gerek yok, konuştuğumuz konu kan koktuğu, can aldığı, sinir bozduğu, sorun yarattığı için çok, hem de çok fazlasıyla ciddi bir konu.

Özellikle Güneydoğu’da halkta, siyasetin çözüm getireceğine olan inanç giderek kaybolurken ‘Yine silahlar konuşacak’ korkusu güçleniyor.

Silahların çok sık konuştuğunu her gün görüyorsak da korku, bununla yetinilmeyeceği kanısından, ‘Hazırlık yapılıyor’ algısından kaynaklanıyor.

Korkunun, özellikle son 10 yıldır ‘barış’ umudunu en iyi veren parti inancıyla AKP’ye sarılanlar üzerinde ciddi olumsuzluk yarattığı seziliyor.

AKP tabanı, PKK-BDP’nin bölgede daha etkin ve güçlü hale geldiği, yeniden psikolojik üstünlük sağladığı yönündeki görüntü karşısında ciddi tedirginlik yaşıyor, “Ne oluyor, ne olacak” diye soruyor.

Haksız da değiller, bunca yıl kanla iç içe yaşayan insanların, bunu ilelebet taşıması düşünülemeyeceği için, ‘Ya herro, ya merro’ noktasına gelinebilir.

O noktanın artık sadece Güneydoğu için geçerli olmadığı, ülkenin diğer bölgelerine yayılmakta olduğunu da kimse görmezlikten gelemez.

Yine, bölgeye bakıldığında halk, doğal olarak, oy verdikleri iki merkez olan AKP ve BDP’yi yakından izliyor, umudu bu iki partide arıyor.

Silaha dayalı çözümün en çok AKP’yi eriteceğini ileri sürenlerin siyasi amaçlı olduklarına inansak da çatışmanın kimseye yarar getirmeyeceği ortada.

TEHLİKENİN FARKINDA OLMALI


‘AKP kazanır, kaybeder’ tartışması bir tarafa, Ortadoğu’da yaşananlar Kürt sorunundan ayrı düşünülemeyeceği için acil ihtiyaç, ‘kendi sorununu çözmüş Türkiye’ gerçeğidir, zira böyle bir Türkiye bölgede etkili olabilir. 

Bu çerçevede iktidarın, artık yeni çözüm önerilerini, hiç değilse ana çerçeveleriyle gün yüzüne çıkarmasının zamanı geldi geçiyor. 

Kimseyi kırmak, hele saygın siyasetçi/şair Kemal Burkay’ı üzmek istemem, ancak Burkay, çözümün bir aracıysa çok umutlu olmadığımı söylemeliyim.

Ankara’da Burkay’ı sevenlerin düzenlediği yemeği ben de izledim, medya dışında, toplantıya ilginin yeterli olmadığını gördüm.

Sayının bir önemi yok diye bakılabilir, ama oradan yayılan havanın, soruna ciddi bir katkı sağlayacak güçte olduğunu pek hissetmedim.

Ayrıca, geçmişte çok acı çektiğini kabul ettiğim bazı aydınların, Burkay’ın ‘kırmayan’ söyleminin aksine kürsüde, Türk, Arap ve Fars uluslarını yaralayıcı sözler etmesinin çare değil ‘kızgınlık’ üreteceğini söylemeliyim.

Demek istediğim, herkes yaklaşan tehlikenin farkına vararak konuşmalı.
Yazının Devamını Oku

Yeni zirvenin Kürt sorununa bakışı

8 Ağustos 2011
ORTADOĞU ve Türkiye’de yaşananlar gösteriyor ki Kürt sorununda çok hareketli bir döneme giriliyor ve neler olacağını çoğumuz bilmiyoruz. Ancak, ne yapacağını artık belirlemiş bir Tayyip Erdoğan görüntüsü oluşuyor.
Erdoğan’ın, PKK-BDP eylemleri üzerine kapalı kapılar ardında, “Devlet böyle yönetilemez, böyle gitmez”, “Gereken yapılacak” dediği bilinen bir gerçek.  
Bu sözlere bakıldığında, klasik ifade ile ‘şahin tavır’ tanımı yapılabilir. 
İçişleri Bakanlığı’na atadığı İdris Naim Şahin de bugüne kadarki söylemlerinde, Kürt sorununa ‘şahin’ baktığı izlenimi verdi.
Peki, yeni Genelkurmay Başkanı ile Jandarma Genel Komutanı’nın tavrı ne?
Tamam, artık bu konuda da karar hükümetin, ancak uygulamadan sorumlu Necdet Özel ile Bekir Kalyoncu’nun bakışını önemsememek yanlış olur.  
Ayrıca hükümetin Org. Özel’in elini öyle güçsüz kılmadığını da gördük.
Bilgilerim bu iki komutana da ‘şahin’ sıfatı yüklemeye uygun.
YOK ETME DEĞİL EYLEMSİZ KILMA
Yazdıklarımdan hareketle hükümetin yeni politikasının ‘şahin’ olma olasılığını yüksek görebiliriz, ama Başbakan’ın sürprizi sevdiği de gerçek.
İç ve dış koşullar, terördeki artış ve BDP’nin son çıkışları Erdoğan’ı acil harekete zorlamış durumda, yeni komutanların karargâha uğramadan soluğu Başbakanlık’taki terör zirvesinde almaları da bunun en önemli göstergesi.
O toplantıda alınan kararlar var, belki kimileri “Bunlar zaten hep söylendi” diyecek, ama bekleyelim görelim, bu kararlar hayata nasıl geçirilecek.
Kararlar, ‘Terör örgütünü yok etme’ söylemi geride kaldığı izlenimi veriyor.
Artık, “Terör örgütünü eylemden caydıran”, “Hareketli güvenlik konsepti”, “Terör eylemine hızlı ve etkili karşılık”, “Yeni bir konuşlandırma”, “İdarenin aldığı kararı alanda, en doğru şekilde uygulama” gibi başlıklardan ve bunların güçlü altyapılarının oluşturulduğu inancından söz edebiliriz.
Hükümetle askerin büyük bir uyum içinde olacağını söylemeye ise gerek yok.
Yani, teröre, öyle bir karşılık verilecek ki örgüt eylem yapmayacak.
Bu yaklaşımı ‘çatışmacı anlayış’, ‘siyasi çözümde son’ diye görenler çıkabilir, ama iktidar hiç bu görüşte değil ve gerekçeleri de var.
YENİ ANAYASA VE ÖCALAN
Gerekçeleri yazmadan önce şu anlayışların artık kabul gördüğünü söylemeli: 
- PKK, özellikle gençler (kadın-erkek) arasında önemli bir destek bulmuş ve o gençler istendiği an dağa çıkmaya gönüllü. 
- Örgütün emrine açık geniş bir yerel yönetim ağı var. 
- BDP, seçmen tabanında (genişleyebilir) ciddi bir karşılık buluyor.
Sıraladığım maddeleri PKK’nın silah gücüne, korkuya bağlama anlayışının sona erdiğini söylemek ise henüz mümkün değil, ancak bölgede benim de gördüğüm, PKK’nın taban kazanmasında silah ve korkunun ötesine geçilmiş. 
Siyasi mücadele ile taban genişletmenin mümkün olduğu görülmüş.
Şunu da ister kabul edelim, ister etmeyelim, PKK hizmet değil kimlik kazandırıyor ve bunu sadece etnisite anlamında okumayın, genç olma, kadın olma, dolayısıyla aşiret-aile baskısından uzaklaşma anlamında da okuyun.
Bu tespitler gösteriyor ki soruna sadece terör penceresinden bakmak yeterli olmuyor, hükümet de bunun bilincinde hareket etme amacında.
‘Yeni anayasa’ en büyük koz, bu konudaki aceleciliğin altında yatan da bu.
Ayrıca, BDP açık açık, “Muhatabınız Öcalan, PKK” dedi, hükümet de bu olanağı açtı, ancak Öcalan, “Kullanıldım, artık yokum” noktasına geldi.
Peki şimdi ne olacak, konuyu daha çok yazıp çizeceğimiz için devam ederiz.
Yazının Devamını Oku

Özerklik onay mı buldu

4 Ağustos 2011
ŞÖYLE son bir yıla göz atacak olursak sanki Ankara, ülkenin güneydoğusuna ilgisiz, orada yaşananları görmezden geliyor gibi bir duygu oluşuyor. Tabii ki bunun doğru olduğunu söylemek mümkün değil, ama böyle bir algının doğmasını sağlayan gelişmeler yaşanmıyor değil.
Bu yazıda PKK ile BDP ayrımı yapmayacağım, bir tespit, fotoğrafı daha iyi gösterme düşüncesiyle, her iki hareketin aynı tabandan yükseldiği ve birbirinden ayrı olmadığı gerçeğini kabulden hareket edeceğim.
ORADA ÇOK ŞEYLER OLUYOR AMA
Yaklaşık bir yıl önce ‘sivil itaatsizlik’ başlatıldığında Ankara, bu amaçlı eylemleri, ‘Aman canım ne anlamsız şeyler’ havasında karşıladı, ‘cuma namazı itaatsizliğine’ kadar üzerinde pek durmadı, önemsemedi.
‘Namaz itaatsizliği’ de daha çok seçim meydanlarının malzemesi oldu.
Seçim sürecinde ise seçmene yönelik söylem geliştirildi, karşılıklı sert ifadelerle durum idare edilmeye çalışıldı.
Buna PKK’nın ateşkes kararının yarattığı rahatlık da etki etmiş olabilir.
Seçimlerden, kabul etmeli ki, BDP başarı ile çıktı.
BDP başarının sarhoşluğunu çoktan yaşamaya başlamıştı ki, tutuklu milletvekillerinin salıverilmemesi üzerine yeni bir itaatsizlik geldi:
TBMM’ye gitmeme, BDP grup toplantılarını Diyarbakır’da yapma gibi ikinci bir başkent, ikinci bir parlamento görüntüsü yaratıldı.
Ankara aynı günlerde CHP’nin yemin etmeme eylemini tartışmayı yeğledi, Diyarbakır’daki fotoğrafı yine arka plana itti.
Ardından, biz seçimlerin bittiğini sanmışken gazetelerde küçük bir haber gördük, orada sandık kurulmuş, Demokratik Toplum Kongresi (DTK) için yüz binlerin katıldığı bir seçim gerçekleştirilmişti.
Yine eşzamanlı gibi DTP, “demokratik özerklik” ilan etti.
Aynı günlerde terör tepe yapmaya başladı, sokak ortasında infazlar gördük, Silvan’da 13 şehit verildi, yetmedi, her gün yeni şehit haberleri geldi.
Dün de yine gazetelerden, Esendere sınır kapısının kapatıldığını öğrendik.
KCK davasının iki yıldır başlatılamadığını dahi yazmaya da gerek görmedim.
Sadece sınırlı örneklerle yetindim, ama orada çok şeylerin yaşandığını, çok şeylerin hayata geçirildiğini söylemek yanıltıcı olmaz.   
BİR ŞEYLER OLACAK AMA NE
Hani “Ankara özerkliği zaten onaylamış gibi” algısı gelişti dense yeri.
Çünkü, Ankara için varsa yoksa komutanların istifası ile YAŞ kararları.
Sorunun sahibi Beşir Atalay dahi orada yaşananları bize yorumlamıyor.  
Ancak, Başbakan Tayyip Erdoğan’ın zaman zaman, satır aralarında verdiği bazı işaretlere bakacak olursak, gelişmeler yakından izleniyor ve zamanı geldiğinde her şeyin yapıldığını, yapılacağını herkes görecek.
Herkesin göreceği, ‘sertlik politikası’ da olabilir, ama öbür yandan Öcalan ile yapılan görüşmelere umut bağlandığı izlenimi veriliyor; çünkü Ankara, ‘Öcalan sorunu çözmek istiyor da Kandil buna engel oluyor’ havası estiriyor.
Buradan ‘PKK bölünecek’ mesajı çıkarmamız mı isteniyor, onu da bilmiyoruz.
Bir de Kemal Burkay’ın yurda dönüşüne hükümet üyelerinin verdiği öneme bakınca, Burkay’a da bazı umutlar bağlandı düşüncesine kapılıyoruz.
Yani, neler olacak meraktayız, ama bakarsınız PKK gerçekten bölünür, TSK da yeni bir yapıya kavuşuyorken çözüm hiç beklenmedik anda kapıyı çalar.
Bütün bu süreci yönetecek tek güç ise AKP iktidarı, son söz de Erdoğan’da.
‘Bekleyelim’ deme lüksü yok, sorun çok can yakıcı ve ‘yarın’ ise çok geç.
Yazının Devamını Oku

Genel hoşgörü genel empati

1 Ağustos 2011
GENELKURMAY Başkanı ve kuvvet komutanlarının istifası, siyasi iradenin tereddütsüz ve çekincesiz gerekenleri yapması, herkesin kabulü ki Türkiye’nin normalleşmesi açısından son derece önemli. Hani bırakın on yıllar öncesine gitmeyi, daha birkaç yıl önce kafası bozulan komutanların gecenin bir yarısı evinde muhtıra bildirisi yazdığı ortada.
Şimdi ise sivil irade ile yöntemlerde anlaşamadığına, komuta ettiği personelini koruyamadığına inanan komutan, Cumhurbaşkanı ile Başbakan’ın “Gitme” demesine rağmen, yerine gelecek olanın belki de sorunu çözeceği umuduyla ekibiyle birlikte kenara çekilmesini biliyor.
Hem de dün CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun da ifade ettiği gibi giden komutan da gelen komutan da hukuk ve kanun vurgusu yapıyor.

NORMALLEŞMİŞKEN

Türkiye’nin böylesi bir noktaya gelmesinde siyasi iktidarın payını görmezlikten gelmenin mantığı da kabulü de yok.
Gerçek, ‘Muhtıra yazmış bir komutan el üstünde tutuluyor’ algısına rağmen böyle ve belki ‘el üstü muamelenin’ altında yatan da bugünkü sonuçtur.
Bütün bu gelişmelere karşın, sürdürülebilir bir normalleşmenin yaşandığını söylemek için hâlâ önemli zorluklar var.
Geçen yıl olduğu gibi bu yıl da yargı, gelişmelerde önemli bir eşik oluşturdu; kararlarıyla yine tam YAŞ sürecinde tartışma konusu edildi.
Bu nedenle acaba önümüzdeki süreçte ‘olağanüstü’ dönem görüntüsü/algısı yaratan yargı kararlarında farklılık görülecek mi sorusu ciddi.
Bunu sadece askerlerle ilgili davalar için söylemiyoruz, Deniz Feneri davasında da, şike soruşturmasında da aynı şey söz konusu.
Düne kadar savcılara toz kondurmayanların, bugün Deniz Feneri davası nedeniyle yaylım ateşine başlaması belki de ilk olumlu işaret.
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’den Başbakan Tayyip Erdoğan’a kadar bu ülkede herkes tutukluluk sürelerinin uzunluğundan yakınıyor.
Üstüne üstlük, önemli davaların sanıkları neden suçlandıklarını bilmeden yıllarca cezaevinde yatmaktan yakınıyorken, bu kervana Deniz Feneri tutukluları da aday...

ERGİN TEREYAĞINDAN KIL ÇEKEBİLİR

Bu insanların haykırışını ya duymuyoruz ya da duymazlıktan geliyoruz.
Örneğin, az dillendirilen bir isim, yıllarca Meclis koridorlarından tanıdığımız, AKP’li bakanlarla uzun dönemler çalışmış, eşi bir emniyet müdürü olan gazeteci arkadaşımız Müyesser Yıldız’ın feryadını nasıl es geçebiliyoruz; onun silahlı çete üyesi olduğunu hangi gerekçelerle kabul edebiliyoruz...
Türkiye normalleştiğine göre bu konuda da bir adım atılamaz mı, başka bir ifade ile genel aftan önce genel hoşgörü, genel empati ilan edilemez mi?
İnanıyorum ki istenirse tartışılmaz bir zekânın sahibi, Adalet Bakanı Sadullah Ergin, bu yeni döneminde çok önemli görev üstlenebilir.
Hiç öyle, “Yargıya müdahale mi” sorusu da akla gelmesin.
Ergin’in bugüne kadar yaptıkları nasıl ki yargıya müdahale görülmedi ise emin olalım ki, eğer isterse Ergin, bugün de tereyağından kıl çeker tarzda öyle yaratıcı formüller üretir ki kimse ‘gık’ dahi diyemez.
İsterse, diyorum; çünkü Ergin bütün bu sıkıntıları bilmiyor olamaz.
Eğer harekete geçmiyorsa, uzun tutukluluk sürelerine haklılık kazandıran bilgilere sahiptir, biz ise bilmeden dışarıdan ahkâm kesiyor olabiliriz.
Yazının Devamını Oku

Şiddet gören kadına ‘İşini kur’ desteği

28 Temmuz 2011
PAZARTESİ günkü, kadına yönelik şiddetle ilgili yazım üzerine Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Fatma Şahin aradı, umut verici bir sohbetimiz oldu. Şahin’in konuya hassasiyetini AKP Kadın Kolları Başkanı olduğu dönemden biliyorum; kadına yönelik şiddet konusunda epey dertleşirdik.
Şahin, yeni görevinde artık çözüm makamında oturduğunun bilincinde.
Bunun da ötesinde, çok hızlı hareket etmek zorunda olduğu tespitini kendisi yaptı; “En kısa zamanda, hem yasal eksiklikleri gidermek hem de altyapıyı tamamen hazır hale getirmemiz şart” dedi.
Bir gün önce tam gün, sığınma evlerindeki yönetici ve kadınlarla toplantı yapmış olan Şahin, oradan önemli sonuçlar elde ederek ayrılmış.
SOSYAL YARDIM FONU AVANTAJI
O toplantı ışığında hızla yönetmelik değişikliğine gitmeleri gerektiğini anlatan Şahin, sığınma evlerinin sayısının artırılacağını bildirdi.
Bu konuda mevzuat nedeniyle, belediyelerle merkezi yönetim arasında farklı uygulamalar olduğuna dikkat çeken Şahin, “Onu da hemen çözeceğiz” dedi.
Sözlerini, “Dinlediğim kadınlarımızın en büyük sorunu ekonomik sıkıntı. Çocukları ile baş başa kalıyor, ama ekonomik gücü yok. Artık Sosyal Dayanışma Fonu da bana bağlı” diye sürdüren Şahin şu müjdeyi verdi:
“Acil ve orta vadeli tedbirler için müsteşara hemen talimat verdim. Çalışılıyor. Kadınlarımız ekonomik güce kavuşana kadar fondan hem destek alacak hem de kurs veya başka mekanizmalarla meslek edinecek. İş kurmak isteyenlere de gereken maddi desteği vereceğiz. Amacımız, bu kadınlarımızı ekonomik olarak geleceğe güvenle bakar hale getirmek.”
Şiddet mağduru kadınların, nafaka ödemek istemeyen erkeğin akrabaları üzerine mal devri yapmasından da çok yakındıklarını anlatan Şahin, bu konudaki yasal boşlukları doldurmak amacıyla da hemen işe koyulmuş.
Adalet Bakanlığı ile çalışmaya başladıklarını söyleyen Şahin, “Ne yapabiliriz bakıyoruz, yargıya, kolluk gücüne konuyu araştırma yetkisi vererek çözüm sağlanabilir diye düşünüyoruz” dedi.
KADIN ALARM VERECEK
Kadına yönelik şiddeti önlemek için her yöntemi incelediklerini, dünyaya baktıklarını da ifade eden Şahin’den bu konuda duyduklarım da şöyle:
- Son günlerde erkeğe elektronik kelepçe takılması öne çıkarıldı, ama başka yöntemler de var. Örneğin İspanya’da, kadına elektronik bilezik takılıyor, böylece kadın gerekli durumlarda kolluk gücüne alarm verebiliyor.
- Yargıçların, savcıların, kolluk güçlerinin yetkileri konusunda bir eksiklik var mı diye bakılıyor, varsa hemen giderilecek.
- Kadına şiddette ayrım tanımamak için düzenlemeler, sadece ‘karı-koca’ için değil, ‘her türlü birlikte yaşamı’ (imam nikâhı, sevgili gibi) kapsayacak.
Sohbetimizde Şahin’in Başbakan Erdoğan’ın desteğini aldığını da öğrendim.
Erdoğan’ın, “Ne gerekiyorsa yap. Bana sormana da gerek yok, arkandayım” demiş olması Şahin için önemli bir güvence.
Ancak Şahin, ilgili bakan arkadaşlarının duyarlılığından da çok memnun.
Yine de en önemli konunun toplumsal destek olduğunu özellikle vurgulayan Şahin’e, “Ceylan Soysal’ın kardeşini koruyabilecek miyiz?” diye de sordum.
Şu sözleri rahatlatıcı oldu:
“Kuşkunuz olmasın, o cesur kızımız artık bizim kurumsal güvencemiz altında. Korunması, eğitimi, ekonomik gücü için her şeyi yapacağız. Gerekirse yer değiştirme yoluna gideriz. Ayrıca perşembe günü (bugün) Hatay’a gidiyorum. Ceylan’ın annesini de ziyaret edeceğim, konuşacağım.”
Yazının Devamını Oku

Fatma Şahin yetmez hep beraber

25 Temmuz 2011
ŞEHİT haberleri canımızı acıtmaya devam ederken, kadın cinayetleri de her gün ruh dünyamızı, değerlerimizi altıüst eder düzeye çıktı.

Çok acı örneklerini geçmişte de yaşadık; ama sonuncularında dahi kanımızı donduran, insanlık dışı iki cinayete tanık olduk.

Düşünebiliyor musunuz, nasıl bir acımasız adam ki, eski eşini, üstüne benzin dökerek yakıyor, 11 yaşındaki oğlu da yanan anasına sarılarak aynı şekilde can veriyor ve o baba (dilim varmıyor ‘baba’ demeye ama) bunu seyrediyor.

Bir baba düşünün ki, torununu kızından ayırıyor, kızını bir odaya hapsediyor, kardeşini yollayıp o yavrusunu öldürtüyor; yetinmiyor, kapıyı kapatıp “ölmemişse” diye ‘garanti nöbetine’ yatıyor; sonra, katil silahı 17 yaşındaki oğlunun eline sıkıştırıp onun hayatını karartmak istiyor.

Diğer cinayetler de bunlardan aşağı kalır gibi değil ve maalesef her gün gazete sayfalarında yenilerini okumaya devam ediyoruz, dün olduğu gibi.

Yazının Devamını Oku

1 Ekim’den sonra Meclis

14 Temmuz 2011
YEMİN krizinin hiç değilse CHP ayağının, AKP ile sağlanan mutabakat metni ardından çözülmesi siyasette bir rahatlama yaratması bekleniyordu. Ancak Başbakan Tayyip Erdoğan, krizi çözen imzalar atıldıktan saatler sonra TBMM’de hükümet programı görüşmesinde CHP’ye oldukça sert sözlerle yüklendi; ‘teslim olacaksınız’ algısı yarattı, mutabakat metninin çok bir anlam ifade etmediği, verdiği onayın da gönülsüz olduğu izlenimi yarattı.
Başbakan, aynı üslubu ertesi günü partisinin grup toplantısında daha ileri noktaya taşıyınca Kemal Kılıçdaroğlu’ndan da aynı tonda karşılık geldi.
Yaşanan krizden AKP’nin elde ettiği her sonuca ulaştığı, CHP’yi yeterince sıkıştırdığı düşünülürken Erdoğan’ın, nezaketen de sorunlu olabilecek bu yaklaşımı, umalım anayasa yapım sürecine olumsuz bir etkide bulunmaz.
MECLİS KİLİTLENİRSE
Başbakan’ın bu iki konuşmasının, ‘12 Haziran balkon konuşmasıyla’ kıyaslandığı zaman da; ‘helalleşme’, ‘kibirden uzaklaşma’, ‘mütevazı olma’, ‘bundan sonra daha hassas olma’, ‘incitici kelam meydanlarda kalsın’ gibi kavram ve dileklerle pek örtüşmediği de ileri sürülebilir. 
Başbakan’ın üslubunu, ‘AKP’nin, mutabakat metninde verdiği tavizi kamuoyundan gizleme’ amaçlı okusa da CHP’nin, yemin sürecinin derin bir muhasebesini yapması, geleceğe yönelik politikalarında buradan büyük dersler çıkarması gerektiği ortada.
En tepeden en alta kadar pek çok ismin süreçte ciddi hatalar yaptığına inanan CHP tabanının, birilerine fatura kesilmesini beklediği de bir kehanet değil. 
Sanırım bunun bazı işaretlerini önümüzdeki bir iki ayda göreceğiz.
Hele bir Kılıçdaroğlu tatile gidip dönsün, CHP’nin bağımsız bir kuruluşa yaptırdığı seçim analizi çalışması üzerindeki değerlendirmeler bitsin.
CHP’de yaşanacak o süreçle ilgili pek çok değerlendirmeler yapılacak.
Umalım yargı da, 1 Ekim’de TBMM açılana kadar, neden olduğu yemin krizini çözecek bir ufuk açar, (çok umutlu değilim ama) büyük rahatlama yaşanır. 
Çünkü, iktidarın kısa sürede bir yasal formüle onay vermesi beklenmediği için bir yandan yeni anayasa yapım süreci sekteye uğrayabilir, diğer yandan CHP her fırsatta Meclis’i kilitleme yoluna gider; gürültü patırtı bol olur.
İktidar, sayısal üstünlükle TBMM’yi ne kadar çalıştırsa da bu tablo değişmez. 
ERDOĞAN’IN HEDEFİ
Çünkü görünen; CHP, aynı balkon konuşmasında anayasa için, “Sözü olanlarla en geniş anlamda istişare ve uzlaşma arayışı içinde olacağız” demiş Erdoğan’ın niyeti konusunda daha fazla kuşku duymaya başladı.
Dün Kılıçdaroğlu ile yaptığım görüşme de bu yönde işaretler verdi.
Yeni anayasada neleri istediklerini söylemesinin Erdoğan tarafından “Şart koşuyorlar” diye eleştirilmesinden rahatsızlık duyan Kılıçdaroğlu, “Biz ne istediğimizi söylemiş oluyoruz; asıl AKP’nin ne istediğini söylememesi eleştirilmeli” değerlendirmesini yaptı.
Buna rağmen, Anayasa komisyonuna verecekleri isimleri dahi netleştirmiş olan Kılıçdaroğlu, şu sözlerle de şüpheleri bulunduğunu ortaya koydu:
“Zaten Anayasa yapacaklarını sanmıyorum; yapmak istese bu sertlik neden? ‘Gelecek, teslim olacaksın’ anlayışı ile bu iş olur mu?”  
İşte bu noktada Başbakan’ın hedefi önemli hale geliyor; yani süreci CHP de dahil mi yürütecek, yoksa MHP veya BDT’den birini yeterli mi görecek?
NOT: Biz de tatile çıkalım dedik, 10 gün sonra buluşmak üzere. 
Yazının Devamını Oku