10 Ekim 2011
CHP milletvekilleri, daha etkin bir muhalefet arayışı için Abant’ta toplanıp, yeni dönemde özellikle de TBMM’de neler yapılacağını tartıştılar. Geçmiş yıllarda, CHP milletvekilleri bu tür zeminlerden yoksun kılındı.
Oysa böylesi toplantıların daha uzun süreli ve sıklıkla yapılması, her milletvekiline görüşlerini rahatlıkla söyleme olanağı verilmesi çok önemli.
Maalesef, 2001’den sonra tüm partilerin grup toplantılarında, milletvekillerinin kürsüye çıkıp konuşma olanağı yok edildi.
Oysa, 2001’den önce her parti, milletvekilleri rahatça konuşsun diye grup toplantısının bir bölümünü kapalı gerçekleştirirdi.
Abant toplantısı, CHP’de bu yolun yeniden açılmasını da sağladı; artık grup toplantılarının ilk bölümünde hem milletvekilleri konuşacak, hem de gündemle ilgili kendilerine detaylı bilgi aktarımı yapılacak.
İŞİ KARA MİZAHA VURDULAR
Abant’ta amaçlardan ilki TBMM zeminini daha etkin kullanma hedefini gerçekleştirme yolunda milletvekillerini sürece hazırlama.
Kılıçdaroğlu, bu nedenle Abant’ta onlara komisyonlara çok hazırlıklı gitme, ‘iktidar gücü karşısında moral bozmama’ tavsiyesinde bulunurken, yenilere de “Sakın etkin olamıyorum kaygısına düşmeyin, yılmayın” diye seslendi.
Kılıçdaroğlu, iyi biliyor ki CHP milletvekilleri hiç rahat, huzurlu değil.
Aslında belediye başkanları ile il başkanları için de aynı hava geçerli.
Çünkü bu CHP’lilerin tamamı dinlendiklerine, hatta izlendiklerine inanıyor.
CHP Grup Başkanvekili Emine Ülker Tarhan’ın başına gelen inanılması zor, trajikomik olay da bunun bir kanıtı olarak gösteriliyor.
Tarhan’ın Deniz Feneri e.V savcıları ile gizlice buluştuğu asparagası, yani.
Kılıçdaroğlu ve Gürsel Tekin’in, Nedim Şener ile yaptıkları telefon görüşme tapelerinin, ortada suç varmış gibi yayınlanmasına da böyle bakılıyor.
Bazı gazetelerde partileri ve Kılıçdaroğlu ile ilgili atılan manşetler, verilen haberler, Genelkurmay’ı ziyaret eden CHP’lilerin soruşturulması, belediyelere yapılan baskınlar, CHP ile Alman vakıflarını iç içe gösterme çabaları, vs örneklerini de sıralayan CHP’liler işi kara mizaha dökmüş durumda.
‘Anamuhalefeti yok etme planı’ yapıldığı, planın çeşitli il ve ilçelerde hayata geçirildiği; böylece ‘anamuhalefette kaos yaratmak’ suretiyle ‘milli iradeye ket vurulmak’ istendiği yönündeki espriler gırla desek yeri.
DİNLEMELER İÇİN ÖZEL ÇALIŞMA
Kılıçdaroğlu da CHP’deki bu havanın farkında; o nedenle, özellikle dinlemeler ve konuşma tapelerinin yayınlanması konusunda özel çalışma yaptırıyor.
Öncelikle hukuki süreç işletilecek; ama bununla yetinilmeyecek.
İlgili her zeminde etkin girişimlerde bulunulacak, gereken eylemler konacak.
Hedefteki ilk isim HSYK başkanı da olan Adalet Bakanı Sadullah Ergin seçilirken, tapeleri ayıklamayan savcılar her zeminde gündeme taşınacak.
CHP’de bundan önce, öncelikle de Kılıçdaroğlu’nda, bir beklenti var.
Bakan Ergin’in, bu tapeler konusunda kendiliğinden harekete geçip savcılarla ilgili şikâyetlerin gereğini yapması; ancak pek umutlu değiller.
Kılıçdaroğlu, yarın grup toplantısında Deniz Feneri e.V soruşturmasında ‘köstebeklik’ yaptığını ileri sürdüğü bakanın adını açıklayacak.
Artık açıklanacak ismin eski İçişleri Bakanı, şimdinin Başbakan Yardımcısı Beşir Atalay olduğunu sağır sultan dahi duymuş olsa da Kılıçdaroğlu bu konuda da grubunu çok diri tutmak istiyor.
Çünkü anayasal suç işlediğine inandığı Atalay’ın, sadece bakanlıktan istifasını yeterli bulmuyor, siyasetten ayrılmasını da zorunlu görüyor.
Yazının Devamını Oku 6 Ekim 2011
CHP grup toplantısı sonrası sohbet fırsatı yakaladığımız Kemal Kılıçdaroğlu, yeni dönemde nasıl bir muhalefet yapacaklarının işaretlerini verdi. Türkiye’de hemen her gün, demokrasisi normal işleyen bir ülkede gerçekleşse yerin yerinden oynayacağı olaylar yaşandığı için CHP’nin tutumu önemli.
Sohbetten anladığım, muhalefet etme tarzı konusunda çok eleştiri alan CHP, TBMM’nin açılması ile kendini daha etkin göstermeye başlayacak.
Kılıçdaroğlu, arkadaşlarının artık ülkenin her yerinde, halkın içinde olduğu her etkinliğe katılacağını belirterek, kadın milletvekillerinin son iki günkü eylem ve etkinliklerini örnek gösterdi.
BAŞBAKAN’IN BAKANA SÖYLEDİKLERİ
“Tabii en önemli muhalefet alanımız TBMM olacak” diyen Kılıçdaroğlu, bu dönemde AKP’yi, Deniz Feneri e.V davası üzerinden hedef yapacağı, bu konuda yeni bilgilere sahip olduğu izlenimi verdi.
Deniz Feneri e.V davası dosyasında ‘AKP’nin kapanmasına neden olabilecek’ bir belgenin olduğunu, belgenin AKP’nin Almanya’dan gelen paraları harcadığını kanıtladığını ileri sürdü.
Bu konudaki haberi dün Hürriyet’te okudunuz, ama sanki geride, kanıtlanması zor olduğu için açık açık söylemediği başka bilgiler var.
Başbakan Tayyip Erdoğan’ın davaya ilgisi, davanın savcıları hakkında görüştüğü bir bakana ne söylediği, nasıl bir üslup kullandığı gibi...
Anlaşılan bu tartışma daha çok yapılacak, biz de çok yazacağız.
Kılıçdaroğlu, dinlemeler ve sızdırılan tapeler konusunda da çok hassas.
Ancak yapabileceklerin sınırlı olduğunu, şikâyetlerinin sonuç vermediğini, başta barolar olmak üzere asıl konuşması gerekenlerin sustuğunu söyledi.
Bu sessizliği ‘AKP’den korkuya’ bağlayan Kılıçdaroğlu’nun hedefi TBMM.
“Orada her fırsatta AKP grubunun vicdanına sesleneceğiz. Ne ses gelir bilmem, ama yurtdışında her zeminde de konuyu dile getireceğiz” dedi.
ANKARA SANATA SOĞUYAMAZ
Siyasi gündemin sıcaklığına rağmen başka bir konuya değinmek istiyorum.
Bütün başkentlerin en belirgin özelliklerinden biri kültür ve sanat etkinliklerine yaptıkları ev sahipliğidir.
Hele hele sanatçıların, şehre böylesi kişisel katkıları ayrı övgüye değer.
Ankara’da da birçok sanatçımız bunu yapmaya çalışıyor.
Burada anmak istediğim iki sanatçımızdan ilki Şefika Kutluer.
Dünyanın ‘Sihirli flüt’ diye tanıdığı Türkiye’nin yüz aklarından Kutluer, iki yıldır kendi adına uluslararası bir festival düzenliyor.
Kimi kuruluşların da katkısıyla Kutluer, canını dişine takıp (“Yaşadıkça devam” da diyor) Ankara’ya, dünyanın en iyi orkestralarını getiriyor.
Le Mans Senfoni Orkestrası ile Kremlin Oda Orkestrası’nı dinledik, Kutluer de yine flütü konuşturunca muhteşem bir müzik zevki yaşadık.
Daha 27 Ekim’e kadar Londra Senfoni, Geleneksel Çin Müziği Orkestrası, Straus Topluluğu ve AB Oda Orkestrası’nın konserleri var.
Daha önce sahneye birlikte çıktıkları Kutluer’e saygılarının da ifadesi olarak davetini kabul eden bu orkestraların, Resim ve Heykel Müzesi’nin küçük salonunu dahi dolduramayan izleyiciye seslenmesi gerçekten üzücüydü.
Konseri izlerken, ünlü ressamımız Mustafa Ayaz’ın, servet yatırıp Ankara’ya kazandırdığı müzeyi çoğumuzun bilmediğini, gezmediğini de düşündüm.
Unutulmasın ki sanatın hakkını veremeyen ülkeler, kentler gelişmiş olamaz.
Ankara için tersini düşünmek istemem, çünkü Ankaralılar, geçmişte bu tür pek çok etkinliğe hakkını verdiği için bu kez ‘atlanmış’ varsayalım.
Yazının Devamını Oku 3 Ekim 2011
BİR ülkenin cumhurbaşkanı, iki yıl art arda çıkıp hukukun üstünlüğüne, bağımsız ve tarafsız yargıya vurgu yapıyorsa orada sorun var demektir. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün TBMM açış konuşmasındaki yargı ile ilgili sözlerine atıfla bunu söylüyorum.
Gül’ün, gizemli sözlerle çok önemli itiraflarda bulunduğunu düşünüyorum.
Neden cesaretli davranıp bunu açık açık yapmadığını ise anlayamadım, “Bir cumhurbaşkanı da bunu yapamazsa kim yapar” diye sormadan edemedim.
Örneğin, tam bir yıl önce aynı kürsüde, tutukluluğun fiili mahkûmiyete dönüştürülmemesini isteyip, yasal düzenlemelerin ‘en kısa sürede’ hayata geçirilmesini önermiş olan Gül, geçen koca yıla rağmen bu alanda bir arpa boyu yol alınmamış olmasını neden açıkça sorgulamadı?
Bu soruyu bir kenara koyarak Gül’ün ne demek istediğine bakalım.
ANLAYANA SAZ
Tam ifadelerini www.tccb.gov.tr adresinden okuyabileceğiniz o cümleleri, bitiş sözcüklerini değiştirerek şöyle tercüme edeceğim:
“Hukuka sığınanların umutları yıkılmakta, devlete duyulan güven sarsılmakta. Yargının adaletli davranmadığı yönünde yaygın bir kanaat oluşmaya başladığından toplum vicdanında kapanması zor yaralar açılıyor ve güven duygusu kayboluyor. Bu sebeple, yargı mercilerinin de fonksiyonlarını yerine getirirken azami özen göstermesini bekliyorum. Şahsi duygular ve tercihlerin, siyasi ve felsefi görüşlerin yargı kararlarını etkilemesi, adaletsiz sonuçlara yol açması son bulmalı.”
Gül’ün, sonraki paragrafta da tutuklulukların fiili cezaya dönüştüğünü kabul ederek, sorunun elbirliği içinde çözülmesi görevini bir kez daha TBMM’nin önüne koyduğunu söylemek de abartı görülmesin.
Cumhurbaşkanı Gül’ün sözlerine böylesine bir anlam yüklememe rağmen, ‘iyi polisi’ oynadığını düşünmekten de kendimi alamıyorum.
Çünkü, uzun tutukluluk konusunda, bazı devlet kurumlarının tepe isimleri de dahil epey yakınma aldığını herkes bildiği halde, ilerleme kat edilmemesini “Ne yapsın, başka gücü yok” diye açıklamak hiç gerçekçi değil.
BİR DE KUŞKU VAR
Ayrıca, Gül’ün yargıyla ilgili bu sözlerini dinlerken, Muhsin Yazıcıoğlu’nun hayatını kaybettiği helikopter kazasıyla ilgili süreç aklıma geldi.
Gül, “Acaba, nasıl oldu da yargı konuyu ben gündeme getirince, tam 2.5 yıl sonra, aniden sürat kazandı” diye düşünmüş müdür, bunu da bilemiyorum.
Ancak biz, tepe noktalardan gelen ‘dikkat çekmeler’ üzerine, yargının beklenmedik refleksler verdiğini düşünmeye yeniden başladık.
Hopa davasını anımsatmak dahi istemem; ama sonuçta Gül’ün gündeme taşıması üzerine yargı süratlendi, iki haftada 7 kamu görevlisi tutuklandı.
Şimdi Gül rahatlamış olabilir; ama söyleyeyim ki iktidarın bazı güçlü isimleri ciddi bir vicdan azabı içinde; çünkü şu değerlendirmeyi yapıyorlar:
“Kazayı iki ayrı savcılık makamı, Ulaştırma Bakanlığı ve Teftiş Kurulu, Başbakanlık Teftiş Kurulu, Devlet Denetleme Kurulu, Alman bir uzman, iki TBMM Komisyonu didik didik etti. Kaybolduğu belirtilen parçalar da önemli değil ve kimin aldığı da belli. Neler oluyor anlamıyoruz. Sayın Cumhurbaşkanı keşke bizleri de dinleseydi. Bu insanlar artık cezaevindeyse, bundan sonra kim gelip de kaza kırım raporu yazacak? Çünkü, helikopteri bu insanlar düşürdü havası yarattık. Oysa onların yaptığı her şey ilgili birimlerce biliniyordu. Suçları ne bilmiyoruz.”
Yazının Devamını Oku 29 Eylül 2011
MECLİS ana karnında bebeklerin öldürüldüğü şu günlerde açılıyor. Oysa seçim öncesi başka bir hava esiyordu, yeni Meclis, hem terörün kaynağı olan Kürt sorununu çözecek, hem de yeni bir anayasa yapacaktı.
Bu yapay ‘Çözüm ve barış sürecine giriliyor’ havasının bütün büyüsü 12 Haziran seçimi geçer geçmez bozuldu.
Düşük terör ortamının da etkisiyle halk, esen o havanın, devlet/hükümet ile PKK-Öcalan görüşmelerinden kaynaklandığını daha yeni öğrendi.
YSK, bağımsız 12 milletvekili adayını veto edince “Seçime YSK sabotajı”, “YSK değişmeli” diye yeri yerinden oynatanlar vardı.
Halk, hem onların, hem de o gün ‘Millet iradesi her şeyin önünde’ diyenlerin 13 Haziran günü, seçilmiş milletvekilleri cezaevinde tutulunca neden sustuklarını, yemin krizine neden seyirci kaldıklarını da böylece anladı.
GÜL GEÇEN BİR YILI SORAR MI
Oysa PKK ile görüşen devlet/hükümet yemin krizini rahatlıkla aşabilmeliydi.
Bunun için yargıya baskıya falan da gerek yoktu, YSK vetosuna karşı çıkanlar, aynı kamuoyu baskısını oluştursalardı yemin krizi kendiliğinden aşılırdı.
Maalesef o kriz hâlâ da aşılmış değil, CHP ile protokol imzalayanlar “Burunlarını sürttük, tükürdüklerini yaladılar” demeye getirirken BDP’ye karşı, “Tıpış tıpış gelecekler, yoksa derslerini veririz” yaklaşımında.
Şimdi “Siyasi kanatla görüşürüz” dendiği için söylüyorum, acaba yemin krizi ilk gün çözülseydi o ‘siyasi kanat’ PKK karşısında daha güçlü olmaz mıydı?
Hepimiz BDP’ye, aynı tabandan geldikleri halde “PKK terörünü kına, arana mesafe koy” deme hakkına sahibiz, ama işin bu yanını da görmemiz gerekir.
Hele hele PKK ve İmralı muhatap alınmış, açıkçası bir nevi meşruiyete kavuşturulmuşken, BDP’ye böylesi bir jest tepki de toplamazdı.
Bugün BDP, Meclis’e gitme kararı aldı, ama bu, yemin krizi bitti demek değil.
Umalım Adalet Bakanlığı’nın çalışmalarını bitirmekte olduğu ‘tutukluluk süreleri’ ile ilgili düzenleme yeni bir süreci başlatsın.
BDP’nin bugün yarın görüşeceği, geçen yıl Meclis’i açarken uzun tutukluluk sürelerini eleştirdiği için muhalefetten övgü alan Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün, geçen bir yıl boyunca hiç mesafe alınmamış olmasını cumartesi günü nasıl sorgulayacağı, yeni ne mesaj vereceği de çok önemli.
TERÖR EL-KOL BAĞLIYOR
Bütün mesaisini yeni anayasaya vermekten yana olan, ‘Keşke liderler düzeyinde olsaydı’ diye düşünse de partiler arası görüşmelerin başlamasına çok sevinen TBMM Başkanı Cemil Çiçek’le dün bu konuları konuştuk.
“Gerginliğin azalması, görüşme süresine katkı yapar” diyen, kendisine ‘konuşmaktan çok sağlam bir platform oluşturma’ görevi yükleyen Çiçek, uzlaşma komisyonu için partilere 1 Ekim’de yazı yollayacak.
BDP’nin ne yapacağını görmek isteyen Çiçek, şöyle dert yandı:
“Bakın BDP’ye gitmek istedim, Hakkâri’de 13 şehit verince erteledim. Yine niyetlendim. Bu kez Pervari’den, Ankara’dan aynı acı haberler. Bu ortamda yapabileceklerim sınırlı. Bu alçak terör elimi kolumu bağlıyor.”
Biraz soluklanıp, “Belki onların da zorluğu var” demesi de ilginçti.
Çiçek’in bu empatisini kurmak isteyenler hiç de az değil, ancak hadi PKK terörünü kınamalarını es geçip ve “Kabul, PKK’ya silahı onlar bıraktıramaz” desek dahi BDP’li siyasilerden silah karşıtı güçlü, inandırıcı ve kararlı bir tutum almalarını beklemek hiç haksızlık olarak görülemez.
Çünkü, ciddi kitleselleşme sağlanmış, yerel yönetimlerde güçlü olunmuşken barışçı yolları kenara bırakıp, ana karnında bebek öldürmek vicdana sığmaz.
Yazının Devamını Oku 26 Eylül 2011
ÇUKURAMBAR’daki Pelit Pastanesi’nde tek başına, elinde kalem, yanında defter bir kitaba yoğunlaşmış görünce hemen yanına gittim. “Hayırdır Hocam; ne yapıyorsunuz burada köşeye çekilmiş” deyince kitaptan başını kaldırıp gülümseyerek, “Çalışıyorum, burası çok iyi oluyor. Rahatsız edilmeden yoğunlaşabiliyorsunuz” yanıtını verdi.
Merakla hemen tuğla kalınlığındaki kitabın kapağını çevirdim.
Kitabın adı “AKP Kitabı”; yazarı ise Siyasal Bilgiler Fakültesi öğretim üyelerinden Prof. Dr. İlhan Üzgel’di.
Sonra kitabın yanındaki deftere gözüm kaydığında ise ilk fark ettiğim, bazı sözcüklerin yuvarlak içine alınmış olmasıydı.
Merakımı bu noktada bıraktım, hoş-beş sonrası Hoca’nın yanından ayrıldım.
Yaklaşık bir saat sonra ben oradan ayrılırken Hoca, hala çalışıyordu.
AKP İKTİDAR ARTIK
CHP Genel Başkan Yardımcısı Prof. Dr. Sencer Ayata’dan söz ediyorum.
Ertesi günü hemen kendisini aradım ve cumartesi için aynı pastanede randevulaştık, çalışması üzerine sohbet ettik.
Kemal Kılıçdaroğlu’nun Genel Başkanlığı sonrası hemen seçim sürecine girildiği, CHP projelerine yoğunlaşıldığı için böylesine detaylı çalışmaya zaman kalmamış; ancak Ayata, 1980’li yıllardan itibaren muhafazakâr akımlarla ilgisini yakın tutmuş bir bilim adamı, sosyolog.
Rakibi daha iyi tanımak için “Güzel çalışmalar” dediği yerli/yabancı onlarca AKP üzerine yazılmış rapor, kitap, biyografi, makale okumuş olan Ayata’nın daha okuyacağı çok çalışma var.
“Hem okuyor, hem de 2-3 ay şöyle bir hicret yapıp olanları anlamaya çalışıyoruz” diyen Ayata, “AKP iktidarını tartışacağız” derken bu tanımı özellikle kullandı ve nedenini de şöyle açıkladı:
“AKP iktidar artık. Yani iktidar el değiştirdi. Yeni bir devlet ve iktidar yapısı var. Bu yeni egemen, hâkim yapıyı iyi tanımamız gerekir.”
Ayata’ya göre bu yeni egemen yapıya karşı kalan tek kurum CHP. O nedenle CHP’nin, AKP’ye bütünlük içinde yaklaşması, bütünün içindeki yerini görmesi gerektiğine inanıyor, kendisi de bunu yapmaya çalışıyor.
AKP NEDEN BAŞARDI
Ayata, ‘AKP gökten düştü’ diye düşünenlerden değil, 1980’lerden itibaren bu akımla ilgilenmiş bir sosyolog olarak şu tespiti yaptı:
“O yıllarda İslami düşünce tartışılırken 70-80 yayın bulurduk. Motivasyon da çok yüksekti. Şimdi ise daha dünyevi, ekonomiyi öne çıkaran anlayış güçleniyor. Yapıları aşınıyor, idealizm eskisi kadar güçlü değil.”
Bugün, bilim adamlığının yanına siyasetçi kimliğini eklemiş olsa da rakibi objektif değerlendirmeye çalıştığını anlatan Ayata, en çok da, “AKP nasıl çıktı, nasıl devam ediyor, niçin başardı” sorularına yoğunlaşmış durumda.
Üç önemli kuruluşun AKP üzerine yaptığı çalışmaları da incelemiş olan Ayata, yaptıklarının yanında en çok AKP’nin kırılma noktalarına bakıyor.
Hastanelerden ayrılan tıp insanlarına dikkat çektikten sonra, en yoğun uzmanlık alanlarının teşvik edilmesinin önemine değinip şunları dedi:
“Bu alanlardaki seçkinlerle; ODTÜ, İTÜ ve belli başlı tıp fakülteleri ile barışık olmalı. Sanatla da. Sanatın yükselmediği yerde teknolojik üretim de yükselmez. Bu alanlarda çalışanı elitist görürsen ilerleme olamaz.”
Ayata, “Otoriter yönetimler Ortadoğu’da dahi dayanamadı. Türkiye gibi bir ülkede hiç dayanamaz” şeklindeki siyasi uyarısına ise özel vurgu yaptı.
Yazının Devamını Oku 22 Eylül 2011
ANKARA’DA insanlık dışı alçak bir saldırıyla katliam yapılmasından birkaç saat sonra, Siirt’te dört kadınımızın aynı alçaklık içinde bombalanıp taranmasından saatler önce ilginç bir toplantıdaydık.
TEPAV’ın ev sahipliğinde, yabancı diplomatların da yakın ilgi gösterdiği o toplantıda, Türkiye’yi iyi tanıyan gazeteci Hugh Pope, bize Uluslararası Kriz Grubu olarak hazırladıkları, (ICG) “PKK’nın Silahlı Mücadelesine Son Vermek” başlıklı raporu anlattı, çok ilginç detaylar verdi.
Başbakan Erdoğan dahil devletin ve AKP’nin önemli isimleri; PKK ve Kürt hareketlerinin önder adlarıyla ve sıradan vatandaşla detaylı, uzun görüşmeler yaparak hazırlanan raporun içeriği medyaya yansıdı.
BELKİ DE EV HAPSİ OLACAKTI
Pope, Erdoğan ve hükümet üyelerinin ‘bazı önemli değişiklikler olacağı’ konusunda kendilerine söz verdiklerini belirterek gelinen noktanın bunun çok ötesine geçtiğini ifade etti, kırılma adresi olarak da Habur’u gösterdi.
Pope’a göre oradaki yanlış PKK kaynaklıydı ve iki taraf arasında güvensizliğin tek kaynağı da Habur’daki o yanlışlıktı.
Yazının Devamını Oku 19 Eylül 2011
CUMARTESİ, eşi Güngör Hanım’ı son yolculuğuna gönderirken izlediğim Doğan Yurdakul’un etrafındaki güvenlik çemberi gıpta ettirecek güçteydi! Yurdakul’un, herhangi bir saldırıya karşı çok iyi korunduğunu görsem de, “Ya şimdi kötü niyetli birileri onu bu cami avlusunda kaçırmak isterse... Keşke korumalardan birine kelepçelenseydi” diye çok panikledim!
Allah’tan böyle bir şey yaşanmadı; aksi takdirde dinç ve dinamik görünüşüne aldanmayın Yurdakul, böylesi bir panikten çıkabilecek durumda değildi...
Yurdakul ile hayatımda ilk kez o avluda tokalaştım; Oda TV davası sanıklarının, bazılarıyla ayaküstü sohbet/selamlaşma dışında, hemen tamamı ile tek görüşmem yok, bazılarıyla dünya görüşüm ise tamamen farklı.
MÜYESSER İSE İKNA EDEMİYOR
En iyi tanıdığım Müyesser Yıldız, yıllardır Meclis koridorlarını arşınlayan arkadaşlarımızdan biri olmasına karşın öyle uzun sohbetlerimiz hiç olmadı.
Bu insanları savunacak hiçbir özel yakınlığım yok yani; ama Kocatepe Camii’nin avlusunda bir kez daha kendimle, vicdanımla hesaplaştım.
Günlerdir masamın üstünde bana bakıp duran Müyesser’in, el yazısıyla kaleme aldığı 4 sayfalık, “Merhaba Şükrü Abi” diye başlayan, “Nasıl bir terör örgütünün üyesi olduğunu!” anlatan mektubunu anımsadım.
Müyesser, dün o mektubu bir kez daha okudum, kusura kalma, terör örgütü üyeliği konusunda beni yine ikna edemedin; oysa savcıları ikna etmişsin!
Malum, Deniz Feneri savcılarının görevden alınmalarının bir gerekçesi de savcı-sanık ilişkisinin spekülasyonlardan korunmasıydı.
Oysa Müyesser’in savcıları arasında davalık oldukları da vardı; ama geçin.
Müyesser dahil sanıklarla ilgili iddianameyi heyecanla beklemiştim.
“Gizli delilerle dolu” denilen iddianameyle de Müyesser’in örgüt üyeliğine ikna olamadım, aranan silahlı terör örgütünü orada da bulamadım.
Ancak silah yoksa da ikna olmuşlar arasında, vicdanına güvenmek istediğim Nazlı Ilıcak’ı da görünce kendimden kuşku duyar hale geldim.
Nazlı Hanım, cuma günü, “Bombalar olmadan da olur”, “Bazıları bilmeden bu örgüte hizmet edebilir” anlamına gelen bir yazı kaleme aldı.
O zaman, “Düşünce suç olmaz” diye bağırmanın bir anlamı artık yok.
MEYVELERİ GÖRECEĞİZ
Tüm bu yaşananlara karşın yine de iyi niyetimizi korumak durumundayız.
O nedenle Yurdakul’un, eşinin cenazesine ring aracında getirilmesinin nedenini Adalet Bakanlığı yetkililerine sordum. Kendilerinin de koruma gibi, “Keşke araç da sivil olsa” dediklerini; ancak bu konudaki tasarrufun başka bir kuruma ait olduğunu, o kurumu da yönetmeliklerin bağladığını belirtip şu bilgiyi verdiler:
“Ring araçları güvenlik donanımlı. Bir olumsuzluk halinde araç önemli güvence. Bu noktada, oradaki amire, ‘İlla sivil araçla götür’ diye talimat verme hakkı kimsede yok. Karar onun. O amir de risk almak istememiştir.”
Davaların uzun sürmesini de anımsattım, bu kez umut veren şu yanıtı aldım:
“Salon sayısı ikiye çıkarıldı. Fiziki mekan dışında akla gelecek her konuda mahkemelerin tüm ihtiyaçları giderildi. Daha hızlı çalışabilecekler. Bu konuda birkaç güne ayrıntılı açıklama yapacağız. Dava süreleri çok ciddi bir şekilde kısalacak. Hepimiz de ikna olacağız. Meyvelerini göreceğiz, yani.”
Hukuksuzluk bir yana, hadi umalım ki hiç değilse bu sözler gerçekleşsin.
Yazının Devamını Oku 15 Eylül 2011
SABAH bir de baktık, hepimiz için en önemli kurum olan Milli Eğitim Bakanlığı bir Resmi Gazete yayınıyla yeniden yapılandırılmış. Öncelikle bu düzenlemenin kanun hükmünde kararnameyle (KHK) yapılmasının demokrasisi gelişmiş ülkelere yakışmadığını söylemeli; çünkü KHK, daha çok olağanüstü dönemlerin yöntemleri olarak anımsanır.
Hele bırakın koalisyonu, Meclis’te devasa güce sahip bir iktidar varken bu yola başvurulmasını anlamakta güçlü zorluklar var.
TBMM’nin dışlanması anlamına da gelen KHK yöntemiyle devlet yeniden yapılandırılırken kamuoyu da yeterli bilgi sahibi olamıyor, tartışamıyor.
İşin bu yanını vurgulamak kaydıyla Milli Eğitim Bakanı Ömer Dinçer’in dün gazetelerin Ankara’daki yöneticilerine yaptığı açıklamaları temel alarak, bu bakanlıkta yapılmak istenenleri görmeye çalışalım.
DİNÇER’İN VERDİĞİ SÖZLER
Öncelikle Bakan Dinçer, sözlerinin başında kimsenin düzenlemeye önyargılı yaklaşmamasını, aksine yardımcı olmasını ve de kendilerine, “Bu insanlar iyi niyetle sorun çözmeye çalışıyorlar” diye bakılmasını istedi.
Dinçer, herkesten bunu beklerken yapacağı icraatlarda ideolojik kaygıyı öne çıkarmama, objektif olma, atamalarda ‘hak eden/yöneten/nitelikli personel’ ilkesine göre hareket etme sözü de verip, “Aksi tek uygulamam olursa her eleştiriyi kabul ederim” diye ekledi.
Ufak dokunuşlarla çözülecekken işin birden çok sahibinin olması nedeniyle çözümsüz kalan birçok sorunu ortadan kaldırmayı hedeflediklerini anlatan Dinçer’e, “Düzenleme kamuoyunda neden tartışılmadı” diye sorduk.
Aslında böylesi işlerin kanun konusu edilmesini dahi yanlış bulduğunu, teşkilat yapılarını düzenleme yetkisinin bakanlıklarda olması gerektiğini savunmakla birlikte şunları söyledi:
“Bu, yeni bir çalışma değil. Hüseyin Çelik ve Nimet Çubukçu arkadaşlarımız döneminden gelen bir çalışma. İlgili tüm kurum ve kişilerle tartışılarak, görüşler alınarak yapıldı. ‘Yeşil Kitap’ adıyla da basıldı. Bugün yaptığımızda Yeşil Kitap’a aykırı temel tek düzenleme bulamazsınız.”
ÖĞRETMENİN SİHİRLİ GÜCÜ VAR
Eğitimle ilgili diğer soruları, “Çalışma gölgede kalmasın” diye erteleyen Dinçer, söz konusu öğretmenler olunca şu dikkat çekici sözleri etti:
“Öğretmen, eğitimin direği. Öğretmen eğitimdeki her açığı kapatabilecek sihirli güce sahip. Bilgisi, donanımı, şefkatiyle yeniden kendine güvenen öğretmen olacak. Öğretmenlerimizle ilgili ayak üstü karar almayacağız. O nedenle alt başlıklarını ayrıntılı belirlediğimiz bir çalışma yaptırıyorum. Çok önemsediğim bu kritik çalışma da en kısa zamanda bitirilecek.”
Dinçer, daha iyi bir eğitim için özel sektörün katkısına da değinince fırsattan yararlanıp daha geçen cuma günü, mezun olduğum liseme bakarken okulumla aramda hissettiğim bağ kopukluğuna dikkat çektim.
Beyoğlu Hasköy Lisesi mezunuyum ancak sonraki yıllarda yapılan tadilat nedeniyle okulumun adı Güner Akın Lisesi oldu, Hasköy adı silindi.
“Özel sektörün katkısını çok önemsiyorum. Ancak okulumun adı en azından ‘Güner Akın Hasköy Lisesi’ olamaz mıydı” diye sordum.
“Bunu haklı bir tavsiye olarak alıyorum” diyen Dinçer, sözlerinin sonunda da yaptıklarının iyi niyetle karşılanması vurgusunu yeniledi.
“Peki, hepimiz böyle yapalım” desek de Bakan Dinçer, verdiği sözleri yerine getirdiği, objektif davrandığı ölçüde zaten tek kuşkuya yer kalmayacaktır.
Yazının Devamını Oku