12 Eylül 2011
BUNCA iç ve dış politik sorun gündemi kaplamış, iktidar ve muhalefet sert tartışmalara tutuşmuşken iki gün sanki başka bir Türkiye’de yaşadım. Perşembe günü Türkiye’nin en büyük, dünyanın ise Panama Kanalı’ndan sonra ikinci ‘tek parça işi’ olan İzmit-İzmir Otoyolu İzmit Körfez Geçiş Köprüsü’nün yapım anlaşmasının imza; ertesi günü de dünyanın en büyüğü olan Zeugma Mozaik Müzesi’nin açılış törenlerini izledim.
KDV, faiz derken 9.2 milyar dolara çıkacak otoyol için Boğaz’a nazır yemek yerken yüklenici Nurol-Özaltın-Makyol-Astaldi-Yüksel-Göçay firmalarının patronlarını, “Şu gelişme olursa faizler binde şu kadar düşer, şu olursa şu kadar yükselir” hesaplarını yaparken dinlemek ilginçti.
ECE EGE’NİN HAYKIRIŞI
Patronlar bu hesapları yapadururken ben birinden, bürokratlar ve işadamları tanıklığında, ciddi bir maliyet yükleneceği öyle bir söz aldım ki, Başbakan Tayyip Erdoğan başta, herkesten “Sözünü yerine getir” desteği isteyeceğim. “Neden Erdoğan”, sorusu için önce Zeugma Müzesi’nin açılışına gitmem gerek.
Müzeye büyük emek verdiğini herkesin kabul ettiği Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay’ın ‘torpili’ sayesinde, Dice Kayek’i yaratan kardeşlerden Ece Ege, Sabah’tan Mahmut Övür, Taraf’tan Yıldıray Oğur ile beraber açılış öncesi rahat gezme olanağı bulduğumuz müzeyi, övmeme hiç gerek yok.
2000 yılında o gün dünyanın en büyüğü olan Tunus Mozaik Müzesi’ni gezerken “Mozaik diyarı Türkiye bu birinciliği nasıl kaptırmış” diye çok hayıflanmış, bunu dönemin bakanlarına da ifade etmiştim.
Zeugma Müzesi, sadece Tunus’u ikiye katlamış olmasıyla değil, birebir ebatta sergilenmesi, büyük boyutlu nadir tek parça mozaik eserlerle de çok etkileyici, beni fazlasıyla mutlu eden bir müze olarak karşıma çıktı.
Tabii herkesin bakış açısı farklı olur ancak moda-tasarım dehası Ece Ege’nin, defalarca “Aman Tanrım, bu ne renkler arası geçiş, bu ne kıyafetler! Kim tasarlamış!” diye haykırması sanırım herkese tabloyu daha iyi anlatacaktır.
DAHA ÇOK MÜZE GEREK
Mars heykelinden, Çingene Kızı’ndan söz etmeme de hiç gerek yok ama bence bu müze, çok daha büyük bir insanlık mesajına ev sahipliği yapıyor.
Müze, evlere su verilen, hijyene uygun tuvalet yapılan, sanat-ustalık-ticaret-ekonominin en üst düzeye çıktığı bir dönemi gözler önüne seriyor.
Bunlar 250 yıl süren barış döneminin sonucu; yani barış varsa refah var.
Bizden biraz sonra aynı salonları gezen Başbakan Erdoğan da törende sözlerine, “Bu müze barışın simgesi” diye başlayarak bu gerçeği vurguladı.
Erdoğan, birkaç cümle sonra “Türkiye, müzecilikte zayıf bir ülke; çok daha zengin olmalı” dediğinde ise kendimi maden bulmuş biri gibi hissettim.
Çünkü bu sözler, yazımın başında andığım patrona karşı beni güçlü kılıyor.
Orada sözünü ettiğim patron, arkeolojik eserlerle birlikte anılan Marmaray ve Ilısu Barajı’nı da inşa eden Nurol’un patronlarından Oğuz Çarmıklı’ydı.
Bu iki işi üstlenmiş olan Nurettin-Erol-Oğuz Çarmıklı kardeşlere, dünya çapında bilinen bir arkeoloji müzesini Türkiye’ye kazandırmak çok yakışır.
Önerimi üç kardeşe, daha önce de söylemiştim ama perşembe günü ilk kez Oğuz Bey, “Tamam, bu kez söz; buradan para kazanalım yapacağız” dedi.
Aynen Nihat Özdemir’in, sinema alanına yatırım yapma sözü gibi, -ki geçen gün, “Çok yakında” dedi- bu ‘Çarmıklı sözünün’ de takipçisi olacağım.
Cumartesi günü, eski Turizm Bakanı Bahattin Yücel, başlattıkları dönüşümü göstermek için bana Samatya’yı gezdirdi.
Müze, İstanbul’da 8 bin yıllık yaşamı kanıtlayan buluntuların çıktığı bu istasyonda kurulamaz mı, bir şey diyemem ama ‘daha çok müze’ diyen Erdoğan’dan, “Sözünü tut Oğuz” desteği istemeye hakkım olsa gerek.
Yazının Devamını Oku 8 Eylül 2011
GENÇLİK ve Spor Bakanı Suat Kılıç ile sohbet ederken kabinenin en şanslı üyesiyle konuştuğum düşüncesine kapılmadım değil. Bunun nedeni Türkiye’nin son yıllarda spor alanında yaptığı yatırımlar.
Haklarını teslim etmeli; Kılıç’tan önceki bakanlar, Murat Başesgioğlu ve Faruk Özak bu alanda önemli adımların atılmasına öncülük ettiler.
Kılıç, çiçeği burnunda bir bakan olarak ev sahipliği yaptığı Trabzon 2011 Gençlik Olimpiyatı sonrası, Avrupa Olimpiyat Komiteleri Birliği Başkanı Patrick Hickey ve Genel Sekreter Raffaele Pagnozzi’den bir mektup aldı.
Tam bu nokta da Özak’ın, o olimpiyata büyük emek verdiğini, bakan olmadığı halde etkinlikler boyunca tam gün mesai yaptığını anımsatmamız bir görev.
Kılıç, mutlu bir yüz ifadesiyle okuduğu mektuptaki, “Sadece organizasyon olarak değil, tesislerin kalitesi ile de olağanüstü başarılı olarak yeni bir standart belirlediniz” cümlesine özel dikkat çekti.
TESİSLER OKULLARA AÇILIYOR
Son 10 yılda tesis konusunda büyük atılım yapıldığını söyleyen Kılıç, “Bu konuda en üst düzeydeyiz. Tesis sorunu da para sorunu da yok. Spor Genel Müdürlüğümüzün bütçesi 10 kat, Spor Toto’nun gelirleri 15 kat artırıldı” derken bir şeylerin eksik kaldığını ima edip şöyle konuştu:
“Bu çabaları, yatırımları, emeği artık başarıya yansıtmamız gerek. Başarıya yansıması da insan üzerinden olur. Dünya çapında sporcu çıkarabilecek kapasitemiz, altyapımız var. Bu amaçla daha başka neler yapmamız gerektiği konusunda üniversitelere, teknik kadrolara, sporculara, uzmanlara danışacağız. Hedefimizde tüm spor branşları olacak ama olimpik branşların biraz daha önde tutulması çok doğal görülmeli.”
Bakanlığa bağlı tüm tesisleri, kapalı spor salonlarını, statları okullara kullandıracaklarını bildiren Kılıç, okul takımlarını özendireceklerini, başarılı öğrencileri seçme şansı sağlayacak bir okul takımları arası organizasyonu hayata geçireceklerini aktardı.
Böylece ilköğretimden itibaren spora eğilimli gençleri takip etme, onlara daha iyi olanaklar sağlama konusunda önlem alınacağını sözlerine ekleyen Kılıç, “Beşikten başlayan bir spor anlayışı olacağını düşünün” dedi.
Yöresel spor eğilimleri ve ildeki tesisler dikkate alınarak gençlerin spor merkezlerinde buluşturulması, okullar arası seçmeleri geçen öğrencilerin kamplara çağrılarak özel olanaklara kavuşturulması da planlar içinde.
EV SAHİPLİĞİ İÇİN DAHA ATAK TUTUM
Sporun gelişmesinde seyir zevkinin bulunup bulunmadığının da önemli olduğunu anımsatan Kılıç, şöyle bir örnek verdi:
“Anadolu’da güreş festivalleri çok yaygın ve büyük ilgi çekiyor. Şehirde ise ilgi başka sporlara kayıyor; tenis, yüzme, basketbol, futbol gibi... ”
Hedefin, “En az bir spor dalını bilinçli olarak yapan insan” olması gerektiğinin altını da çizen Kılıç’a göre uluslararası spor organizasyonları spora ilgiyi ve seyir zevkini geliştirmeye büyük katkı sağlıyor.
Böylesi organizasyonlar yeni tesis yapma, mevcutlarını yenileme anlamına geldiği için de Türkiye, bu alanda daha aktif ve istekli davranacak.
Örneğin Türkiye, 2012’de bilek güreşinden atletizme, okçuluktan golfe kadar, şu gün itibariyle 9 dünya şampiyonası veya uluslararası önemli organizasyona ev sahipliği yapacak.
Bu nedenle sonraki tüm uluslararası organizasyonlar yakın izlemeye alındı.
Yazının Devamını Oku 5 Eylül 2011
BDP Kongresi’nin yapıldığı Ahmet Taner Kışlalı Salonu’nun önüne geldiğimde içeriden PKK ve Öcalan lehinde sloganlar yükseliyordu. Salona girdiğimde ise kadın ve genç gerçeği ile bir kez daha karşılaştım.
Çarşaflı, türbanlı, başı açık, askılı kıyafetli, yöresel giysili kadınlarla rengârenk görüntü kazanan salonda atılan sloganlarda da kadınlar öndeydi.
Örneğin, ‘şehitler için saygı duruşu’ etkinliğinde önder yine bir kadındı. Tribünlerdeki o kadın, PKK gösterilerinde okunan bir marşı söylerken tüm salon da onun sözlerini, yumruklar havada tekrarladı.
Takkesi ve sakalıyla dindarlığını sergileyeninden kravatlısına, şalvarlısından üniformalısına kadar erkekler arasında ise gençler çoğunluktaydı.
Hemen burada, genel başkanlığa yeniden seçilen Selahattin Demirtaş’ın konuşmasının başında kadın ve gençlere özel bölüm ayırmasına; bir parti kongresinde töre cinayetini, kadına yönelik şiddeti, erken yaşta evlendirmeyi açık hedef yapan ilk genel başkan olmasına dikkat çekmeliyim.
BEKLENEN GÜÇLÜ MÜDAHALE
Başbakan Tayyip Erdoğan aleyhinde sert sloganların da yükseldiği kongrede, Türk bayrağı ise bu kez, büyük boy ve çok görünür bir konumdaydı.
Öncekilerine göre daha disiplinli geçen kongreye ‘demokratik özerklik’ talebi damgasını vursa da konuşmacılar, gelinen noktada BDP’den beklentilerin büyük olduğunun farkında izlenimi verdiler.
Özellikle Filiz Koçali’nin, BDP’yi Türk ve Kürt halkının arasının açılmaması için Türkiye’nin sigortası gibi gösterip, “Çare mesafeyi açmak değil kapatmaktır. Bu kongre ile hükümete mesafeyi kapatma mesajı vereceğiz” demesini, “İnşallah” diyerek önemsemeli.
Demirtaş’ın da sözlerine, “BDP’den beklenti sürece güçlü müdahale” diye başlayıp, “Eksiklerimiz olduğu aşikâr” özeleştirisini yapması, “Kürt ve Türk halkları bir arada yaşayacaklarına dair stratejik karar vermişlerdir” demesi ve temel görevlerini ise ‘bu birliği sağlam temellere oturtmak’ diye tanımlaması da “İnşallah” dedirten ifadelerdi.
KÖŞK’E ÇIKIYORLAR
Demirtaş’ın, BDP’yi, PKK’nın dağdan inişini sağlayabilecek güç olarak göstermesi de yabana atılacak sözler değildi.
Miting alanlarındaki söylemleriyle kıyasladığımda, daha az ajitasyon yapıp, daha çok siyasi değerlendirmelerde bulunan Demirtaş’ın, sorunun çıkmaza doğru gittiği bu süreçte ‘yeni’ ne yapacağını birlikte izleyeceğiz.
Ancak 30 yıldır silaha sarılmış bir örgütün o silahı terk etmesi sağlanmadan mesafe almanın zorluğu ortada durduğuna göre işi kolay değil.
“Devlet de silah bıraksın” gibi fanteziden uzaklaşıp, en azından 3-5 yıl silahlar gömülmedikçe iki halk arasında mesafe ise açılmaya devam edecek.
BDP eğer samimiyse seçimden bu yana yaşanan yönetim boşluğu da dün giderildiğine göre tehlikeli gidişi tersine çevirecek adımlar atabilmeli.
BDP’nin yeni yönetimi en kısa zamanda Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’e çıkacak. Ancak o adım TBMM’ye dönüşle de desteklenmeli. Diğer yandan iktidarın da PKK ile aynı tabandan gelse de BDP’ye, “Sizi gidi PKK” söylemini kenara bırakması lazım.
BDP’den, PKK’ya karşı daha fazla risk almasını beklemek herkesin hakkı çünkü Demirtaş’ın dediği gibi eğer çözüm, eninde sonunda siyasetten gelecekse, siyaset de eninde sonunda silaha karşı çıkma cesareti göstermeli.
Yoksa, şöyle bir çevremize bakalım; Ortadoğu’da bütün halklar acı çekiyor.
Malı götüren ise petrol ve güç peşindeki emperyal devletler, o halklar değil.
Özgürlük derken, sonsuza dek o emperyallere yem olmak da bugün çok kolay.
Yazının Devamını Oku 1 Eylül 2011
CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu görevi devralmasından sonra kişisel olarak toplumdan çok olumlu yankı aldı, destek gördü. Anketlere inanacak olursak Kılıçdaroğlu adı başlangıçta, CHP’yi yüzde 30’lara taşıdı; ancak esas ölçü olan seçimlerde CHP yüzde 26’da kaldı.
Liderliğe bir siyasi mücadeleyle değil konjonktür sonucu gelen Kılıçdaroğlu, adının yanına çalışkanlığını katarak CHP’yi bu noktaya taşıdı.
Tayyip Erdoğan gibi güçlü bir ‘yönetebilir’ algısı yaratmış, liderliğini kanıtlamış bir siyasiyle yarışanların, adları kadar, ‘nasıl ve kiminle yönetecekleri’ konusunda da toplumu ikna etmesi gerektiği ise açık gerçek.
CHP’deki önemli sorunlardan birini bu noktada görmekte yarar var.
HÂLÂ SAVAŞ ODASI YOK
Kılıçdaroğlu, birlikte yürüdüğü siyasi bir kadrosu olmadığından “İşte takımım” dediği bir yönetim oluşturamadığı için kendisine destek veren Önder Sav’ın yol arkadaşlarını öne çıkarmak zorunda kaldı.
Sav ve arkadaşları kabul etmeyebilir; ancak hem Kılıçdaroğlu’na ‘lider itibarı’ vermediler hem de toplumda, ‘Onu biz yarattık’ algısı yarattılar.
Uzatmaya gerek yok, sonuçta Kılıçdaroğlu, Sav’la yolunu ayırınca toplumda, kendi kadrosunu yaratarak seçime gideceği beklentisi oluştu.
Ancak yeni Parti Meclisi (PM) Kılıçdaroğlu damgası taşısa da CHP kitlesini çok memnun etmedi, topluma da “Yönetebilir bir takım” güveni vermedi.
Takım, sadece parti yönetimi demek değil; ‘başkanın adamları’, ‘başkanın savaş odası’ diye tanımlanan danışman kadrosu da en az o kadar önemli.
Kılıçdaroğlu şunca zamandır bir ‘savaş odası’ ekibi dahi kurmaz veya kurmak istemezken Erdoğan, her fırsatta böyle bir kadro ile poz verdi.
Aslında CHP’de, Kılıçdaroğlu’nun yanı sıra, Türkiye’yi en az iki kez dolaşan yöneticiler de güçleri oranında büyük performans gösteren örgütler de oldu.
Ancak bütün bu çalışmaların etkin bir şekilde organize edilemediği görüldü.
Yani kurumsal iletişim güçlü kılınamayınca Genel Başkan, MYK, PM, örgütler, belediyeler ve gönüllüler arasında koordinasyon yeterli güçte işleyemedi.
Takım ve ekip ruhu doğmayınca savaşma gücü de en üst düzeye çekilemedi.
TEKİN DE VERİMSİZ KALDI
Bu durum organize bir şekilde ‘gündem yaratma’, ‘karşı saldırılara organize yanıt verme’, ‘olumsuzlukları silme’ gibi konularda da eksiklik yarattı.
Bu noktada Kılıçdaroğlu’nun arkadaşlarına, “Sizden beklentim şu noktalarda” diye güçlü bir hedef vermemiş, eksiklikler konusunda onlardan yeterince yararlanmamış olması da çok muhtemel.
Ancak partinin iki numaralı ismi, örgütün başındaki Gürsel Tekin’in bu sorunları aşmada beklentileri karşılayamadığı algısı da oldukça yaygın.
Bugün Tekin, ciddi bir özeleştiri yapmış da olabilir; ama üç büyük ilde, il başkanları konusunda yaşanan başarısızlıklar, Ankara’daki yolsuzluk bağlantılı son örgüt karmaşası da yeterli işaretler.
Ankara’da istifa eden il başkanı ile Tekin’in yakın çalışma arkadaşları arasındaki geçimsizlik öyle bir boyut alıyor ki imar değişikliğini yapan Büyükşehir Belediyesi, yolsuzlukla mücadele de savcıların görevi olduğu halde CHP işin altında kalıyor, rakiplerine büyük koz veriyor.
Şimdi ise CHP, yeni bir yönetimle 6 ay sonra yeni bir kurultaya gidiyor.
Oradan çıkacak kadro yerel seçimde CHP’ye ya şenlik yaşatacak ya da matem. Yani Kılıçdaroğlu’ndan sade üyesine, her CHP’li aynanın karşısına geçmeli.
“Bunlar kolay ahkâm” diyen çıkar mı bilmem; ama bizim gördüğümüz bu.
Yazının Devamını Oku 29 Ağustos 2011
PERŞEMBE günü, “Bakın buraya da yazıyorum, göreceksiniz bu soruşturmalar kısa sürede tamamlanacak ve o savcılara bir fatura çıkarılması olasılığı çok yüksek” diye yazmıştım. Doğrusu bu kadar hızlı hareket edileceğini düşünmemiştim, ama böylesine cüretkâr bir karar alınabileceğini bekliyordum.
Artık böyle demek ki, sizden olanları soruşturan savcıları anında görevden uzaklaştırırken yıllardır ‘Acı çekiyoruz’ diye bağıran sanıkların feryadını, sırf sizden değil diye ‘sümen altı’ edebiliyorsunuz, bu ne acı çifte standart.
Somut örnek verelim, bir Ergenekon savcısıyla ilgili yapılan yüzlerce şikâyet uzun süre işleme konulmadığı gibi, “Yeni şikâyetler geldiği için hepsine bakılıyor” gerekçesiyle bir türlü sonuçlandırılmadı.
Bu sürede savcı, terfi ettiğine göre de şikâyetlerin tümü haksızmış demektir.
Ne diyelim, bağımsız ve tarafsız yargıdan anlamamız gereken artık buymuş. “Yetmez, ama evet” diyenleri de anlamamışız.
Oysa onlar, “Şimdilik buna da şükredin” diye uyarı görevlerini yapmışlar.
YILDIZ OLMAK VARKEN
Yargıda ne büyük çifte standartlar yaşanıyor, gerçekten akıllar almıyor.
Bütün bunlar yaşanırken CHP’de olanları da akıllar almıyor.
Bir süredir Kürt sorunu nedeniyle CHP ile ilgili yazamadım , ancak CHP’de hiç de önemsiz görülmeyecek pek çok gelişme yaşandı.
Kemal Kılıçdaroğlu sonrası CHP’nin kazandığı ivmenin 12 Haziran seçimlerinde bu partiyi memnun etmediği kesin ve bunun bir faturası bekleniyordu.
Kılıçdaroğlu, faturayı yönetimdeki arkadaşlarına kesti, haksız da bulunmadı.
Seçim boyunca bir ikisi hariç, gündem yaratan tek genel başkan yardımcısı olmadı , öylesine boş bir alan vardı ki yıldızlaşmak çok da kolaydı.
Aksine birçoğu kırdıkları potlar, aleyhte kullanılacak sözleriyle CHP’den puan alıp götürürken bunun farkında dahi olmadılar.
CHP örgütlerinin yeterince çalışmadığı veya güçsüz olduğu da bir gerçekti.
Ancak CHP yönetiminin de onlara yeterli hedef ve şevk vermediği kesin.
Kılıçdaroğlu da seçim sürecinde tabii ki bazı hatalar yaptı, ama çalışkanlığı ile CHP seçmeninden alkış aldı, tatmin etti.
O alkışta, seçim sonrası daha organize bir parti yönetimi umudu da vardı.
ARTIK KILIÇDAROĞLU’NDAN GİDİYOR
Kabul Kılıçdaroğlu, genel başkanlığa hazırlıklı olmadığından, arkasında da siyasi bir mücadele ve o mücadeleyi birlikte omuzladığı kadrosu yoktu.
Yanında kimi bulursa yetinmek durumunda kalan Kılıçdaroğlu, parti içinde çok badireler atlatınca giderek daha dar bir kadrodan yönetici seçti.
Üç büyük değişimin ardından yeni bir yönetim oluşturan Kılıçdaroğlu’nun, artık tek sorumlu görüleceği, ‘kendisinden yemeye başlayacağı’ ortada.
Üç büyük ilde yapılan atamalar da yıkıcı sonuçlar gösteren cinsten oldu.
Bir il başkanının, yolsuzluk duyarlılığı tek kelime ile alkış alır.
Ancak uygulanan yöntem de alkışlık olmalı, düşünün, böylesi bir Türkiye’de bir il başkanının, hani bazı askerler veya ajanlar gibi konuşmanızı gizlice kaydettiğini biliyorsanız ne kadar yürekli olabilirsiniz?
Beni mazur görün, ama şunca yıllık gazeteciyim, tek konuğumun dahi konuşmasını gizlice kaydetmediğim için bu yöntemi hiç anlamıyorum.
Bu arada Can Ataklı’ya bir yazısında adı geçen CHP yöneticilerinin gösterdiği tepkinin yadırgatıcılığı da atlanacak gibi değil, hele o CHP’liler Kılıçdaroğlu veya partileri çok daha ağır eleştiriler alırken hep sessiz kalmışlarsa.
Yazının Devamını Oku 25 Ağustos 2011
YARGILAMALARIN uzaması toplumsal barış ve geniş uzlaşma için risk taşıdığından bazı hesaplaşmaların bittiğini gösteren adımları atmak gerek. Bu hesaplaşmada yargı en büyük rolü oynadı, ‘iyi ki böyle’ oldu da diyelim.
Ancak gelinen noktada sivil ve demokrat bir Türkiye’nin varlığını kanıtlamanın yollarından biri de, önceki yazımda belirttiğim gibi, yüzlerce tutuklunun bulunduğu ana davaları bir an önce bitirebilmektir. Sık sık vurguluyorum, AKP damgalı yeni TCK yapılırken ana amaç yasaların özgürlükçü yorumlanması, tutukluluğun zorlaştırılmasıydı.
İktidar sözcüleri bunu 2-3 yıl öncesine kadar her fırsatta dillendirdiler, ama ne zaman ki Ergenekon, KCK, Balyoz gibi davalar başladı o sözler unutuldu gitti.
DENİZ FENERİ ÖRNEK OLSA
Deniz Feneri davası açılıp tutuklamalar gelinceye dek iktidar ve iktidara güç veren kesimler arasında savcıları eleştiren pek çıkmadı, şimdi ise herkes görüyor, bu dava nedeniyle savcılara kılıç çekildi, acil soruşturma açıldı. Bakın buraya da yazıyorum, göreceksiniz bu soruşturmalar kısa sürede tamamlanacak ve o savcılara bir fatura çıkarılması olasılığı çok yüksek.
Çünkü iddialara göre, o savcılar suç üretmişler, mal varlıklarına el koyma kararında mahkemeyi aldatmış, Almanya ile de doğrudan yazışmışlar...
İddialar hükümete yakın medyada manşete oturunca da HSYK işe koyuldu.
Şike soruşturmasında da benzer bir hızlılığın görüldüğünü unutmamalıyız.
Peki ama, cezaevinden ölüsü çıkan tutuklular, “Savcı beni oğlumla tehdit etti” diyen sanıklar, “Savcı, polisin verdiği listedeki kişileri tutukladığını itiraf etti” diyen avukatlar ve sahte belge iddiaları varken yıllarca sessiz kalınması vicdan veya adalet duygusundan mı?
Bugün her sanık, Deniz Feneri sürecine gıpta ile bakarken dahi bazılarının adalet duygusu, sadece söz konusu dava Deniz Feneri ise tatmin olmuş değil.
Öbür yandan Deniz Feneri sanıkları hiç ziyaretçisiz kalmıyor.
Ziyaretçiler arasında çok sayıda gazeteci ve AKP milletvekili de var.
İyi güzel de, komutanlar Hasdal’ı ziyaret ettiğinde aynı isimler bunu normal mi buldu, yoksa örneğin Cemil Çiçek, şu sözleri dedi diye topa mı tuttular: “Gazeteciler meslektaşlarını ziyaret ediyorsa komutanlar neden etmesin? Bu ziyaret normaldir, aralarında yanlış yapmış olanlar vardır, ama sonuçta bunlar beraber çalışmış meslektaş olmuş insanlar.”
DAVALAR AYNI SALONDA
Demek istediğim sanık ziyaretinde dahi çifte standardın âlâsını yaptık. Ancak özellikle biz gazetecilerle siyasiler çifte standardı bir kenara bırakmazsa, ileriki yıllarda çok sayıda vicdanın sızladığını göreceğiz. Allah aşkına, İstanbul 11. Ağır Ceza Mahkemesi Başkanı Şeref Akçay’ın gazeteci Ahmet Şık’ın tutukluluğuna itirazının gerekçelerini okumak dahi bizi bir vican, mantı sorgulamasına itmiyor mu?
Davalar hiç de hızlı yürümüyor ve bu ana davaların savcılarına yeni görev vermemek de son tahlilde işi hızlandıracak değil, çünkü en azından davalar aynı salonda sürüp, biri görülürken diğeri bekledikçe durum değişmez.
Eminim Adalet Bakanlığı işin farkında, ama yeni salon açmak o kadar zor mu?
Davalar uzayınca sanıklar, başlangıçtaki uzun savunmalardan vazgeçti. Doğrusu bu mu, yoksa davaları kesintisiz yapılır hale getirip hem süratlendirmek hem de sanıklara yeterince savunma hakkı tanımak mı?
Son olarak, yurtdışı görevde olanlar da dahil sanık askerlerin tümü, tutuklanacaklarını bile bile, kaçmıyor da bölük bölük savcılıklara gidiyorsa şu ‘kaçma şüphesini’ ciddi bir şekilde sorgulamak gerekmez mi?
Umarız Adalet Bakanlığı bu konudaki genel çalışmasını da ekime yetiştirir.
Yazının Devamını Oku 22 Ağustos 2011
İKTİDARIN dokuzuncu yılında Kürt sorununa çözüm konusunda başa dönülmüş, yeniden hava harekâtı zorunlu görülmüşse AKP’nin de devletin tüm kurumlarının da yeni şeyleri düşünmesi gerektiği açık ve net. Bir kere işe ciddiyetle yaklaşmak gerektiği ortaya çıkmıştır, yani Bülent Arınç’ın, “Çay kahve içip dağılıyorlar” söylemine hiç başvurmamak gerek.
Yapılan operasyonlar etkili sonuç verse de PKK ateşkes ilan etse de hiçbir şekilde sorunun bittiğini düşünmemeli.
Kabul etmeyeceklerin çokluğunu görür gibiyim, ancak bugün bölgede PKK-BDP çizgisi, daha geniş tabana hitap etmekte, daha organize, yerel yönetimlerde daha güçlü, halkı etkileyecek daha fazla enstrümana sahip. Durum bu nedenle çok daha farklı, çözüm de hem daha kolay hem daha zor.
ÖNCELİK KADIN VE GENÇ
Yeniden vurgulayayım, PKK-BDP bölgede özellikle gençler ve kadınlar arasında, onlara hiçbir hizmet getirmediği halde büyük destek bulmuş.
Peki gençler ve kadınlar neden bu yola girdiler ve nasıl kazanılır?
Defalarca ifade ettim, gençler ve kadınlar sadece etnik kimlikle kazanılmamış, onları aşiret/aile baskısından kurtaran ‘kadın’ ve ‘genç’ kimliği de verilmiş.
1984 Eruh baskını sonrası 15 gün kaldığım Hakkâri’de kadın sokakta dahi yoktu, bugün ise aynı sokaklarda gecenin her anında kadın görebilirsiniz.
Kadın sadece sokağa da çıkmamış, örgütte, yerel yönetimlerde, BDP’de, bütün diğer siyasi hareketlere oranla, çok daha aktif, çok daha ileride ve güçlü.
30 yılda o coğrafyada kadın erkeğe hükmeder, emir verir konuma gelmişse, o fotoğrafın doğru okunması ve kadının daha iyi anlaşılması şart.
Gençlerde de tablo aynı, aile ve aşiret baskısından kurtulmuş, gece eğlenceye de çıkabilen, karşı cinsle rahatlıkla iletişim kuran bir gençlik var artık.
İş-güç sahibi olmasa da o gencin bu coğrafyada kazandığı bu hakkı Batı’dan bakıp anlamamız çok zor, o nedenle diyorum ki kadın/genç üzerindeki baskı, PKK’nın henüz etkin olamadığı diğer illerde de kaldırılmazsa kaygılanalım.
SİYASETİN DİLİ DEĞİŞMELİ
Bakın eğer bir ilde, yıl değil aylar zarfında 400’ü aşkın kadın intihar ediyorsa, ‘gelenek’ denip dedesi yaşında adamlarla evlendirilen onlarca çocuk hamile kalıyorsa, genç/kadın katı bir muhafazakâr yaşama mahkûm kılınıyorlarsa bunun ilelebet sürmesi hiç beklenmesin, biri gelir o yapıyı kırar, ama kim?
Artık halkla temasta örgütün önüne geçen, örgütle halk arasında duvar oluşturan politikalara ihtiyaç var, ancak sadece o bölgede ‘başka şeyler yapmak’ da yetmez, toplumun tümünü kucaklayacak yeni kararlar almalı.
Bu parlamento Kürt sorununun çözümü için kritik önemde ve elverişli bir zemindi, ancak daha ilk adımda sakat doğum gerçekleşti.
Operasyonlar ne sonuç verirse versin, yemin krizini CHP ve BDP değil AKP kendi iradesi ile çözerek bu yoldaki ilk adımını atabilir.
AKP iç muhalefete karşı terörle ilgili dilini derhal değiştirmeli.
Ne oldu yani, seçim süresince muhalefet PKK ile işbirliği içinde gösterilerek yüzde 50 kazanıldı da sorun mu çözüldü veya çözüm tek başına mümkün mü?
AKP’yi destekleyen medya da muhalefete gösterdiği acımasızlığa son vermeli. İktidar muhalefet ile bu sorun temelinde yeni bir diyalog geliştirmeli.
KCK davası dahil, geniş kesimlerde rahatsızlık yaratan çok sanıklı tüm ana davaları bir an önce sonlandıracak yöntemler geliştirilmeli, bulunmalı.
Türkiye bu ikinci, üçüncü derecedeki sorunlarını bir an önce çözerse temel ve yakıcı olan terör sorununu daha rahat çözebilir.
Toplumun tüm kesimlerinin, sorun üzerinde odaklanmasının başka yolu da yok.
Yazının Devamını Oku 18 Ağustos 2011
SEÇİMLERDEN bu yana Kürt sorununun Türkiye’nin en can yakıcı konusu olduğunu, asıl dikkatlerin bu yöne çevrilmesi gerektiğini yazıp durdum.
O yazılarımda Başbakan Tayyip Erdoğan’ın kapalı kapılar ardında söyledikleriyle, kabine ve komuta kademesindeki değişikliklerden hareketle güvenlik amaçlı politikaların öne çıkacağını ifade ettim.
Erdoğan’ın, “Ramazandan sonra farklı olacak”, “Bir ölür bin doğarız” konuşmalarını da aynı çerçevede değerlendirmek gerekiyor.
İşte daha dün yine maalesef 10 şehit verildi, yüreğimiz, canımız yandı.
Bu acı Başbakan’ın sözlerinin gerekçesi, duygu dünyasının da aynası.
Gelin, Erdoğan’ın bu noktaya nasıl geldiğini, hükümete yakın duran SETA’nın yayınladığı, Hüseyin Yayman’ın “Türkiye’nin Kürt Sorunu Hafızası” çalışmasından hareketle açıklamaya çalışalım.
İYİ ŞEYLER OLACAKTI
Erdoğan’ın, 1991’de RP İstanbul İl Başkanı olarak, son seçimde Adıyaman milletvekili olan Mehmet Metiner’e hazırlattığı rapor, Doğu ve Güneydoğu Anadolu için, “Tarihin en eski devirlerinde ‘Kürdistan’ olarak adlandırılan coğrafya içinde yer alan bölgelerdir” diyen ilk raporlardan biridir.
Yazının Devamını Oku