Şükrü Küçükşahin

CHP’yi kemiren kuşku

5 Ocak 2012
BAŞBAKAN Tayyip Erdoğan’ın, geçirdiği rahatsızlığın ardından partisinin ilk grup toplantısında yapacağı konuşma ilgiyle bekleniyordu, ama Uludere faciası sonrası söyleyecekleri, kullanacağı üslup daha büyük merak çekti. Merak, kaza sonucu da olsa silahlı kuvvetler jetlerinin 35 yurttaşı öldürdüğü bir ülkenin Başbakan’ı olaya nasıl bir açıklık getirecekti noktasında toplandı.

Bu özenle dinlediğimiz Erdoğan’ın, ne sorunu çözüm yoluna koyacak ne de gergin TBMM atmosferini rahatlatacak bir dil kullandığı söylenebilir.

35 vatandaşın yaşamını yitirdiği acı sonrası tansiyonu aşağı çekmek yerine sık yaptığı gibi ‘En iyi savunma saldırıdır’ anlayışını öne çekti.

Erdoğan BDP’ye edebileceği en ağır sözleri hiç çekinmeden dillendirirken CHP’ye de, o kadar olmasa da yakın tonda sert eleştiriler yöneltti.

KILIÇDAROĞLU’NU TAKDİR EDEBİLİRDİ

Kendisinin konuşması biter bitmez kürsüye çıkan BDP Genel Başkanı Selahattin Demirtaş da hiç sakınmadı, misli sertlikte yanıt verdi.

Allah’tan az sonra kürsüye çıkan Kemal Kılıçdaroğlu aynı üslubu kullanmadı. ‘33 kurşun’ olayının CHP iktidarı döneminde yaşandığı ve Mustafa Muğlalı adının Van’daki kışladan kendilerince indirildiği eleştirisini yapan Erdoğan’a, “O kışlaya, o isim senin iktidarında, 2004’te kondu” yanıtını vermekle yetindi.

Ancak, yıllarca CHP’yi, “Sivas’ın ötesine geçemezler” diye eleştirmiş Erdoğan’a, “Şimdi de sen gidemiyorsun” demeye gerek var mıydı, bilemem.

“Yoktu” desek de Kılıçdaroğlu’nun taziye çadırına kadar gidişini alkışlaması, hatta o seyahati kolaylaştıracak olanakları sağlaması gereken bir Erdoğan’ın, yerden yere vurma yolunu seçmesi karşısında bu kadarını normal görmeli.

Dün konuştuğum Kılıçdaroğlu, bilinçli olarak sert yanıt vermediğini belirterek, “Çünkü sertlik sorunu çözmüyor. Mantığı da yok. Yapılması gereken halka bu yanlışın nedenini ve kaynağını açıklamaktır” dedi.

Dün Kılıçdaroğlu’nu, ilk kez Erdoğan’ı korur bir anlayışta gördüm.

Yakın çevrenin, bakanların Erdoğan’ı aldattığına samimi olarak inanıyor. Gülyazı Köyü’ne giden bakanların, kendileri için kurulan ayrı bir taziye çadırında oturduklarını, ölen çocukların aileleri yerine Erdoğan’la bir başkasını görüştürdüklerini, bunun fotoğrafını servis ettiklerini anlattı.

Başbakan’a bu durumu değerlendirmesi tavsiyesinde bulundu.

SORUN ÖNCEKİ İSTİHBARATLARA GÜVEN

Kılıçdaroğlu gibi Gülyazı Köyü’ne giden diğer CHP’lilerle de konuştum.

Malum, Kılıçdaroğlu sürekli olarak, “O istihbarat kimden” diye soruyor.

Anladım ki CHP’de içleri kemiren şöyle bir senaryo söz konusu:

Genelkurmay da MİT de “İstihbarat bizim değil” açıklaması yaptığına göre bu yanlış istihbarat bir başka merkezden geldi, o merkez yabancı mı?

Son dönemde PKK’ya yönelik çok başarılı nokta operasyonlar yapıldı. PKK’lı Fehman Hüseyin’in o kaçakçı ekibinde yer aldığı bilgisi aynı istihbarat örgütü kaynaklı ise oraya duyulan güvenle mi hareket edildi?

Genelkurmay ve hükümet, istihbaratın nereden geldiğini biliyor ama açıklamıyorsa kuşkumuz yerindedir. Böyle değilse, hükümet istihbaratı veren kendine bağlı kurumu koruma amaçlı hareket ediyorsa o da büyük ayıp olur.

Saldırıdan tek kişi kurtuldu, ama savcı henüz ifadesini almadı, neden?

Erdoğan, bu kuşkuları ortadan kaldırır mı bilemiyoruz, ancak salı günkü söylemi, ‘silaha dayalı çözümden dönüş yok’ diye okunabilir.

Katılmasak da bu da bir politika, sadece umalım ki kaybettiği psikolojik üstünlüğü yeniden PKK’ya veren böylesi ‘ballı hatalar’ tekrarlanmaz ve de olası tüm tehlike ve tehditlere karşı gerekli önlemler alınmış olsun.
Yazının Devamını Oku

Van’da gördüğüm sigara kaçakçısı

2 Ocak 2012
SEÇİM öncesi, BDP Genel Başkanı Selahattin Demirtaş’ın çalışmalarını izlemek için Hakkari’ye gitmek üzere Van’dan yola çıktım. Van çıkışında, Hakkari yoluna girmeden hemen önce, bir otomobilin karşı yönden aşırı hızlı ve bütün trafik kurallarını altüst ederek yol aldığını görünce, “Ne yapıyor bu adam Allah aşkına” dedim.
Kiralık aracın Vanlı sürücüsü, “Abi, sigara kaçakçısı, bak şimdi en az bir tane daha çıkar” dedi demedi, ikinci bir otomobil aynı şekilde geçti gitti.
PKK’lı sanılarak bombalanıp öldürülen 35 köylünün haberini alınca Van’da gördüğüm bu manzarayı da anımsadım.
Sınır kentlerinde herkesin kanıksadığı, polisin de bildiği bu kaçakçılığın, dünyada büyüme rekoru kıran, ekonomisi en sağlam görülen bir ülkede yaşanıyor olması hem ilginç hem de kara mizah örneği sayılsa gerek.

GÖSTERİLENLE OLANLAR

Kaç gündür PKK’nın sigara kaçakçılığından nasıl nemalandığı söylenip duruyor; ama bunun basit bir ekonomik önlemi olduğuna pek girilmiyor.
En basit iktisat kuralı; fiyat arz talep dengesi dışına çıkınca sonuç, sadece sigarada değil her ürün için kendisini bu yolla gösteriyor.
Gerçekten ilginç bir ülke olduk. Org. Necdet Özel’in Genelkurmay Başkanı olması ardından hükümetle uyumlu çalışan TSK’nın, PKK karşısında ne kadar başarılı sonuçlar aldığını söyleyen, bu başarıda ‘Özel Polis Kuvvetlerinin’ katkısına anlamlı atıf yapanların, Uludere’de yaşanan vahim ve sonucu çok pahalı olacak hata ardından sessizlik içine bürünmesine pek şaşmamalı.
Çünkü bu ülkede, işine yaradığı sürece ‘iyi olan’ her şeyi sonsuz pervasızlıkla üstlenip, ‘kötüyü’ başkasına yüklemede çok mahir güçler var artık.
Ancak kim ne derse desin, her alanda görünen bu tablo ilelebet sürdürülemez.
Bir yandan ‘ileri demokrasi’ deniyor, diğer yandan tuvaller, şiirler, kitaplar, sözler suç unsuru kabul ediliyor; en yetkili ağızlar böyle buyuruyor.
O nedenle insanlar birbirlerine, “Aman yönetenlerle ilgili dikkatli konuşun, suç örgütü üyesi yapılabilirsiniz” diye mail’ler atmak zorunda kalıyor.
Bir yandan ‘Güçlü muhalefet yok’ diye dert yanılıyor, diğer yandan muhalefete kendisini ifade edeceği tüm kanallar tıkanıyor, yetmezmiş gibi onlara TBMM kürsüsünü de kapatacak içtüzük değişikliğine gidiliyor.

REKTÖR DE BUNU SÖYLERSE

Bize gösterilenle olanlar arasındaki tezatları anlatacak daha pek çok örnek verilebilir; ama 2012 için umutlar beslemek daha güzel bir şey.
Bunun için de toplumu bölen, ayrıştıran tüm söylem/eylem/uygulamalardan bir an önce vazgeçmeli; ‘öç alma duygusu yaratan’ tüm davaları bir an önce sonuca ulaştırmak için samimi ve yoğun bir çabanın içine girmeli.
Daha dün gazetelerde yer aldı; din konusundaki hassasiyeti şüphe götürmez Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün atadığı bir rektör/gazeteci/aydın, Şiileri, Şiiliği çok aşağılayan ifadeleri, üstelik Şii vatandaşların da vergisiyle ayakta duran TRT’de ifade ediyor, iktidar çevrelerinin pek tepkisini çekmiyor.
Bu sessizlik KCK, Ergenekon, belediyeler, şike, Balyoz, Odatv gibi operasyonlardaki hukuk ve insan hakları ihlallerinde de yaşanıyor.
Buna son vermeli ve Türkiye, yeni yılda, bütün kurumlarla uyumlu çalışır hale gelmiş, yüzde 50 oy almanın güveniyle daha hoşgörülü davranabilen, tüm korku algılarını silen bir iktidar dönemine adım atabilmeli.
Örneğin; önceki denemelerde milletvekili ölümüne neden olmuş içtüzük değişikliğinden vazgeçerek işe başlanabilir; aksi halde, şimdilik bardakların parçalandığı TBMM’de, Tayland’dakine benzer tablolarla sık sık karşılaşılabilir.
“Bu döneme kötü başladık” demiş olan Cemil Çiçek’e özellikle duyurulur.
Yazının Devamını Oku

O paranın da övgünün de bereketi olmaz

29 Aralık 2011
OTUZ yıllık gazeteci olarak ne zaman bir milletvekili maaş konusunu açsa, hep “Halk 10 TL’nin hesabını yaparken siz maaşınızı milyon TL de yapsanız bereketi olmaz; çünkü halkın gözü o parada olacaktır” der dururum. Hele milletvekilliği için can atanların para konuşmasını hep yadırgadığımı, şimdi de farklı düşünmediğimi yazmak istiyordum.

O nedenle, “Garip gureba” diyerek iktidara gelen, maaşı bin liranın altında kalan 2 milyon emeklinin 100 lira daha fazla almaması için ‘intibak yasasına’ bin bir gerekçe yaratan AKP’yi hiç anlamadığımı yazmak istiyordum.

ÇAKILIP KALIYORUM

Meydanlarda emekliye ‘intibak’ sözü vermiş CHP’nin, “Kardeşim, bizden önce emeklinin intibakı” dememesine çok şaşırdığımı yazmak istiyordum.

CHP Grup Başkanvekili Emine Ülker Tarhan’ın, emekli vekillerin maaşındaki artışa karşı çıkmasına rağmen, bunu kürsüden dillendirmemesini, parayla pulla hiç ilgisi olmayan o Tarhan’ın, bu acemiliği karşısında yaşadığına adım gibi emin olduğum üzüntüsünü ve pişmanlığını dillendirmek istiyordum.

Diğer Grup Başkanvekili Akif Hamzaçebi’nin tavrını eleştirmek istiyordum.

O, yasa tekniğine de vicdanlara da aykırı düzenlemeyi yapan asıl güç AKP olduğu halde, ona dokunmaya cesaret edemeyenlerin ‘Vurun CHP’ye’ nidalarının ne kadar çifte standart koktuğunu anlatmak istiyordum.

HSYK ile ilgili eleştirilerimi sürdürmek istiyordum.

Ama zap yaparken Ahmet Hakan’ın Tarafsız Bölge’sine çakılıp kalıyorum.

Maraş’ta üniversite yıllarımda yaşanan, unuttuğum, belki de unutmak istediğim o insanlık dışı vahşetin mağdurlarını, yargıçlarını dinlerken her sözcük beynime kurşun gibi saplanıp kalıyor, canım çok yanıyor.

90 yaşındaki tek gözü olmayan ninenin katledilişini yargıcın ağzından duyarken küçülüyorum, insanlığımdan utanıyorum.

NAZLI HANIM, BAŞIM YERE DÜŞMEDİKÇE


Sonra da düşünüyorum; ben HSYK’yı eleştirmişim, HSYK’nın bana yolladığı yanıtı da köşemde yayınlamışım, ama dünyada görülmedik bir gazetecilik örneği veren Nazlı Ilıcak, (Niye kendisine yollanmış anlamadım ya) o yanıtı, “Şükrü Küçükşahin ve Molla Kasım” başlığı ile köşesine de yerleştirmiş...

Kime, ne mesaj vermek için bunu yaptı bilemiyorum, ama ne ilginç rastlantı ki aynı gün Radikal’de, Özgür Mumcu’nun köşesinde Ilıcak’ın, Maraş katliamı sonrası, “Gaye hükümeti yıkmak, Ecevit’i devirmek değildir. Yer yer, bölge bölge istilaya uğrayan vatanı müdafaa etmektir. Kahramanmaraş’ın Kars gibi kurtarılmasını(!) engellemektir” diye yazdığını okuyorum...

O yazı belki Ilıcak’ın bininci yazısıydı, bugünkü ise belki üç binincidir.

Molla Kasım, bu üç bin yazıyı okusaydı ne derdi tahmin ederim, ama geçin. 

Sadece bilinsin ki, ne dün zulmü/zalimi savundum, onlara gerekçe yarattım ne de bugün yaparım, başım kesilip önüme konmadıkça da böyle kalacağım.
Onun için Nazlı Hanım, bilesiniz ki her satırınıza yanıtım var, ama ben, ‘vatanı müdafaa ettiğini sandığınız’ zalimlerin zulmüne uğrayan o nineme, ana karnında kurşunlanan o yavruma ve katledilen o insanlarıma rahmet dilemek, kendimle hesaplaşmakla meşgul olduğum için küfretseniz de kaleminizi başımda kılıç gibi sallasanız da size hiç lafım olmayacak.

Sizi o ninem, o bebeğimle baş başa bırakıyorum, eski danışmanın sevgili Müyesser Yıldız’ın bugün yaşadıklarını ise anımsatmıyorum dahi.

Ama HSYK yöneticilerine, “Tercihiniz benim eleştirilerim mi, o Maraş yazısını yazmış Nazlı Hanım’ın övgüleri mi?” diye sormak isterim.

“O övgülerin de bereketi olmaz” diye inanırım, ama karar kendilerinin. 
Yazının Devamını Oku

HSYK’dan açıklama geldi

22 Aralık 2011
HSYK’nın bazı atamalarıyla ilgili pazartesi günkü yazım üzerine, önceki akşam, Adalet Bakanı Sadullah Ergin aradı; beklediğim gibi, HSYK’nın bir açıklaması olduğunu, o açıklamayı bana göndereceğini söyledi. Bakan Ergin’le yazım üzerine bir sohbet de yaptık, ama ‘Karşılıklı konuşalım’ demesi üzerine bu sohbetimizi ayrı tutup açıklamalara geçeceğim.
Bir telefon da 17. Ağır Ceza Mahkemesi Başkanı Gökmen Demirci’den geldi.
Mehmet Haberal’ın kendisinden tazminat kazanmadığını belirterek hatama işaret etti, Resul Çakır gibi tutuklama yönünde karar veren bir hâkim olarak bilindiğini yazdığım için de, “Beşiktaş adliyesinde yüzde 99 benzer kararlar veririz. Kullandığınız tabir bir hâkim için hoş değildi. Ben en kıdemli hâkim olarak başkanlığa atandım” dedi.

BALÇİÇEK’E BALBAY RÖPORTAJI YAPTIRMAK

HSYK’nın 5 sayfalık açıklamasında ise adlarını yazdığım tüm hâkim/savcılar için tek tek, kamuoyunca önceden bilinen, açıklanmış gerekçeler vardı.
Terfilerin, ‘iş verimi/kalitesi’, ‘hal kâğıdı’, ‘sicil durumu’, ‘kıdem’, ‘terfi sırası’, ‘talep durumları’ çerçevesinde yapıldığı ifade edilen açıklamada, bu isimlerin bazılarının o görevlere ilk atamalarının, önceki HSYK döneminde gerçekleştirildiği de parantez içi ibareyle anımsatılmış.
Zafer Başkurt, Erkan Canak, Köksal Şengün’ün atamalarında, ‘bakanlık müfettişlerinin raporları’, ‘resmi sıfatlarının gerektirdiği saygınlık ve güven duygusunu sarsacak nitelikte davranış’, ‘irtikapta bulunma’, ‘rüşvet alma’, ‘iş takibi’ ‘Ergenekon sanıklarıyla irtibat’, ‘makamla mütenasip olmayan biçimde gönül ilişkisine girme’, ‘bazı sanıkların tahliyesi için yoğun çaba içinde olma’, ‘örgüt üyesi olma iddiasıyla adli soruşturmaya uğrayan avukat ve eski Adalet Bakanı Seyfi Oktay’la Yargıtay üyesi olmak için görüşme yapma’, ‘Mustafa Balbay’ın duruşma salonunda gazeteci Balçiçek İlter ile röportaj yapmasına izin vermek’, ‘görev yaptığı yere uygun bilgi ve tecrübeye sahip olmamak’ gibi iddialar ve delil durumu nedeniyle ‘aynı yerde göreve devamlarının soruşturmanın selameti, yargı erkinin nüfuz ve itibarına zarar vereceği kanaatinin’ etken olduğu yazılmış.
Necdet Ede, Oktay Kuban, Oktay Acar, Tuncay Aslan, Yılmaz Alp’in yer değiştirmeleri de kendi talepleri üzerine gerçekleşmiş.

DENİZ FENERİ VE HABERAL

HSYK açıklamasına göre, Rüstem Eryılmaz, Resul Çakır ve Gökmen Demirci, Ömer Dikmen’in atamalarında Mehmet Haberal’ın tazminat davasının etkisi yok, çünkü hem o dava yasal değişiklik nedeniyle henüz sonuçlanmadı hem de her tazminat davası açan sanığın ‘reddi hâkim talebinin kabulünü hukuk mantığı ile bağdaştırmak mümkün değildir’.
‘Parasız eğitim’ pankartı açan öğrencilerin beraatını isteyen savcı ise asıl savcının rahatsızlığı nedeniyle geçici olarak o davaya bakmış, asıl savcı göreve dönünce bir sonraki duruşmada 45 yıl hapis istemiş.
Deniz Feneri savcılarına gelince, onlar, HSYK tarafından değil Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından ‘başka büroda’ görevlendirildi, üstelik daha önce Balyoz soruşturmasının iki savcısı da aynı işleme tabi tutulmuştu.
Bu noktada HSYK’nın bu açıklamasına da ben bir düzeltme yapayım.
Deniz Feneri savcıları, ‘başka büroda’ görevlendirilmedi, aynı büroda tutulup sadece o dosyadan el çektirildiler, ardından da sanıkların tahliyesi geldi.
HSYK’nın açıklamasına hiç itirazım yok, çünkü tüm atamalar bu gerekçelerle yapılır, benim gözler önüne sermek istediğim tablo ise başka bir şeydi.
O tabloyu ve açıklamaya yanıtımı ise yer nedeniyle pazartesiye bırakıyorum.
Yazının Devamını Oku

Başlıksız ve yorumsuz

19 Aralık 2011
ANAYASA değişikliği sonrası oluşan yeni Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun (HSYK) bazı atama kararlarını art arda sıralıyorum. Ergenekon davasında toplu arama/dinleme ve rahmetli Türkan Saylan’ın evinde arama kararı veren, Ergenekon sanığı Prof. Mehmet Haberal’ın şikâyeti üzerine tazminata hükmedilen İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi üyesi Ömer Diken, Özel Yetkili 10. Ağır Ceza Mahkemesi Başkanı yapıldı.
Erzincan eski Başsavcısı İlhan Cihaner’le ilgili soruşturma ve davada katkısı olan Erzurum Başsavcıvekili Taner Aksakal, Aksaray Başsavcısı; Cumhuriyet savcısı Rasim Karakullukçu, Erzurum Başsavcı vekili; Savcı Osman Şanal, Antalya Cumhuriyet savcısı; yargıç Mehmet Karatay, Ankara hâkimi oldu.
HABERAL’IN TAZMİNAT KAZANDIKLARI
Albay Dursun Çiçek’i tutuklayan, tahliye taleplerine ret kararı vermekle tanınan, Haberal’a tazminat ödemeye hükmedilen yargıç Rüstem Eryılmaz, özel yetkili 14. Ağır Ceza Mahkemesi Başkanlığı’na atandı.
Ergenekon başta olmak üzere, benzeri davalarda önemli miktarda tutuklama kararının altında imzası bulunan, tahliye taleplerine ise aynı oranda soğuk bakmakla tanınan, Haberal’ın tazminat kazandığı 14. Ağır Ceza Mahkemesi üyesi Resul Çakır, 18. Ağır Ceza Mahkemesi Başkanı yapıldı.
Tahliye ve tutuklama konusunda Çakır’a benzer tutuma sahip olarak bilinen 13. Ağır Ceza Mahkemesi üyesi, yine Haberal’ın tazminat kazandığı Gökmen Demircan, 17. Ağır Ceza Mahkemesi Başkanlığı’na getirildi.
TAHLİYE İSTEYEN HAKİM SAVCILAR
Ergenekon davasında, tahliye yönünde muhalefet şerhi koyan Özel Yetkili İstanbul 10. Ağır Ceza Mahkemesi Başkanı Zafer Başkurt, Balyoz davası duruşmaların başlamasına bir hafta kala Gebze’ye atandı.
Aynı şekilde tahliye yönünde muhalefet şerhi koyan Özel Yetkili İstanbul 14. Ağır Ceza Mahkemesi Başkanı Erkan Canak, Sakarya’ya çekildi.
Ergenekon davasında başkanlık yapan bir çok sanıkla ilgili tahliye isteyen Köksal Şengün, Bolu Adliyesi’ne tayin edildi.
“Parasız eğitim istiyoruz” pankartı açan, 14 ay tutuklu kalan 3 öğrenciye beraat isteyen Özel Yetkili savcı Kasım İlimoğlu, Büyükçekmece savcısı yapıldı.
Emekli Org. Hurşit Tolon’u tahliye eden, Haberal’ı da tahliye edeceği yönünde pek çok habere konu edilen, “Kurumsal olarak baskı altındayım” diyerek görevden ayrılmak isteyen İstanbul Özel Yetkili 12. Ağır Ceza Mahkemesi üyesi Necat Ede, Bakırköy’e çekildi.
Balyoz davasında 21 sanık hakkında tahliye kararı veren İstanbul özel yetkili hâkimi Oktay Kuban, Eskişehir’e atanırken, Dursun Çiçek’in tahliyesini sağlayan yargıç Mehmet Faik Saban, Bakırköy yargıcı yapıldı.
Balyoz sanıkları için tahliye yönünde muhalefet şerhi yazan 11. Ağır Ceza Mahkemesi üyesi Oktay Acar, sulh ceza hâkimi oldu.
Balyoz davasında 26 sanık asker için tahliye yönünde oy kullanan yargıçlar Tuncay Aslan, Bakırköy; Yılmaz Alp ise Fatih hâkimliğine gönderildi.
Bülent Arınç’a suikast iddiası soruşturmasında gözaltına alınan üç subayı serbest bırakan Ankara 12. Ağır Ceza üyesi Erol Tatar, asliye ceza yargıcı oldu.
Deniz Feneri e.V davasının üç savcısı görevlerinden alındığı gibi haklarında soruşturma açıldı; ardından da sanıkların tamamının tahliye kararları çıktı.
“Poşu Davası” diye bilinen davada 22 aydır tutuklu öğrenci Cihan Kırmızıgül için ‘beraat’ isteyen savcı 6. duruşma öncesinde değişti, yerine gelen savcı 45 yıla kadar hapis cezası talep etti.
Başkaca atamalar da var ve aslında, YARSAV Kurucusu ve üyeleri ile HSYK seçiminde aday olanların uzun listesine de bakılabilir; ama şimdilik bu kadar.
Yazının Devamını Oku

AKP’de kaos çıkmaz belki kulak çekilir

15 Aralık 2011
MHP Lideri Devlet Bahçeli’nin “AKP’nin içindeki gelişmeleri ciddiye alarak takip etmiyoruz” demesine karşın bazı kaynamalardan söz etmesi, Cumhurbaşkanı Gül’ün Şike Yasası’nı vetosunu ‘manidar’ bulması ilginçti. Başbakan Erdoğan’ın iyileşip partisinde bir çatlamayı önlemesi dileğinde bulunması, “AKP’de kaos ülkeye zarar verir” demesi, işi ‘mevcut tablodan hükümet çıkarmak zor’ noktasına dek getirmesi üzerine “Allah Allah, AKP’de gerçekten bir hareketlilik var da biz mi görmüyoruz” diye düşündüm.

Çünkü, AKP’nin bölünebileceği yönündeki iddiaların kaynağını bir türlü öğrenemediğim için, sanki iktidara hoş görünmek isteyenler, sokak dedikodularından hareketle “İşte yine AKP üzerinde kaos planları yapılıyor” demek için böyle yazıp çizme gereği duydu, izlenimi edindim.

GÜL’ÜN ÇIKIŞLARI KAVGA GETİRMEZ


Kim hangi yorumu yapar, kim AKP’yi kaç gruba böler bilmem, ama söylemek isterim ki en azından görünür bir zamana kadar AKP’de ne gruplar oluşur, ne kaos çıkar, ne de Gül ile Erdoğan arasında çekişme/tartışma yaşanır.

Aksini düşünen veya yorum yapanlar biraz komik duruma düşebilir o kadar.

Belki Erdoğan, dün döndüğü Ankara’da bir-iki kulak çeker, ama Bülent Arınç dahi ‘durum düzeltme yoluna gittiği’ için gerek de duymayabilir. 
Bütün bu dedikodular Gül’ün şike yasasını veto etmesine dayandırılıyor.

Kabul, Gül, AB süreci başta olmak üzere uzun tutukluluk, demokrasiye ters bazı görüntüler gibi konularda zaman zaman uyarılar yapıyor, sözler ediyor.
Gül’ün böylesi sorgulamalarının hepsi yerindedir, hatta daha ileri çıkış yapmasını bekleyenlerin sayısı hiç de azımsanacak oranda değil.

Yani ekonomisi bu kadar güçlü, iktidar partisinin yüzde 50 oy aldığı, bütün kurumların hükümetle uyumlu çalıştığı bir Türkiye’de, yüzde 1 dahi olsa ‘korku imparatorluğu’ hissini yaşayanlar varsa gazeteciler/aydınlar/öğrenciler/bürokratlar ikna etmeyen gerekçelerle ve kitlesel biçimde cezaevine gönderiliyorsa, insani gelişmişlik düzeyinde ciddi ilerleme yoksa Gül’ün bu çıkışları, hiçbir şekilde iyi niyetten öte yorumlanamaz.

Bu doğal durum Gül ile Erdoğan arasında bir kavga yaratmaz, neden mi?

YÜZDE 50 YÜZDE 47’Yİ EZER


Birincisi, kimse Gül-Erdoğan ilişkisini Özal-Akbulut, Özal-Mesut Yılmaz Ecevit-Baykal, Demirel-Çiller ilişkisine benzetmesin.

Bu ilişki, 40 yıllık yoldaşlık ve ideolojik mücadeleden süzülerek gelen, geniş tabanlı başka güçler tarafından da özenle korunan ve desteklenen bir ilişki.
İkincisi, varsayalım ki 2007 seçimindeki yüzde 47’de, Cumhurbaşkanlığı mağduriyeti ile Gül’ün epey payı vardı, ama 4 yıl sonra Erdoğan, yüzde 50’yi yakalayarak gerçek güç kaynağının kendisi olduğunu açık ara kanıtladı.

Bu gerçeği Gül’ün görmediğini düşünmek ciddi yanılgı olur, aksine Gül, o nedenle Erdoğan’ın kararlarına saygı (Dikkat, ‘saygı’ diyorum) duydu/duyar.
Peki, Erdoğan’ın kararı ne olur, denirse, ‘Şapkadan epey tavşan çıkar’ derim. 

AKP’de, üç seçimi bir arada yapmak dahil her formül konuşulup tartışılıyor.

Her formülde de, “İrade konmuşsa hukuk engel değil” denmediği, yeni teamüller/zorlamalar yaratılmadığı sürece Gül’ü Başbakan yapmanın en kolay yolu şu erken seçim senaryosundan geçiyor:

Erdoğan Cumhurbaşkanı seçildiği gün genel başkanlıktan istifa eder, AKP de büyük kongreyi Köşk’teki devir teslimden sonraki bir tarihe alır.

Aynı günlerde TBMM’de erken seçim kararı çıkarılır, böylece bir-iki ay sürecek vekil başbakan yönetimi sonucunda her şey yeniden yerine oturtulur.

Ancak Gül’e bu yol açılmazsa dahi bilinsin oralarda çatlak patlak olmaz.
Yazının Devamını Oku

Erzurum’dan şampiyon çıkarmak

12 Aralık 2011
KAYAK sezonumuzu güzel bir yatırım nedeniyle Erzurum’da açtık. Kış sporları alanında önemli yatırımlar yapılan ve büyük atılım beklenen Erzurum’da, Palandöken eteğinde artık Xanadu (Zanadu) markası da var.
Açılışını Sağlık Bakanı Recep Akdağ’ın yaptığı otel, sadece kayak yapanlara hizmet vermeyecek, çok önemsenmesi gereken bir alana da girecek. 
Otelin sahibi Can Dikmen, dünyanın en iyi hocalarını getirdiklerini belirterek, “Xanadu Kış Sporları Kulübü’nü de kurduk. 50 çocuğumuzla işe başlıyoruz. Buradan dünya şampiyonu çıkaracağız” dedi.
Erzurum’da son yıllarda çok sayıda kış sporları kulübü kuruldu; ancak çoğu kamu destekli olduğu için Xanadu önemli bir simge olacak.
O nedenle Dikmen’in, bu sözlerinin takipçisi olmak durumundayız.
HAYIR, SADECE YOKSULA YARDIM DEĞİL
Bakan Akdağ da hemşerileri arasından dünya şampiyonları çıkması arzusunda; ama onun, Erzurumlu olarak başka beklentisi de vardı.
Açılış sonrası sohbetimizde Dikmen’den şöyle bir talepte bulundu:
“Can Bey, onu bunu anlamam; ne yapıp edip Körfez’den buraya turist getirin. Onlar kayak için çok para harcıyorlar, ama Avrupa’ya gidiyorlar. Erzurum çok yakın, doğrudan uçuş olanağı da sağlarız. Harcamaları sadece kayak amaçlı olmaz tabii ki. Diğer kanalları da Erzurum olarak biz açarız.”
Akdağ, açılış konuşmasında da aynı yönde çok anlamlı bir mesaj verdi.
Erzurum’a kış sporları alanında yatırım yapmakta geciken işadamlarının üzüleceğini söyleyen Akdağ, o işadamlarını şu sözlerle de teşvik etti: 
“Hayır yapmak sadece yoksula yardım etmek değildir. Bir yatırımınızla yüzlerce kişiye iş verirseniz en büyük hayrı yapan kişi olursunuz.”
Belediye Başkanı Ahmet Küçükler’in yatırım yapan işadamlarına hemşerilik beratı verdiklerini açıklaması da Akdağ’ın sözlerine destek oldu.
DÜNYANIN  EN İYİLERİNDEN AMA BOŞ
Erzurum, artık ‘yapay kar yağdırma sistemlerine’ de sahip bir kent haline geldiği için en az 5 ay kayak yapılabilecek bir merkez oldu.
Bunun yanı sıra, bu yıl gerçekleşen Universiad nedeniyle yapılan yatırımlar sonucu kış sporlarına ilgi duyanlara çok geniş olanaklar da sağlıyor.
Vali Sebahattin Öztürk bize, 3 yıl içinde sadece Erzurumlu 55 bin çocuğa kış sporlarının her alanında özel eğitim verileceğini açıkladı.
Bütün bunlar Erzurum için gerçekten büyük bir şansa işaret ediyor; ancak bir kaç noktanın üzerinde durmakta yarar var.
Birincisi Erzurumlunun kış sporlarına ilgisi henüz yeterli düzeyde değil.
Dün, birkaç arkadaşımla yarım gün, yeni açılan Konaklı pistlerinde kaydık.
İnanın, dünyanın en iyileriyle yarışacak düzeyde ve kilometrelerce uzun bu pistler neredeyse sadece bizim küçük grubumuza ev sahipliği yaptı.
Milli sporcuların antrenmanları da olmasa, o güzelim merkezde in-cin top oynayacak gibi; üstelik tesisler şu aşamada ücretsiz kullandırılıyor.
İkincisi sadece Erzurum’un değil, tüm kayak merkezlerimizin sorunu.
Neredeyse her otelin kendi pistleri var; oysa dünya bunu terk edeli yıllar oldu.
Avrupa’da bırakın iki kent arasında, üç ülke arasında dahi aynı biletle kayılırken bizde, 2-3 pist arasında gidip gelmek komik ötesi bir duruma işaret.
Hem de otelcisi, kayak yapanı, yatırımcısı bu durumdan dertliyken. 
Artık bu sorunu kökten çözecek, aynı bölgedeki tüm pistleri birbirine bağlayacak bir otorite oluşturulmalı, çözümler hemen hayata geçirilmeli.
Bambaşka bir sorun da Erzurum’un hava kirliği; bazı günler dağdan bakarken şehri hiç göremedik, bu manzaranın turisti şehirden soğutabileceğini bilmeli.
Yazının Devamını Oku

Gül ve Erdoğan’ın yer değiştirmesi

8 Aralık 2011
BAŞBAKAN Tayyip Erdoğan’ın bir yakını Taha Akyol’a, Cumhurbaşkanlığı seçiminin 2014’te yapılacağını, Erdoğan Köşke’e çıkarken Abdullah Gül’ün 2015’te ikinci kez başbakanlık koltuğuna oturacağını, aradaki sürede ise Başbakanlığa Bülent Arınç’ın vekâlet edeceğini söyledi. Türkiye’nin ‘ileri demokrasiye’ geçtiğini söyleyenler dahi bu senaryoyu dillendiriyorsa yeni cumhurbaşkanının ne zaman seçileceğini bilmiyor olmamızı sorgulamanın hiç anlamı yok, çünkü kurallar artık böyle.
Bir gün Erdoğan, “Şu tarih uygun” diyecek, iktidar çoğunluğu hemen harekete geçip cumhurbaşkanlığı seçim takvimini buna göre şekillendirecek.
Bunu kabul etsek dahi aşılması gereken zorluklar öyle az sayıda falan değil.
4 AYDA İKİ BÜYÜK SEÇİM
Bu Putin-Medvedev modeli için önce bazı tarihleri alt alta yazalım.
Anayasa’ya göre, yerel seçimler 2014 Mart sonunda, cumhurbaşkanlığı seçimi ise 28 Haziran-28 Ağustos arasında bir tarihte yapılmak zorunda.
Çünkü, 28 Ağustos 2007’de seçilen Gül’ün görev süresini, tartışmalı olsa da 7 yıl kabul edersek, ‘sürenin dolmasından önceki 60 gün içinde’ seçim şart.
Bu durumda muhtemelen adaylık süreci 28 Haziran’a yakın bir tarihte başlar.
Erdoğan, adaylığı düşünürse o günlerde başbakanlıktan ayrılmak zorunda. 
Farz edelim ki 15 Haziran’da oldu bu işlem, AKP tüzüğüne göre MKYK 10 gün içinde toplanıp genel başkan vekilini belirleyecek.
Yine o tüzük, MKYK’ya 45 gün içinde de yeni genel başkanın seçileceği büyük kongrenin tarihini belirleme görevini yüklüyor.  
Yine farz edelim ki cumhurbaşkanlığı seçimi en geç ağustos başında gerçekleşsin, çünkü malum seçim iki turlu ve bu senaryoyu yazanlar ikinci tura en küçük olasılık vermediği için biz de o olasılığı görmezden geliyoruz.
Böylece, bir kenara yazın Türkiye, 4 ay ara ile iki seçim yaşamış olacak.
Yok, ‘Nasılsa anayasa değişecek; bir seferliğine iki seçim birleştirilir, Gül’ün görev süresi de birkaç ay daraltılır olur biter’ denirse vallahi, bizim kafa almasa da, buna ileri demokrasi içinde mutlaka haklı bir gerekçe bulunur. 
TÜZÜĞÜ ANAYASA’YA UYDURMAK
Dönelim takvime, AKP tüzüğüne bakacak olursak yeni cumhurbaşkanı seçilmeden önce yeni genel başkan seçilmek zorunda, ancak, tüzüğe uymayıp daha ileri bir tarihte kongre yapmanın bir cezası yok.
Birkaç ay ara ile iki kongre toplantısı düşünülemeyeceğine göre AKP kongresinin, Gül’ün Köşk’ten inişine endekslenmesi oldukça mümkün. 
Hadi bunu da böyle farz ettik, sıra geliyor Gül’ün başbakanlığına.
Onun için milletvekili olması gerekiyor, bunun da iki yolu var.
Birincisi, 550 vekilin yüzde 5’inin (28 yani) istifasını TBMM kabul eder, 45 gün içinde dahi bir araseçimin yolu açılır, Gül de Kayseri’den seçilir gelir.
Bu durumda 6 ay içinde etti mi üç seçim, ama bu zorlama yetmiyor.
Çünkü, 2015 Haziran seçimine 1 yıldan az kaldığı için ikisi birleştiriliyor.
Baktığımızda en iyi seçenek genel seçimi en erken tarihe almak.
Böylece ‘Genel Başkan Gül’ ortada dolaşıp dururken ülke, en az altı ay, vekil başbakanla yönetme zorluğundan/garabetinden korunur.
O nedenle hadi kasım başı diyelim, ama yine seçim yorgunu olunmaz mı?
Kafaları epey karıştırdık, üstelik bu konuları biz niye konuşuyoruz ki, nasılsa  ‘uysa da uymasa da modeli’ gereği paşa paşa süreci kabul edeceğiz.
Tabi devran döner mi, seçmen veya Abdullah Gül, “Kişiye özel bu kadar düzenleme de olur mu kardeşim” der mi hiç bilinmez.
Ama bugün görünen söz ve karar Erdoğan’da, bakalım neyi uygun görecek?  
Yazının Devamını Oku