7 Kasım 2011
SİYASET konuşulan hemen her yerde Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ile Başbakan Tayyip Erdoğan ilişkisi üzerine epey teori üretildiğine tanık oluruz. Kimine göre ortada bir “İyi polis-kötü polis” tablosu var, kimine göre ikili arasında ciddi, ama sessiz bir rekabet var.
Gül-Erdoğan dostluğunun 40 yıla dayandığı, o 40 yılda defalarca testten geçtiği için artık hiç zedelenmeyeceğine inanmış bir gazeteci olmama karşın son dönemde duyduklarım, öğrendiklerim beni de şaşırtacak düzeyde.
Zirvedeki iki ismin ilişkisindeki en küçük değişiklik muhalefetin konumunu da değiştirir; o nedenle, eğer özellikle yanıltılmıyorsak Köşk ile CHP Lideri Kemal Kılıçdaroğlu arasında yeni bir süreç başlıyor izlenimi ediniyoruz.
Bağlantı veya temas diyebileceğimiz düzeyde, iki tarafın da güvenebileceği bazı isimler üzerinden iletişim kanalları açılmış dahi.
Tüm bunları biraz açmaya çalışalım.
KÖŞK’TEN YAKINMALAR
Malum ya; Hürriyet Daily News’ın 50. yıl resepsiyonunda Gül’ün Kılıçdaroğlu’na gösterdiği yakınlık, ikili arasındaki ilişki sürpriz bulunmuştu.
Benimkisi ise sürprizden öte şaşkınlıktı ve ‘Ne oluyor’ diye merak ettim.
Merakımdan tamamen bağımsız, bir kaynaktan Köşk ile iktidar (Erdoğan-hükümet-AKP olarak okuyun) arasında, kanun hükmünde kararnamelerden AB sürecindeki gelişmelere; yargılama ve tutuklamaların uzun sürmesinden, medya üzerindeki baskılara; düşünce açıklamadan polis devletine gidiş şüphesine kadar birçok konuda ciddi bakış farklılığı olduğunu duydum.
Gül’ün bugüne kadar, hükümete hiçbir konuda en ufak zorluk çıkarmadığını, uyumlu atamalar yaptığını belirtip, “İnanmıyorum” tepkisini verdim. Bunun üzerine, sanki birinci ağızdan dinler gibi daha ilginç detaylar aldım.
Birkaç gün sonra Van’da deprem oldu ve Erdoğan, aynı gece bölgeye uçtu.
Gül ise yazılı bir açıklama yapıp, “Kurtarma çalışmaları aksamasın diye sonra gideceğim” dedi. Buradaki ince dokundurma o günün sıcaklığı içinde kayboldu gitti. O açıklama ardından kulislere daha çok kulak kabartma gereği duydum.
Köşk’te bazı soğukluklar yaşandığı, rahatsızlık duyulan karar ve uygulamalar olduğu, Erdoğan’a kimsenin söz geçirememesinden yakınıldığı, yalnız kalınmaktan söz edildiği ve de iki ismin yakın çevresinin hâlâ birbirlerinden pek hazzetmedikleri yönündeki bilgelere yeni teyitler geldi.
KARŞILIKLI BEKLENTİLER
Duruma bir de CHP yönetiminden baktığımda daha fazla şaşırdım.
CHP’de, Köşk’te ne tür düşünce fırtınaları yaşandığı konusunda, doğru ve emin kanallardan gelen epey bilgi bulunduğunu anladım.
CHP’den, Köşk’ten verilen mesajlara daha duyarlı ve hassas davranması, davetlere katılım sağlanması, Köşk’e yönelik eleştirilerin dozuna özen gösterilmesi, hatta zaman zaman destek verilmesi gibi beklentiler söz konusu.
CHP’de ise, eğer Köşk kaynaklı hükümete yönelik bazı uyarılar varsa bunların kamuoyuna daha net mesajlarla açıklanması, görev süresi ile ilgili belirsizliğin ortadan kaldırılması gibi beklentiler oluşmuş durumda.
CHP’ye göre, “Görev sürem 2012’de bitiyor” demesi halinde Gül kendisini güçlü konuma getirecek ve gidilecek seçimde de bir risk oluşmayacak; sürenin 2014’e bırakılması halinde ise Gül’ün şansı azalacak.
Muhalefet liderleri ile görüşme çerçevesinde Gül, yakın zamanda Kılıçdaroğlu ile buluşacak, o görüşmede iletişimde yeni bir aşamaya geçilir mi bilemiyorum; ancak yumuşama yönünde ilerleme sağlanması çok olası.
Yazının Devamını Oku 3 Kasım 2011
GÜMRÜK ve Ticaret Bakanı Hayati Yazıcı, kabinenin yargıçlıktan gelen hukukçu kökenli, sözünü pek sakınmayan üyelerinden biri.
Kürt sorunu ve terör konusunda çok hassas olduğu bilinen Yazıcı ile dün makamında görüşürken, KCK tutuklamalarına bakışını merak edip sordum.
Hemen önündeki kitapların altından birini çekti; üzerinde “KCK Davası İddianamesi” yazdığı için iddianame kitap haline getirilmiş sandım.
Yanıldığım sonradan ortaya çıktı; ama öncelikle Yazıcı’nın, Ragıp Zarakolu ile Prof. Emine Büşra Ersanlı’nın da aralarında bulunduğu son tutuklama dalgası başta olmak üzere KCK davasına nasıl baktığını aktarmak isterim.
O ÜRKÜTÜCÜ GÖRÜNTÜ
Yazının Devamını Oku 31 Ekim 2011
KUTLAYAMADIĞIMIZ Cumhuriyet Bayramı nedeniyle Hürriyet’in sürmanşetinde yer alan Atatürk’ün köylülerle sohbetini gösteren fotoğraf, döneminin en etkileyici görüntülerinden biri benim için. Kareye bir kez daha bakın; bir devlet kurmuş Cumhurbaşkanı olan Atatürk taş üstünde oturuyor, yere çömelmiş köylüler son derece yoksul, arka plandaki develer dönemin ulaşım aracının kanıtı.
Onlar, sonrakiler uçaklarda gezsin, sıcak koltuklarda otursun diye bunu yaptı.
Bunun için ki haklarını teslim etmeli, onlara karşı kadirbilir olmalı.
İKİ DEPREM KIYAS KABUL ETMEZ
Van depremine daha ilk gece ulaşan Başbakan Tayyip Erdoğan, gezisi ardından Marmara depremini anımsatarak, o günün hükümetinin deprem bölgesine dahi gidemediği eleştiri konusu yaptı.
Sivil toplum örgütleri temsilcilerinden oluşan büyük bir heyetle çarşamba günü Van’a gitmiş, ertesi gün, kurtarma çalışmaları olumsuz etkilenebilir kaygısıyla “Böylesi seyahatler ertelensin” diye yazmıştım.
Yazımın ardından, bu konuda çok özenli davranan Cumhurbaşkanı Gül’ün, bölgeye yapacağı ziyareti, aynı nedenle ikinci kez ertelediği haberi geldi.
Gül’ün bu kararını çok doğru bulmalıyız; çünkü böylesi geziler, ne kadar ‘yanındayız’ mesajı içerse de her geçen saniye bir can daha kurtarma anlamına geldiği için, çalışmaların hızı konusunda riskler barındırıyor. Hele bir de Erciş’teki gibi, bütün yıkım tek cadde üstünde olmuşsa...
Erciş’i gördükten sonra Erdoğan’ın o geceki ziyaretine de böyle baktım ve 1999’daki Marmara depreminde devlet büyüklerinin hemen bölgeye gitmemesini hiç de olumsuz görmedim.
Ayrıca Marmara depremi, ne ölümler, ne yıkımlar, ne de etki alanının genişliği bakımından Van’la kıyaslanacak gibi değil.
O büyük felaketin ardından o günün hükümeti, her türlü oy riskini göze alarak büyük vergiler koymuş olduğu için bugün hükümetin eli daha güçlü.
Ancak gelin görün ki toplanan paralar, depreme hazırlık amaçlı değil, daha çok oy almak için bir seçim vaadi olan yol yapımında kullanılmış.
Bu durumda o günün hükümetini eleştirirken insaflı olmak gerekmez mi?
Demem o ki, burada da biraz daha kadirbilir davranmak çok mu zor?
FERHAT’I DA DUYMADIK
Van depremi ardından dayanıksız binaları ‘yıkmaktan’ söz ediyoruz.
Oysa en azından AKP hükümetleri döneminde, son 9 yılda Pülümür, Bingöl, Çat, Doğubeyazıt, Elazığ ve Simav depremlerinde 300’ün üzerinde ölü verildi.
O ölümler, o yıkımlar ciğer parçalamadı; ders olmadı; öngörüyü harekete geçirmedi denemeyeceğine göre, ‘yıkmaktan’ o günlerde niye hiç söz etmedik; deprem paralarını bina sağlamlaştırmada neden kullanmadık?
Umalım bundan sonra gerçekten oy hesabı yapılmadan hareket edilir.
Bazı sesler artık duyulmaz olduğu için umutlanmak da o kadar kolay değil.
Erciş’te depremden 108 saat sonra sağ çıkarılan 13 yaşındaki Ferhat Tokay’ın bir sözü de bu ‘duyulmayan sesler’ kervanına takıldı kaldı.
Ferhat’ın, okul yerine o işyerinde ne aradığını da kurtulduktan sonra babasını ilk gördüğünde, “Bir daha kahveye gidip günboyu okey oynama” diye sözü almasını da duymadık, demek istediğini anlamazlıktan geldik.
Oysa, 15 bin kütüphanesi, 700 bin kahvesi olan Türkiye’de Ferhat, o sözle kim bilir kaç bin ailedeki ‘kahvehane dramını’ haykırmak istedi.
Hepimiz, başta da ülkeyi yönetenler, ölümden dönüşte, “Baba artık kahveye gitme” diyen minik işçi Ferhat’ın bir başka depremi ihbar ettiğini görmeliyiz.
Yazının Devamını Oku 27 Ekim 2011
TOBB önderliğindeki sivil toplum kuruluşlarının, ihtiyaçları yerinde tespit etmek ve dayanışma amaçlı ziyareti için Van Havaalanı’na indiğimizde ilk karşılaştığımız banklardaki onlarca asker oldu. Yorgun yüzleri, tozlu üst başları daha çok taze bir yükün altından kalkmış olduklarını gösteriyordu; kimi derin bakışlarını ileride sabit bir noktaya yoğunlaştırarak dalmış gitmiş bir yerlere, kimi önüne bakarak düşünmekte, kimi başı geriye düşmüş derin bir uykuya dalmış durumda.
72 saattir Van’a inen uçaklardan gıda yardımlarını kamyonlara taşıyorlarmış, biraz önce de sonuncu uçaktan transferlerini yapmışlar.
BİRLİK MESAJI VEREN VALİ
Kriz merkezine hareket ettik, uzun İpek Yolu Caddesi boyunca ciddi bir felaket manzarası yoktu, ama içinde yüzlerce dairenin olduğu binalar da dahil, onlarca yeni binanın oturulamaz hale geldiğini gördük.
Asıl felaket de o binaların pek çoğunun son yıllarda yapılmış olmasıydı.
Kriz merkezinde bizi karşılayanlar kapı önünde bekleyen yüzlerce Vanlı.
“Abey çadır vereceklermiş, onun için bekliyoruz” diyorlar.
Kiminin polisle sert tartışmaya girmekten ve misliyle sertlikte karşılık almaktan çekinmediğine tanık olmamız oldukça düşündürücüydü.
Kriz merkezinde Vali Münir Karaloğlu’ndan, son durumla ilgili bilgi aldık.
Deprem günü dahi BDP’li belediye başkanı ile konuşmadı diye eleştiri alan, gördüğümüz kadarıyla bu nedenle sokakta da olumsuz bir algının doğmasına neden olmuş Vali’den, “Güneyi ile kuzeyi ile Türkiye müthiş bir birlik beraberlik örneği veriyor” sözlerini duymak güzel oldu.
Doğrusu Vali’nin yardım eden belediyeler arasında AKP’li ikisinin adını verip, diğerlerini, “Çeşitli” diye geçmesi de sanki bir haksızlık gibiydi.
Van’dan Erciş’e geçerken, bazı köylerde briket ve kerpiç evlerdeki hasarı görmek hiç şaşırtıcı olmadı, ama bir benzin istasyonunun çökmüş tavanını görünce, “Yapana yuh be” demekten kendimizi alamadık.
ERCİŞ’TE KUYRUKLU KARŞILAMA
Erciş’e giriş zor; yoğun trafik hemen kendini gösteriyor.
Biraz ileride Jandarma’nın önünde yüzlerce metre uzunluğunda bir kuyruk, sanki Erciş oraya akmış; hepsi çadır almak için bekleşiyor.
Şehir merkezine girildiğinin kanıtı yükselen toz duman.
Artık canlardan umut kesilmiş olsa da her enkaz kaldırma yerinde yüzlerce meraklı, kepçelerin iniş kalkışını, kurtarma görevlilerini seyrediyor.
Kurtarma çalışmalarında her kuruluşa şükran duyuluyor, ama Taşkömürü Kurumu madencileri efsane gibi konuşuluyor.
“Onlar hayata dönüş tünellerini en iyi açan kahramanlar” deniyor.
Sivil Savunma ekiplerinin deneyimsizliği de önemli bir söylem.
Bu kadroların siyasi kaygılarla doldurulduğu iddiaları yaygın.
Van’da bir günün kısa özeti bu ve oralarda dert büyük, iş çok.
Bu nedenle Cumhurbaşkanı Gül’ün ziyaret için beklemesi çok doğru bir karar.
Dünkü ziyaretteki iyi niyete de tek kelime yok, ama onlarca araçlık konvoyun hareketi, sizinle ilgilenmek zorunda kalan yerel yöneticilerin kıymetli zamanı düşünüldüğünde doğrusu yarar mı zarar mı diye bakmalıyız.
Bazı kuruluş temsilcilerinin bu kaygıyı duyduklarını da söylemeliyim.
Yani dayanışma amaçlı da olsa bu tür kitlesel ziyaretler ertelenmeli, derim.
Yazının Devamını Oku 24 Ekim 2011
TÜRKİYE’nin en büyük 24 sivil toplum örgütü, akan kanın durması için 30 Ekim’de İstanbul’da bir miting düzenleme kararı aldı. Önceki yazımda “Tepkiyi milyonlar koysun” demiş biri olarak bu kararı çok olumlu karşılıyorum; umalım nefretin değil barışın haykırıldığı, Türkiye’de bugüne kadar gerçekleştirilmiş en büyük halk yürüyüşü bu olsun.
DİSK ve KESK bu platformda henüz yer almış değiller; nedenini platform adına açıklama yapan TOBB Başkanı Rifat Hisarcıklıoğlu’na sordum.
Yanıtı alamadım; oysa solda yer alan bu iki örgütün varlığı çok önemli.
Neyse ki basın toplantısı ardından Türk İş Başkanı Mustafa Kumlu, yanıma geldi, “KESK’in cuma günü bir duruşması vardı. O nedenle katılamadılar, bu hafta bekliyoruz” açıklamasını yaptı.
ERDOĞAN’IN ATMASI GEREKEN ADIM
Dünkü basın toplantısında siyasi liderlerin mitingde kol kola olup olmayacağını da sordum; Hisarcıklıoğlu bu soruma da net bir yanıt vermedi.
Doğrusu liderlerin katılımı önemli bir mesaj olacaktır; ancak bundan önce liderler arasındaki sert atmosferin ortadan kaldırılması gerekir.
Burada en önemli görev de Başbakan Erdoğan’a düşer.
24 şehit verilmesinin ardından yaptığı basın toplantısında neden hemen muhalefete sataşma gereği duydu, hâlâ anlaşılmış değil; ama MHP Lideri Devlet Bahçeli kendisini arayıp, destek bildirmiş, CHP Lideri Kemal Kılıçdaroğlu da “Hükümete her desteği vermeye hazırız” demişken Erdoğan’ın bu iki liderlerle buluşup bilgilendirmesi önemli bir aşama olur.
Erdoğan’ın bu buluşmada muhalefet liderlerinden ne istediğini ayrıntılı dile getirip onlarla bazı özel bilgileri paylaşması da karşılıklı güveni artırır.
Ancak doğrusu şu güne kadar böylesi bir umudun işareti verilmiş değil.
Bu yumuşama sağlanmadıkça da liderlerin pazar günü kol kola yürümesi zor.
Çünkü, perşembe günü şehit Yunus Yılmaz’ın Kocatepe’deki cenaze töreninde, cami avlusundaki kalabalıktan bazılarının Erdoğan’ı hedef alan o güne yakışmayan sloganları böylesi bir yürüyüşte hiç olmamalı.
Bu sloganları sona erdirmenin tek yolu iktidar-muhalefet yumuşamasıdır.
BİR ADIM DA ANAYASA İÇİN
Anayasa sürecinin de soruna çözüm getirmesi hesaplanıyor.
İşte bu noktada da gözlerin ilk döneceği isim yine Erdoğan olacak.
Görünen o ki muhalefette, “AKP bizi oyalayacak, sonra kendi anayasasını dayatacak” anlayışı güçlü.
Bildiğim yargı konusunda CHP ve MHP’den önemli teklifler gelecek.
Deniz Feneri e.V davası sanıkları, doğru bir kararla, ‘uzun tutukluluk cezaya dönüşmesin’ gerekçesiyle salıverildi.
Ancak üç yıldır, diğer davlarda beklenen bu tür kararlar hiç alınmadığından, hem vicdanlar yaralanmış hem de yargıya güven aşındırılmıştır.
Üstelik bu karar, şehitlerin arkasına gizlenerek alındı gibi bir algıya da neden olduğu için iktidar açısından yıpratıcı etki yaratıyor.
Böylesi nedenlerle CHP, Adalet Bakanı’nın HSYK’dan çıkarılmasını, MHP ise yargıç/savcılar için ‘atama yapan makama karşı teminat’ isteyecek.
Dokunulmazlıklar, YÖK, vatandaşlık tanımı diğer tartışmalı konular olacak.
İşte tüm bu konularda iktidarın alacağı tavır süreci belirleyecek.
Eğer AKP, “12 Eylül referandumu ile değişen maddelere dokundurtmayız” anlayışına girerse ilk tıkanma ortaya çıkacak.
Oysa Anayasa, kanı da durduracak önemli bir zemin haline getirilebilir.
Yazının Devamını Oku 20 Ekim 2011
GÜNE gözyaşıyla başladık; boğazımız düğümlendi, yüreğimiz yandı. Böyle bir günde bilgisayarın başına oturup bir şeyler yazmanın zorluğunu yaşasak da anaların-babaların, yanı başında arkadaşını şehit veren askerlerin yaşadıklarını, biz ne dersek diyelim, anlamamız mümkün değil.
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, ilk kez ‘intikam’ sözcüğünü kullanıp ‘Hesabı misliyle sorulacak’ dese de, hepimiz savaş yemini etsek de böyle.
Sözün bittiği yer demek istemiyoruz; çünkü bunu demek daha çok gözyaşını, daha çok acıyı kabullenmek olacaktır.
Ancak lütfen ne olur, artık, şu ülkeyi yönetenler bize politikalarını açık ve net anlatsınlar, hepimiz nereye gidildiğini, ne yapılacağını bilelim.
SEÇİM ODAKLI OLAMAZ
Lütfen artık, can yakıcı tek sorunun terör olduğu bilinsin; bütün çaba buna yöneltilsin, vatandaşı bölüştüren değil kucaklayan söylem egemen kılınsın.
Uluslararası zemin, sadece ve sadece Türkiye’nin bu beladan kurtulması için kullanılsın.
Çünkü bu beladan kurtulamayan bir Türkiye, söylemde olsa da fiiliyatta ne bölgesinde ne de dünyada etkin gerçek bir güç haline gelebilir.
Türkiye ‘Ağzının payını verdi’ görüntüsünden çıkıp, ‘yapan ülke’ konumuna geçmeli; işte, ‘suspus oldu’ sanılan elin oğlu böyle yapmıyor mu?
Artık, bu ülkenin terör sorununa seçim odaklı, siyaset odaklı, günübirlik anlayışlı, referandum odaklı bakıldığı izlenimi yıkılmalı.
Bu anlayışın en çok da PKK’ya yaradığı gerçeğini kabul etmeli.
Unutmayalım ki terör örgütünün ‘insan kaynağı’ diye bir sorunu olmaz.
Bu örgütler insan kaynağı heba oldukça beslendiğini iyi biliyor.
Saldırının Cumhurbaşkanı Gül’ün bölgeye yaptığı sürpriz gezinin ardından gelmesi de, bu yazıma konu etmeyi düşündüğüm yeni anayasa görüşmelerinin dün başlaması da, 19 Ekim’in Habur vakasının yıldönümü olması da artık komplo teorilerinden öteye geçemez.
Çünkü çevremizde yaşananlar ve yeni dış politika ardından ‘daha çok gözyaşı’ diyen PKK’nın bu tür bahanelere ihtiyacı kalmadığını görmeli.
Belki de Gül’ün gezisini büyük bir operasyon habercisi olarak gören PKK, erken harekete geçip, karşı hamlede bulundu, güç gösterisi yaptı.
ETA’YA SİLAH BIRAKTIRAN GÜÇ
Hepimizin keseceği çok ahkâm var; ama fotoğrafı doğru okumadan, PKK’nın yapmak istediğini görmeden, söylemden eyleme geçmeden başarı gelemez.
Özellikle iktidarın cesur olması, dokuz yılın sonunda sorumluluğu başka odaklara yönlendirmeye son vermesi, herkesten de destek alması şart.
Aksi gelişme muhalefet de dahil bugünün her siyasetçisine fatura çıkarır.
Söylemin vatandaşa etkisini en iyi bilen siyasetçi dahi, farz edelim ki rakibi Zerdüşti olsun, eleştiriyi bunun üzerinden yapıyorsa anlaşılabilir mi?
Seçim öncesi gittiği Hakkâri’de, bu söyleme çok içerleyecek imamdan türbanlı kadına, binlerce insanın varlığını görmüş biri olarak bunu söylüyorum.
Eğer yönetenler bazı şeyleri unutuyorsa, sivil toplum harekete geçmelidir.
İspanya’da ETA silah bırakma noktasına gelmişse, bunda en büyük pay, sokağa çıkan, terörü lanetleyip barışı haykıran milyonlarındır.
Türkiye bunu yapmakta geç bile kaldı, ama fırsat anı ‘maalesef’ yine geldi.
Ülkenin her yanında şehit cenazeleri kalkacak; her cenazeye milyonlar katılıp nefreti değil, barışı ve kardeşliği haykırsa çok şey değişebilir.
Terör örgütlerinin görmek istemediği tek manzara budur.
Yazının Devamını Oku 17 Ekim 2011
BDP Genel Başkanı Selahattin Demirtaş’ın ilk kez girdiğim TBMM’deki makam odasında gözüme ilk çarpan, koltuğunun arkasındaki fotoğraf oldu. Kelepçeli sıraya dizilmiş KCK davası sanıklarının o çok tanıdık fotoğrafı. İlgimi görünce Demirtaş, “Asarken birkaç güne kaldırırız diye düşündüm, ama üçüncü yıl. Arkadaşlarımız içeride kaldıkça da indirmeyeceğim” dedi.
Türkiye, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün, Demirtaş’ın milletvekili seçildiği Hakkari’ye yaptığı sürpriz geziyi birkaç dakika önce öğrenmişti.
Sohbet de buradan başlayınca; Demirtaş’ın ilk sözleri, “Ben de yeni öğrendim. Herhalde güvenlik gerekçesiyle gizli tuttular. Keşke haberimiz olsaydı. Genel başkan olarak ben katılamazdım; ama milletvekili arkadaşlarımız eşlik ederlerdi. Sayın Gül’e tavrımız yok” oldu.
GÜL VE ÇİÇEK KÜRTÇE DERS ALSA
“Gerçi halkla teması var mı, yok mu onu bilmiyoruz” şerhini düşme gereği duysa da sözlerini şöyle bir öneri ile sürdürdü:
“Bakın Sayın Cumhurbaşkanı Hakkari’ye gitmeden önce Kürtçe ders alsa, oraya gidince de vatandaşa birkaç cümle Kürtçe konuşsaydı ne güzel bir jest olurdu. Vatandaşın devlete olumsuz bakışı böyle değişir. Bu TBMM Başkanı için de geçerli. ‘20 milyon Kürt vatandaşımız var’ diyorsak ve buraya onlar da geliyorsa, Meclis başkanı o vatandaşları az çok anlamak için Kürtçe kurs alsa güzel olmaz mı? Bunlar Kürtçe’ye bakışı değiştirir.”
Öcalan’ın kardeşi üzerinden yayılan mesajı ise, “Öyle çok olumlu bir hava görmedim, iki yöne de gidilebileceğini söylüyor. Maalesef seçimden bu yana gerilim düşmedi, arttı” diye yorumlayan Demirtaş’ın, Murat Karayılan’ın Taraf’ta yayımlanan mektubuna bakışı ise şöyle:
“Müzakereler konusunda bilgi kirliliği olduğunu, bunun müzakereleri zorlaştırdığını anlatmak istiyor. Bu kirliliği yok ederek müzakereleri yeniden başlatma mesajı veriyor. O mektubu ben böyle okudum.”
BİZİM DERLEDİĞİMİZ METİN
Şerafettin Elçi’nin, “Gördüm” dediği protokolün ne olduğunu merak ettiğim için Demirtaş’a “Protokolü siz de gördünüz mü” diye de sordum.
“Protokolleri biz görmedik. Elçi’nin söylediği, bizim Öcalan ve KCK yetkililerinin söyledikleri; Özgür Politika ile ANF Ajansı’nda çıkan yazılardan derlediğimiz, tahmini bir protokol” açıklaması ilginçti.
Gerçek protokolü kendilerinin de görmek istediğini belirterek, “Hükümet veya görüşmeleri yürüten heyet açıklama yapmalı. Hiç değilse muhalefet liderlerine açıklasınlar ki sürece katkı sağlansın” çağrısında bulundu.
Demirtaş, Diyarbakır Belediye Başkanı Osman Baydemir’in KCK tarafından sorgulandığı yönündeki haberlere itirazı var.
Sorum üzerine önce bir sayfaya KCK şeması çizdi, sonra da, “İyi bilinsin; KCK başka bir şey, BDP başka. BDP üyeleri arasında şiddete, silaha başvuran varsa bulup çıkarsınlar. Onları savunmamız söz konusu değil. Ama ‘şuna selam verdin’ diye herkesi içeri almak kabul edilemez” açıklaması yaptı.
Baydemir’in girip çıktığı bina için söyledikleri de şu oldu:
“Bizim mahalle ve kent meclislerimiz var. O bina bu meclislerimizin Yerel Yönetim Komisyonu binası. Partimizin MYK kararı ile tutulmuş, kirası ödenen, kayıtlarda görünen bir bina. Bu meclisler, belediyelerin bazı kararını beğenmeyip bunu da bildiriyor. Hepsi bu.”
Peki, olası kara harekâtı durumunda BDP ne yapacak; onu da açık söyledi:
“Çok kararlıyız, bu çılgınlığı protesto ederiz. Bunu PKK’yi savunmak için değil, oraya gidecek asker için yaparız. Asker de bizim çocuklarımız. Çünkü, biliyoruz ki oraya gitmeleri halinde sonuç almaları mümkün değil.”
Yazının Devamını Oku 13 Ekim 2011
KEMAL Kılıçdaroğlu’nun, Başbakan Yardımcısı Beşir Atalay’ı Deniz Feneri e.V davasında ‘köstebek’ diye suçlaması çok önemli sonuç verdi.
Yanlış anlaşılmasın, iddianın haklı veya haksızlığını ima etmiyorum. Atalay’ın istifası veya görevden alınması şok düzeyinde sürpriz olur.
Şunca yıldır siyasileri yakından izleyen bir gazeteci olarak, koruma müdürünün bakan bilgisi dışında (hem de İçişleri Bakanı) bu tür bir görüşme yapmasını pek mümkün görmüyorum, yapmışsa bu da bakan zafiyetidir.
Atalay’ın ‘köstebek’ iddiasını yeni duymadığı için görüşmeyi yapanın kim olduğunu bilmemesini de düşünemiyorum ve o koruma müdürü de hâlâ yerindeyse ortada ciddi sorular var demektir.
Demokrasiden, hukuktan söz etmeye de gerek yok, Atalay, koltuğunu korur. Sözünü ettiğim sonuç bunlardan daha öte ve anlamlı.
GÜNAYDIN SAYIN ATALAY
O sonuç Atalay’ın, altına hepimizin imza atacağı şu sözleridir:
“MASUM İNSANLARI suçlu ilan etmek, onur ve haysiyetleri ile oynamak hem suçtur hem AHLAK YOKSUNLUĞUDUR. GİZLİ olan SORUŞTURMA DOSYASINDAN BİLGİLER AKTARMAK, sızdırılan bilgileri henüz doğruluğu bilinmeden ve AVUKATLARIN DAHİ BİLGİSİ OLMADAN kamuoyuyla paylaşmak hukuk ihlalidir. Bu hassasiyetleri gözetmek hukuka saygılı, VİCDAN TAŞIYAN herkesin görevidir.” (Büyük harfleri ben yazdım.)
Yazının Devamını Oku