Şükrü Küçükşahin

Kolaysa muhalefet et bakalım

5 Aralık 2011
BAŞTA CHP olmak üzere muhalefetin yetersizliğine atıf yapanımız çok. Bu atıfta bulunanların ciddi bir bölümünü, “Güçlü bir muhalefet istiyoruz” diye başlayıp, her olumsuzluğu sanki ülkeyi onlar yönetiyor gibi muhalefete yükleyip iktidara toz kondurmayanların oluşturması dikkatten kaçmıyor.
Bunu geçelim ve CHP Lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nun bize, “Herkes, CHP bir şey yapmalı, diyor. Yapıyoruz; ama istediğimiz ölçüde yankılanmıyor. O zaman da olumsuzluk ortaya çıkıyor” demesini de haklı bulmayıp bu eleştirilerin tümünün iyi niyetli olduğunu kabul edelim.
Böyle yapsak dahi, ‘ileri demokrasi’ söylemine rağmen bugün muhalefetin işi hiç kolay değil; çünkü yeşereceği, sesini duyuracağı zemin giderek daralıyor.
İLETİŞİM KANALLARI SINIRLI
Buradan yüzlerce örnek sıralayabiliriz; ama birkaçıyla yetinelim.
Meclis TV’nin yayınlarının sınırlandığı bugünkü Türkiye’de, iktidar partisi yöneticilerinin konuşmalarını baştan sona yayınlayan en az 10 kanal çıkar; ama muhalefetten birinin konuşmasının tamamını yayınlayan yok gibi.
Buna rağmen muhalefetin önemli iddialarının söz konusu olacağı TBMM görüşmeleri, Meclis TV’nin yayında olmadığı saatlere denk getiriliyor. 
İki-üçü hariç, gazetelerde de muhalefete yeterince yer ayrıldığı söylenemez.
Devletin yayın organları TRT ve AA ise muhalefete neredeyse kör-sağır.
AA öylesi haberlere imza atmaya başladı ki Sovyet TASS ajansına rakip oldu.
Eğer muhalefetten biri hükümeti eleştirmiş ise onun sözleri, “İleri sürdü”, “İddia etti” diye bitiriliyor, iktidardakilerin ise “Dedi”, “Vurguladı” diye.
Hükümete yakın görünen medyada muhalefetle ilgili haberlerde en küçük objektifliği aramak veya böyle bir beklenti ise zaten gerçekçi değil.  
Muhalefetle ilgili araştırmalar ve anketler o partilere hiç sıcak bakmayan isimlerin yönetiminde ve onların hazırladığı sorular üzerinden yapılıyor.
Bu anketler medyada geniş yer bulurken; ‘beceriksiz’, ‘iş bilmeyen’, ‘tutarsız’, ‘oy kaybeden’ temelli yorum sahiplerinin çoğu da yine aynı isimler.
DEVLET ARTIK HİÇ TARAFSIZ DEĞİL
İktidarın özellikle CHP üzerindeki mezhep temelli söylemlerini ve bunun medyadaki yankıları artık “Pes” dedirtecek noktayla gelmiş durumda.
Buna rağmen harekete geçen bir tek kamu görevlisine rastlanmadı; ama ana muhalefetin grup başkanvekili hakkında, seçim döneminde sokakta izin almadan konuşma yaptığı için ‘dokunulmazlığı kalksın fezlekesi’ hazırlandı.
Tamam; gösteri yasasına muhalefeti anladık da fezlekedeki, “İktidarı eleştirir nitelikte olduğu tespit edilen konuşma” ibaresine üstelik iki kez hangi polis, hangi savcı, hangi mantıkla yer verir; ne demek ister, hangi mesajı iletir?
Peki o savcı ile polisi geçelim; ya TBMM Başkanlığı “Fezlekede bu cümle ne arıyor” diyerek “Düzeltip yollayın” itirazını
yapamaz mı?
O fezleke bir iktidar temsilcisi için yazılsaydı eminim, ‘milli iradeye yargı darbesi’, ‘vesayetçi anlayış’, ‘Ergenekon uzantıları’ başlıklı çok haber/yazı okurduk; ama haberi bu haliyle duyan kaç kişi oldu emin değilim. 
Kılıçdaroğlu’nun yine bize, “İzmir belediyesine gönderilen sadece vergi müfettişi sayısı 55” demesini ve en az 500 üniversiteli gencimizin şiddet içermeyen muhalif gösterileri nedeniyle cezaevinde olmasını da anımsatarak, ‘vicdanı, adaleti olana’ bunlar yeter de artar da diye düşünmeli.
Yine de o vicdanlar kıpırdamayacaksa yol bitmiş değil; herkesin muhalefete “Sokak sokak halka gidin” diye ahkâm kesme hakkı sonuna kadar baki.
Yazının Devamını Oku

Andrea Doria’ya yanıtı Barbaros’tan vermeli

1 Aralık 2011
DIŞİŞLERİ Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun Suriye’ye yaptırımları açıkladığı sırada ne ilginçtir, Suriye’den giriş yapan Libyalı bir saldırgan, Osmanlı’nın idare merkezi Topkapı Sarayı’nın kapısına dayandı; kan akıttı, canından oldu. Suriye ile gerginliğin en üst noktaya ulaştığı günlerde Türk hacılarının otobüsünün taranmasından sonra bir de bu saldırının gelmesi çok ilginç.
Komplo teorisi severlere iyi bir malzeme çıktı gibi; ancak ben, Libya, Osmanlı, Suriye, Türkiye yan yana gelmişken bazı anımsatmalar yapmak isterim.
Libya’yı bir diktatörden kurtarıp özgürleştirmek için yemin etmiş ittifak ortaya çıktığında, Fransa Cumhurbaşkanı Sarkozy, “Bu Haçlı seferidir” dedi. 
İTALYA’NIN ÇARPICI MESAJI
Kaddafi’den insan hakları ödülü almış olan Başbakan Erdoğan başta, Türkiye yönetimi bu sözlere çok sert yanıt verdi, “NATO’nun Libya’da ne işi var” dedi.
Ardından kararlar peş peşe geldi; hava harekâtı, denizden abluka ve son...
Denizden insani amaçlı abluka için en çok çırpınan İtalya olduğundan, NATO karar alınca komuta da İtalya’da kaldı. 
Tam o günlerde bu kez Fransa Dışişleri Bakanı Alain Juppe bir açıklama patlattı; “Sarkozy haklı, bu yeni bir Haçlı Seferi” dedi.
Aynı Juppe’nin, 13 gün kadar önce Ankara’ya gelip Türkiye’nin Suriye politikasına en büyük desteği veren isim olduğunu söylememe gerek yok.
Neyse; Juppe bu sözleri ederken komuta merkezi geminin adı da belli oldu.
Peki, o savaş gemisinin adı neydi, kaçımız biliyoruz veya anımsıyoruz?
Andrea Doria’ydı o geminin adı; yani Papa’nın talebiyle Osmanlı’ya savaş açıp Preveze’de Barbaros’a yenilen devasa Haçlı donanmasının komutanının adı.
Simgesel olarak bakıldığında “Haçlı Seferi” deyimi tam da oturmadı mı?
Bunu da geçelim; ama Andrea Doria gemisinden yönetilen operasyona en büyük katkıyı verenler arasında Türkiye’nin de olmasını nasıl açıklamalı?
SURİYE ABLUKAYA ALINACAKSA
Hani alimallah, o ablukaya katılma kararını farz edelim ki bir CHP hükümeti almış olsaydı, kim ne derdi, ne fırtınalar koparılırdı diye sormaya gerek yok.  
Malum; dün yaptırımlar açıklandı ve bize söylenen Esad’ın günleri sayılı.
Demektir ki Suriye yenilecek, bunun için denizden abluka da mutlaka olacak. 
En iyisi, bu kez komuta Türkiye’de olsun ve Türkiye, komuta merkezi olarak Barbaros Hayrettin Paşa Gemisi’ni seçsin.
Böylece Haçlı zihniyetine en yakışan yanıt verilmiş olur!
Tabii bu, Suriye’de Selahaddin Eyyubi’ye yenildiklerini de mutlaka unutmamış olan bugünün Haçlı zihniyetlilerine(!) ne kadar kabul ettirilir bilemem; ama Türkiye bu komutayı alırsa çok şeyi önleyebilir.
Örneğin; Suriye’nin gelecekte bugünkü Libya gibi dünyanın en işkenceci ülkesi olmasına engel olabilir, böylece insana eziyetin önüne geçebilir.
Ayrıca, Başbakan Erdoğan’ın ifadesiyle, Libya petrolünü sömürenlerin Suriye’yi saf dışı bırakarak Irak petrollerini Akdeniz’e sorunsuz ulaştırmasının planlarına da set çekilmiş olur, kötü niyet önlenir.
Bütün bunlar için Suriye’ye yaptırım kararlarını iyi denetlemek gerekir. Tamam artık, Suriye üst yönetimine turistik amaçlı gezileri yasakladık.
Ancak dünkü saldırı gösteriyor ki turist Esad’ın Bodrum’a seyahatini önlemek yetmiyor, Suriye’den girenler Türkiye’nin turistik kalbinde terör estirebiliyor.
En iyisi, ‘turistik yasak’ Suriye’den tüm girişler için uygulansın, olsun bitsin!
Yazının Devamını Oku

Dersim üzerinden CHP’yi bölmek

28 Kasım 2011
DERSİM tartışmasını CHP Tunceli Milletvekili Hüseyin Aygün’ün değil, kendilerini ‘sıkı’ Atatürkçü gören isimlerin başlattığını kabul etmeli. Onur Öymen’in PKK isyanını bastırmada Dersim yöntemine yaptığı atıf ‘CHP’ye muhalefetin tadına bir türlü doyamayan çevrelerce’ sürekli kaşındı.
Dersim/Aleviler üzerine geçmişte hiç kaygı ifade etmemiş bu çevreler, Aygün TBMM’ye girer girmez ilk vuruşu Dersim’den yapınca yeniden harekete geçti.
Aygün’ün tam 11 gün önce verdiği demeç, ne amaçla bilinmez, 10 Kasım’da yayınlanınca CHP’de kendini ‘sıkı’ Atatürkçü gören 12 milletvekili ayaklandı.
İddia ediyorum ki bu ayaklanma olmasaydı tartışma bu noktaya gelmezdi.
ATATÜRK DAHA ÇOK TARTIŞILIR OLDU
Çünkü, ‘CHP’ye muhalefete doyamayanların’ beklediği, özlediği buydu.
Başbakan Tayyip Erdoğan da, 12 vekil ayaklanınca CHP’yi bölme ve Kılıçdaroğlu’nu uçuruma sürükleme umuduyla topa en sert vuruşu yaptı.
Başbakan’ın o vuruşu ardından Atatürk daha fazla eleştiri konusu yapıldığına göre sonuç, ‘sıkı’ Atatürkçülerin istediği yönde gerçekleşmiş olmalı!
Bu da yetmedi, Dersim kararını verenlerin CHP milletvekili olan torunları da öyle sözler etti ki, hem siyasi bakışları olmadığını gösterdiler, hem de dedelerini daha zor durumda bıraktılar; CHP adına da gaflara imza attılar.
Sorunun mağduru ve en iyi bileni Kemal Kılıçdaroğlu ise bu süreçte derli toplu açıklamalar yerine savrulan ifadeleriyle partisine iyi bir yön çizemedi.
Konuyu ‘iç çatışma’ uyarısına götürmesi; Başbakan’ın özür dilemesini destekleyip eksiklerini tamamlamak yerine, ‘asıl özür Cumhurbaşkanınca dilenmeli’ noktasına vardırması; bildiklerini kamuoyu ile paylaşmak varken Başbakan’ı TV’de tartışmaya çağırmasındaki amacı neydi, pek anlaşılamadı.
CHP’deki bu tablo, ‘CHP’de iç savaş bitmesin’ diyenlere güç veriyor.
Sanırım iktidar çevreleri de, nedense, parçalanmış bir CHP’yi yeğliyor.
Bu tercih yüzünden Dersim tartışması tamamen siyasi hesaplar ve oy kaygısı üzerinden yürüyor; oysa Başbakan’ın özrü Anadolu için yeni bir umuttu.
KEŞKE DEDİRTEN O CÜMLELER
Bu umut Anadolu coğrafyasındaki bütün ayrılıkları, kinleri, öfkeleri bir kenara bırakmanın, kalıcı barışın yolunu açmanın başlangıcıydı.
İnanıyorum ki Erdoğan, o özür sözlerinden birkaç cümle sonra, kendisini mahkûm eden yargıçların Alevi olduklarını dillendirmeseydi (O sözler oraya nasıl girdi, kim koydu ki acaba?) çok inandırıcı bir görüntü oluşurdu.
Erdoğan’ın o yargıçların mezhebini araştırmış olması bir yana, seçim meydanlarında kullandığı bu sözleri tekrarlaması, muhafazakâr dünyanın Alevilere bakışında bir yenilik, bir yüzleşme olmadığının işareti sayıldı.
Erdoğan’ın o vurgusunu bazıları es geçse de Dersimli/Alevi muhataplarının hafızalarına yeniden kaydedildi, CHP sözcüleri ise bunu dillendirdi.
Alevi CHP’li vekil Sabahat Akkiraz da Erdoğan’a, “Kaç Alevi vali, kaymakam, emniyet müdürü, kaç üst düzey bürokrat var” sorusunu yöneltti.
Acaba Kılıçdaroğlu, ‘iç çatışma’ sözüyle bir Alevi’nin de çıkıp, ‘Beni mahkûm eden yargıçlar falanca mezheptendi” deme tehlikesine mi dikkat çekti?
Gerçekten de tehlikeli bir gidiş olası; o nedenle Erdoğan da, Kılıçdaroğlu da Dersim tartışmasını oy kaygısının, siyasi çıkar anlayışının dışına çıkarmalı.
Böyle yapılmadıkça, CHP daha fazla iç çatışma ortamında tutulabilir, iktidar da bundan kazanım sağlayabilir; ama güçlü bir demokrasi getirmez.
Tamam; CHP’de buna zemin sağlayan kaynaklar var gibi; ancak yekvücut bir kaynak ve daha önemlisi Kılıçdaroğlu’nu aşacak yeni bir isim de yok gibi.
Ayrıca CHP’ye orantısız yüklenmenin tabanı kenetlemesi de çok doğal.
Yazının Devamını Oku

Sürdürülebilir bir CHP

24 Kasım 2011
HER alanda yapılan operasyonlara bakacak olursak, bu gidişle kamu en büyük yatırımı cezaevi inşasına ayıracak sözü şaka olmaktan çıkabilir. Ankara atmosferinden uzakta geldiğimiz Çeşme’de, sürdürülebilir gıda güvenliği, sürdürülebilir çevre, sürdürülebilir rekabet gibi çok farklı konuları konuşurken ‘yıllarca sürdürülebilir’ yeni operasyonların haberini aldık.
Konu sadece yoğunlaştığımız İzmir Belediyesi ve KCK operasyonları da değil, gençleri hedef alan ‘süresiz sürdürülebilir’ sayısız operasyon var.
Bu görüntü ne kadar sürdürebilir bilinmez, ama ileri demokrasi söylemi üzerinde ciddi kuşku ve çelişki barındırıyor.

DERSİM VE EBUSUUD ÇELİŞKİSİ

Dersim tartışması da CHP’de aynı kuşku ve çelişkiyle karşılanıyor.
Pazartesi günkü yazım üzerine, CHP’deki tartışmanın iki tarafından da telefonlar aldım, bir taraf ‘Tartışılmaz konular konuşulmaya başlandı’ anlayışında, diğeri ise ‘Bu konular böyle konuşulamaz, soykırımdan ise hiç söz edilemez, ne pahasına olursa olsun direniriz’ tavrını sürdürdü.
(12 vekil içinden arayanların, ‘Girişimimizden Sayın Deniz Baykal’ın hiçbir şekilde bilgisi olmadı’ dediklerini de bu arada belirtmeliyim.)
Bu iki tavır CHP’de ne kadar sürdürülebilir, partinin liderliği karar verecek.
Pazartesi günü yazdığım gibi Kemal Kılıçdaroğlu, salı günü 12 milletvekilinin bildiri yayınlamasını eleştirme kararlılığını yeniden gösterdi.
Kılıçdaroğlu, dengeli bir tutum alır, tartışmalar CHP’de ilkeleri olan grupların oluşumunu sağlarsa CHP, belki de umulmadık bir sağlıklı yapıya kavuşur.
Sağ-sol gibi kanatların parti bütünlüğü içinde ilke bazlı tutumlar alması halinde Dersim gibi tartışmalar kişisel bakışların dışına çıkabilir.
Görebildiğim kadarıyla, Dersim tartışması CHP’de daha büyük çalkantı yaratabilirdi, ama iktidar ve onu destekleyen medyanın CHP’ye abartılı yüklenişi, işi ‘CHP Alevileri savunamıyor’ noktasına çekmesi kabul görmedi.
Çünkü, bugüne kadar Alevilere pek olumlu yaklaşmayan kalemlerin, dün Dersim katliamı nedeniyle Başbakan olarak özür dileyip çok olumlu bir tutum alan Erdoğan’ın, seçim öncesi gittiği Çorum’da, tarihte Alevilere karşın yapılan en büyük kıyımın ve ‘Alevi kadın ve kızlar size mubah’ fetvasını veren Ebusuud Efendi’yi yüceltmiş olması, sorunu sadece 1937 ile sınırlı tutması, yine dünkü konuşmasında kendisini mahkûm eden yargıçların mezhebini öne çıkarması CHP içinde, ‘Amaç başka’ sonucunu yarattı.

HAREKETLİ GÜNLER GÖRMEYE DEVAM

CHP’de oluşan, “Amaç mezhebi üzerinden Kılıçdaroğlu’nu vurmak” bakışı Kılıçdaroğlu’nun elini rahatlatsa da son 20 yılın mirasıyla CHP’de, tarafların demokratik hoşgörüyle tartışma yapamaması gerçeği ortada duruyor.
Kılıçdaroğlu’nun, bütünlüğü sağlayacak kararlı yaklaşımlar sergilemesi, olası sorunları çözümde de milletvekilleri üzerinde moral etkisi yaratır.
Türkiye Gıda ve İçecek Sanayi Dernekleri Federasyonu’nun düzenlediği Gıda Kurultayı’na baktığımda da sanki siyasetteki tabloyu yeniden gördüm.
Örneğin, şirketler ve uzmanlar, “50 yıl sonra nüfus 9 milyar olacak. Artış gıda üretiminin 1.5 katı, bu durum sürdürülebilir değil” deyip dururken, Tarım Bakanı Mehdi Eker, “Sorun nüfus artışı değil, bazılarının para kazanma hırsı ve gıdanın kişiye ulaştırılamaması” tezini savundu.
Her seçimi kazanırım, diyebilen AKP de, ‘Bu Türkiye, bu TBMM, bu CHP, bu operasyonlar sürdürülebilir’ inancında göründüğüne göre hazır olalım, hareketli günler ve gergin tartışmalar pek bitecek gibi değil.
Yazının Devamını Oku

CHP’de iyi olanı kötü kullanma hakkı

21 Kasım 2011
ÖNCEKİ yazımda “CHP, Dersim iç savaşı” ile meşgul demekle yetinmiştim. Marmara depreminde dahi görülmeyen aksaklıklar, sıkıntılar, ölümler bugün Van’da yaşanırken; hükümetin her gün savaş yaptığı Fransa bugün Ankara’ya kadar gelip ‘Suriye’ye müdahalenize destek veririz’ havası yayarken, ‘Ne oluyor Allah aşkına’ sorusunu yanıtlayacak ilk odak CHP’dir. Biliyorum CHP’liler bu eleştirileri, “Biz her şeyi söylüyoruz; ama sözlerimizi aksettiren medya organları çok sınırlı” diye karşılıyor. 
Bu savunmaya hak vermiyor değilim; ancak CHP yönetimi ve milletvekilleri tam da bu gerçeğin farkına varmadan; partilerinin kırılma noktalarını herkesten daha iyi görmeden partilerine yol açamazlar.
NEDEN 10 KASIM
Tunceli Milletvekili Hüseyin Aygün, yukarıda yazdığım gündemle pek ilgili değil, kendisini Dersim’de yaşanan isyan/katliam tartışmasına adamış.
O ilin milletvekili olarak bu ilgisini eleştirme hakkı kimsede olamaz; CHP’liler de en fazla, “Partimizin hassasiyetlerini bilmiyor musun” diye sorabilir.
Ancak 12 CHP’li için bu hassasiyet, daha çok demecin 10 Kasım’da çıkmasına,  böyle bir günde Atatürk ile katliamların birlikte anılmasına yönelik.
Bu noktada Aygün’ün, “Ben o gazeteye demeci 30 Ekim’de verdim; ama nedense 10 Kasım’da yayınladılar” demesi de 12 ismi yatıştırmadı. 
Demeci 10 Kasım’da yayınlayanlar bir amaç gözeterek bunu yaptı, diye niyet okumaya da kimsenin hakkı yok; ama sonuçta o haberle CHP çatlak verdi.
Ne ilginçtir çatlağa öncülük eden iki milletvekili, yakın zaman kadar Kemal Kılıçdaroğlu’na genel başkan yardımcılığı yapmış yakınlıktaki isimler oldu.
30 yıldır daha beteri ayrılıklar gördüğüm için bunun üstünde durmuyorum; çünkü asıl darbe tüm milletvekillerinin ifade özgürlüğüne vuruldu.
CHP’de Baykal döneminde milletvekillerinin kendilerini ifade edecekleri tek bir kanal yoktu; nihayet, bu kanalı Kılıçdaroğlu grup toplantılarının ilk bölümünü basına kapalı yaptırarak açtı, diğer partilere göre fark yarattı.
12 İSMİN SONUÇ ALMASI ZOR
Geçen salı 12 milletvekili adına Aygün’e tüm eleştiriler de o zeminde yapıldı. “Kendisiyle aynı sıralarda oturmak istemiyoruz” dahi denen Akgün de savunmasını yaptı, görüşlerini orada yineledi.
Bu zeminin kullanılmasına ve “Basın toplantısı yapmayın” önerisine rağmen o 12 milletvekili hem “Her yerde konuşuruz” dedi hem de Kılıçdaroğlu’nu da hedef alan bir bildiri yayınladı.
Görebildiğim kadarıyla, Kılıçdaroğlu ve CHP yönetimi, Aygün’ün de hatalı bulmasına rağmen bu 12 isme prim vermeyecek, aksine ifadelerini alacak.
12 isimle Deniz Baykal bağlantısı konusunda ise kuşku duyulmuyor.
Ayrıca 12 rakamının çok küçük, gruptaki alkış desteğinin de çok cılız kaldığı; Atatürk üzerinden yapılan eleştirinin ters teptiği, diğer milletvekillerinde, “Ne yani biz Atatürk’ü sevmiyor muyuz” duygusu yarattığı inancı da güçlü. 
“Hepinizden daha cesurum” havasında yemin etmeyerek benzer duyguyu daha önce yaşatmış İsa Gök’ün 12’ler arasında olmasına da dikkat çekiliyor.
CHP’deki bu krizde gerçek hedefin Kılıçdaroğlu olduğu şüphesiz, birilerinin Mustafa Sarıgül’e yöneldiği de ortada; ama şu an kayda geçirmeli ki, bu birileri arasında Gürsel Tekin yok; Tekin, “Kim görüşmüşse adidir” diyecek kadar ileri gidiyor, “Kimseyi satmadım, satmam da” diye haykırıyor.
Sanırım kimlerin görüştüğünü bildiği halde bunu söylüyor.
Yazının Devamını Oku

TBMM’de bu tablo sürdürülemez

17 Kasım 2011
TÜRKİYE içeride ve dışarıda yaşamsal sorunlarla boğuşurken, bu sorunlara çare merkezi olması gereken TBMM’de bugünkü görüntü hiç umut vermiyor.

TBMM Başkanı Cemil Çiçek’in dediği gibi, kötü başladı kötü gidiyor.
Sadece salı günkü manzarayı özetleyerek de durumu ortaya koyabiliriz. 
AKP, MHP ve BDP gruplarında yine, karşılıklı çok sert eleştiriler vardı. (Allah’tan CHP grubu kapalıydı; ama orada da Dersim iç savaşı yaşanıyordu.)  
Her zaman dikkatlerin en fazla yoğunlaştığı Başbakan Erdoğan, yine herkesi topa tuttu, ama BDP’ye çektiği, “Meclis’te kalırsan ne yazar, çekilirsen ne yazar” restini günün en sert çıkışı olarak görmek gerekir.
GENEL KURUL ÇALIŞAMIYOR
Genel Kurul açıldığında CHP’nin ‘okullarda şiddet’ konusunda verdiği bir araştırma önergesi üzerine Grup Başkanvekili Muharrem İnce söz aldı.
Saatlerdir kulislerde, “Perşembe günü Kamer Genç’in kürsüden iteklenerek indirilmesine karşılık İnce bir şeyler yapacak” fısıltısı dolaşıp duruyordu.

Yazının Devamını Oku

Kamer Genç Salim Uslu’yu itekleseydi

14 Kasım 2011
AKP’li TBMM İdare Amiri Salim Uslu’nun, CHP’li Kamer Genç’i itekleyerek, kürsüden indirmesini hayret ve şaşkınlıkla izledik. Tablo çok açık olsa da Başkanlık kürsüsünün arkasındaki odada toplanmış olan grup başkanvekillerinin nasıl bir karar vereceğini merak ediyorduk.
Oturum açılır açılmaz, neler olacağını izlemek üzere basın locasına geçtim.
Oturumu yöneten AKP’li Başkanvekili Sadık Yakut tutanaklara baktığını belirterek, -ki o tutanak, ‘...Uslu’nun Genç’i hatip kürsüsünden iteklemesi’ diyordu- Uslu’nun eyleminin, İçtüzük 160/4 bendine girdiğini açıkladı.
Kınama cezasına hükmeden maddenin o bendi, ‘saldırıda bulunmak’ diyor. 
CANİKLİ’NİN ZOR GÖREVİ
Yakut’un savunma için söz verdiği Uslu, “Savunma yapmayacağım” deyince kınama cezasının ittifakla kabul edileceğini düşündüm. 
1984 yılından beri Meclis’i izleyen, genel kurul salonunda milletvekilinin öldürülmesine tanıklık etmiş, başka tarz kürsüden indirilme eylemlerini görmüş biri olarak çok yanılmıştım, ceza AKP oyları ile reddedildi.
Kınama AKP oylarıyla reddedilip tartışma çıkınca, AKP Grup Başkanvekili Nurettin Canikli’nin ne diyeceğini büyük bir merakla beklemeye başladım. 
Canikli, söze içtüzüğe uygun olsa da ‘neden söz aldı’ diye Genç’i eleştirerek konuya girince arkasından ne geleceğini tahmin ettim.
“Bakın, hiçbir şekilde, fiziki müdahaleyi tasvip etmek kesinlikle söz konusu değildir. Her zaman kınarız, onun savunulması mümkün değil” dediğinde daha büyük şaşkınlık yaşadım, “O zaman niye ret dendi” diye düşündüm.  
Az sonra Canikli, arka odada ne konuşulduğunu açıklarken yanıtı vermiş oldu. Uslu’nun özür dilemesini önermişler, muhalefet ise ‘özürle beraber kınama da’ demiş; siz mi öyle dediniz, alın karşılığını: “Ne kınama, ne özür!”
Genel Kurulu bu yönde zorlayamayacaklarını da söyledi; yani ortada gözlerinin önünde gerçekleşen açık bir saldırı varken milletin vekillerinin bunu görmezden gelebileceğini öngörmüş bir iktidar grup başkanvekili vardı.
SUSAN SADECE KAMER GENÇ OLMAZ 
 Aynı saatlerde devletin polisi depremzedelere şiddet uyguluyordu, Meclis’te ise iktidarın milletvekili benzer bir başka eylemi yapıyordu.
Bu olayı iktidar ve ona yakın duran medya, aydınlar görmezden geldi; oysa sorun, Genç’in susturulması değil şampiyonluğunu yaptıkları demokrasidir.
“İleri demokrasi” diyen, Meclis’te devasa güce sahip bir parti, Kamer Genç tarzı bir muhalefeti dahi hazmedemiyorsa, bir gazeteci-aydın-milletvekili Mehmet Metiner de, “Özür dilemeyi gerektiren bir durum yok” diye laf atmışsa bilinsin ki, sadece Kamer Genç susturulmaz, herkes susturulabilir.
TBMM’deki saldırı çok daha fazla ciddiye alınmalı; ama sorunumuz sadece siyaset değil ki, ertesi günü iktidara yakın medyada bu haber, biri dışında (Ona göre de Kamer Genç Meclis’i karıştırmıştı) yoktu.
Aynı gazetelerde dün ise, “Kamer Genç’le arasında geçen olay üzerine açıklama yapan Uslu” diye başlayan ve onun, “Beni eleştirenler Vandal” sözleriyle karşı saldırıya geçtiği açıklaması vardı.
Oysa sadece o gazeteleri okuyanlar ‘olayın ne olduğunu’ öğrenememişti.
Ya itekleyen Genç, düşen Uslu olsaydı, “Milletin kürsüsü”, “Genlerinde şiddet var”, “Millet iradesi hiçe sayıldı”, “12 Eylül Meclisi’nin kalıntısı”, “Çiçek sulayamadı vekil dövdü” tarzı söylemleri kimlerden kaç bin kez duyardık?
Ne yazık ki ben de bütün bunları halkın ‘haber alma’, ‘haberdar olma’ hakkını kullanması için canını veren arkadaşlarımız Sebahattin Yılmaz ile Cem Emir’i toprağa verdiğimiz, “Allah rahmet eylesin” dediğimiz günde yazıyorum.
Yazının Devamını Oku

Yine silahın konuşacağı çoktan belliydi

10 Kasım 2011
KÜRT sorununda yeniden silahların konuşulacağı bir sürece girilmekte olduğu tespitini 12 Haziran seçimleri öncesinden beri yapıp duranlardanım. Önceki gün Başbakan Tayyip Erdoğan’ın, “Devlet içinde devlete, paralel devlete müsaade etmeyiz” demesi beni tam iki ay geriye götürdü.
Bu sözlere yabancı değildim; çünkü Erdoğan’ın önemli bir kurmayı ile 2 ay önceki sohbetimde kelimesi kelimesine aynı sözleri duymuştum.
Bir gün sonra 8 Ağustos’ta, o sözlere atfen, ne yapacağını belirlemiş bir Erdoğan görüntüsü oluştuğunu, kapalı kapılar ardında, “Devlet böyle yönetilmez, böyle gitmez” dediğini yazmıştım.
Aynı Erdoğan ondan 3-4 gün önce de, “Ne yapılacağını zaman gelince herkes görecek” demiş, yeni komuta kademesini, koltuklarına oturmadan önce Başbakanlık’ta toplayıp terörle ilgili önemli kararlar almıştı.

KADRO TAHKİMATI TAMAM

Başbakanlık’taki o toplantının perde arkasını da 8 Ağustos’taki yazımda aktarmış, kararlardan birinin de, “Teröre hızlı ve etkili karşılık. Öyle bir karşılık olacak ki örgüt eylem yapamayacak” olduğunu aktarmıştım.
O yazıda yeni Genelkurmay Başkanı ile Jandarma Genel Komutanı’nın da Kürt sorununda ‘şahin bakışa’ sahip olduklarını, İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin’in de aynı çizgide yer aldığını savunmuştum.
(Terörden sorumlu Başbakan Yardımcısı Beşir Atalay belki o çizginin dışında tutulabilir, ama beklentilerin aksine Atalay zaten süreçte etkili isim olamadı.)
Şimdi de, dikkatlerden kaçmış olabilir, bölgeye gönderilen yeni il emniyet müdürlerinin ‘milliyetçi-muhafazakâr’ kimlikleri ile öne çıkan, Erdoğan’la doğrudan temas kurabilen isimler olduğu bilgileri alıyorum.
Polis özel harekât birliklerinin terörle mücadelede daha etkin kullanılmasının ardından gelen bu atama rüzgârını da ‘şahin bakış’ çizgisinde görmeli.
Cumhurbaşkanı Gül’ün, “İyi şeyler olacak” demesinden 2 yıl, Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’ın Demokratik Toplum Kongresi toplantılarını ‘Çay kahve içip dağılıyorlar’ diye küçümsemesinden 2 ay sonra gelinen nokta bu.
Aslında bu kırılma Habur’da yaşanmıştı, ama seçim terörsüz atlatılsın diye, PKK ile doğrudan görüşmeler dahil her yol denenerek zaman kazanıldı.

ARTIK YENİ KIRILMA YAŞANMAZ GİBİ

Zaman zaman bölgeye gidip gelen biri olarak aynı fikirde değilim ama, beğensem de beğenmesem de, KCK operasyonlarını uzantısı kabul ettiğim ‘şahin bakışı’ da bir politika olarak görüyorum, yeter ki zikzak olmasın.
Çünkü bugüne gelinmesinin en önemli nedeni karşılıklı zikzaklardır.
Madem bu noktaya dönülecekti, 9 yıldır asker niye geri çekildi de şimdi daha güçlü bir şekilde operasyonlara yollanıyor, diye sormamın anlamı da yok.
Sorunun çözümü bölgedeki fotoğrafı doğru görebilmek; yani terörle mücadelenin yanına etkili bir ‘halkla örgüt arasına duvar örme politikası’ koyabilmektir.
Yeni anayasa yapım süreci nasıl bir seyir izleyecek göreceğiz, ama daha uzun süreli ve daha güçlü bir başka mücadelenin altını ısrarla çizmek isterim.
Gençlerle kadınlar PKK’ya çok yakın, bunun altında ‘genç’ ve ‘kadın’ olarak kazandıkları yeni kimlik yatıyor (Dikkat; Kürt kimliği dışında bir şey bu).
En çok da bu dayanışma nedeniyle yeni terör politikasının ülkeyi nereye götüreceğini iyi tartmak gerekiyor, ama bu kez ‘donanım çok güçlü, kararlılık kesin’ görüntüsü var ve ‘Bu görüntü PKK’yı geriletecek’ inancı çok yüksek.
Umalım, bugün bir kez daha büyük saygıyla andığımız Atatürk’ün ‘çağdaş uygarlık’ hedefi önündeki en büyük engel olan sorun en az hasarla çözülür.
Yazının Devamını Oku