2 Şubat 2012
BİR haftada iki kurultaya gidilmesi CHP’de yeni bir moral bozma nedeni oldu. Bunda Kemal Kılıçdaroğlu’nun ilk günden sözünü verdiği tüzük değişikliğini bugüne kadar gerçekleştiremeyen ve yeterli imzaya yaklaşıldığını görüp kurultay kararını o gün açıklamayan genel merkez yönetiminin payı çok.
Ancak 26 Şubat kurultayının gündemi, kendi taleplerini de karşılayacak genişlikte olmasına rağmen imzacıların sözcüsü gibi davranan bazı isimlerin, işi CHP’yi sonucu öngörülemez bir kayyum sürecine kadar vardırmaları, yetinmeyip etnik ve mezhepsel tartışmalar yaratacak sözler kullanmaları amacın demokratik tüzük değil, bağcıyı dövmek olduğunu gösteriyor.
Bu söylemin, genel merkezin gecikmiş girişimini etik görmeyen bazı imzacıları oldukça rahatsız ettiğini de rahatlıkla belirtebilirim.
KİMİNLE YARIŞTIĞINI BİLMEK
CHP’de taraflar, rakiplerinin
15 yıl önceki gibi olmadığını, ülkedeki tüm etkin kurum ve mekanizmalar üzerinde tam denetim sağladığını, kamuoyu oluşturma gücünü en üst düzeye çıkardığını, büyük bir ideolojik bütünlük ve birlikte yürüme iradesine sahip olduğunu hiç ama hiç unutmamalılar.
TBMM’de de devasa bir üstünlüğü olan bir güçle yarışan CHP, tek bir üyenin dahi önemini bilmeden yürürse sonuç son 20 yıldan farklı olamaz.
Unutulmaması gereken bir nokta da, ki bu tüm partiler için geçerli, “Bizimkiler kazandı” diyerek diğer partilileri dışlayanlar, sadece ve sadece kendilerini yalnızlığa iterler. (Yine bakınız; son 20 yıl, derim.)
O 20 yılda ne oldu, “kurşun asker” görülen delegenin tamamı iki günde eski liderini sildi, ittifakla Kemal Kılıçdaroğlu’nu genel başkan seçti.
Bugünkü CHP yönetimi de delege seçiminde aynı yolu deniyorsa, dışlamaya gidiyorsa akıbet kaçınılmaz bir şekilde aynı olur.
Bu uyarımı, geçen yazım üzerine aldığım tepkilerden, sandık konmayan mahallelerin azımsanmayacak ölçüde olması nedeniyle anımsatmak istedim.
Gelinen noktada, Kılıçdaroğlu birleştirici rol üstlenebilir, biraz erozyona rağmen güçlü konumu sürüyor, TBMM grubunda da neredeyse tulum desteğe sahipken kurultayı, ‘güven’ isteyerek yeni bir çıkışa neden dönüştürmesin?
BAĞI DA YOK EDECEK ÖNERİLER
İmzacılar açısından ise istenen değişiklikler ciddi sıkıntılar içeriyor.
Delegenin yüzde 20’si ile seçimli kurultay toplamaya hiçbir parti dayanamaz, hele hele CHP gibi kurultay şampiyonu bir partinin hiç şansı olmaz.
Bu oran il/ilçe kongrelerine de uygulanabilir ki o zaman seyreyleyin örgütü.
Hazine yardımının yüzde 40’ının örgütlere aktarılması önerisi de kurultay rüşveti izlenimi yaratıyor; çünkü gerçekçi bir yanı yok, bir parti yönetiminin o parayı örgüte dağıtma veya tanıtıma harcama yetkisi olabilmeli.
Sonuçta karar tabii ki delegenin, ancak ilk kurultay 26 Şubat’ta olacağı için o gün aklıselimin öne geçmesi hiç abartılı bir beklenti olarak görülemez.
Muhtemelen orada, tüzüğün tepeden tırnağa değiştirilmesi ardından
1 Mart kurultayına gerek olup olmadığı yönünde bir tartışma yapılabilir.
İşte o tartışma sonucunda imzacı delegenin ne yapacağını izlemeliyiz.
O delege, Başbakan Erdoğan’ın sadece salı günkü konuşmasına dahi baksa, CHP’nin yakın zamanda sürpriz sorunlarla karşılaşma olasılığını görecektir.
CHP’nin çok acil ‘moral’ bir çıkışa ihtiyacı var, tersi bir etki yaratan bu kurultaylarda dümeni ‘moral’ yöne çevirme gücü ise sadece delegenin elinde.
NOT: Deniz Feneri e.V
savcılarına yapılan temel bir hukuk sıkıntısı. Mahkeme kararının bir bölümünü gizlemekle suçlanıyorlar ya, bende “Acaba HSYK’nın da o savcılara gönderdiği kararlarında üzeri kapatılmış bölümler var mı, yok mu” merakı oluştu. Bekleyeceğiz, ta ki Yargıtay’da duruşmalar başlayana dek.
Yazının Devamını Oku 30 Ocak 2012
CHP, 26 Şubat’ta tepeden tırnağa tüzük değişikliği için kurultaya gidiyor. Bu kurultayı Genel Başkan sıfatıyla Kemal Kılıçdaroğlu topluyor.
Yani, muhalefetin olağanüstü kurultay talebinin dışında bir gelişme.
Kılıçdaroğlu, muhalefetin gündem önerisini sınırlı bulduğu için bu yola gitti. 26 Şubat Kurultayı’nın muhalefetin talebini de karşılayacağına inanıyor.
Kılıçdaroğlu böyle inansa da muhalefet, talebinde ısrar ederse CHP, mart ayı içinde bir kurultay daha toplamak zorunda kalacak; ama delege katılımının, karar almak için yeterli olan salt çoğunluğa ulaşması zor gibi.
Muhalefetin ısrar edip etmemesi niyetlerinin, tüzüğü mü CHP yönetimini mi değiştirmek olduğunu da ortaya çıkaracaktır.
ÇOK DAHA ÖNCEDEN TOPLANMALIYDI
Şurası gerçek ki bu kurultay, muhalefetin imza toplaması ardından değil, çok daha önceden yönetimin kararı ile yapılmalıydı; çünkü Kılıçdaroğlu, daha seçildiği gün ‘Türkiye’nin en demokratik tüzüğünü yapma’ sözü vermişti.
O sözü yerine getirmek için bugüne kadar beklemeseydi, CHP diğer partiler karşısında önemli bir fark yaratmış, onlara üstünlük sağlamış olurdu.
Olan oldu, demeli ve umalım ki bu kurultay, Kılıçdaroğlu’nun dediği gibi, gerçekten bir demokrasi şöleni havasında geçer.
CHP, bunu başardığı ölçüde kendisini sarmalayan kimi yargısal sorunları, önündeki büyük sıkıntıları aşabilecek dışa dönük mücadeleyi başlatabilir. Her kurultay böylesi beklentilerle gerçekleşti; ama sonuç ortada.
CHP, geçen gün İstanbul delegesi Kamber Doğan’dan yeniden duyduğumuz Turan Güneş’in şu nüktesini tamamen unutturacak bir yapıya gelmeli.
Güneş, partili arkadaşlarıyla bir buluşmasında, kahve ikramı yapılırken fincanın kulpu olmadığını görür. Servisi yapan bunu fark edince, “Efendim parçayı bulamadık” der. Güneş, “Onu bizim genel merkeze götür hemen bir kulp bulurlar” yanıtı verir.
CHP’de, belki kulp takma bugün o kadar rağbet görmüyor, denebilir; ama genel merkez yöneticilerinin uyumlu çalıştığı, karşılıklı kişisel yıpratmalarla zaman harcamadığı, güçlü bir koordinasyon içinde oldukları da söylenemez.
Hem de Kılıçdaroğlu’nun dört kez yönetim değiştirmesine rağmen tablo bu.
İŞLEVSİZ DÜŞÜNCE KURULUŞLARI
CHP’deki bu sorun büyük ölçüde son 20 yılın mirasından kaynaklanıyor.
İdeolojik amaçlar yerini kişisel çekişmelere, kişisel bağlılıklara bıraktı.
Bu da ‘demokratik rekabet’ yerine ‘senin/benim adamım’ anlayışını getirdi.
Bakın, bugünlerde delege seçimleri yapılıyor, Kılıçdaroğlu’nun bütün söylemine rağmen hâlâ, az da olsa, sandık konmayan mahalleler görülüyor. Çünkü amaç, tabanın tercihini görmek değil, tercih edilen ismi delege yapmak.
Bunların ideolojiyi kaybetme, düşünceyi yok etmeyle ilgisi var. Rekabet, düşünce odaklı yapılsa hem kişi odaklı tercihler geride kalır hem de birbirini denetleyen güçlü gruplar eliyle parti daha çok dinamizm kazanır.
Anımsayın; Türkiye’de düşünce kuruluşlarını ilk kuranlar sosyal demokratlardır; ama o kuruluşlar bugün hemen hemen işlevsiz konumdalar.
Kimine göre Kuvayi Milliye geleneğinden gelen CHP sosyal demokrat olmaz.
Oysa o gelenek antiemperyalist öz taşır; antiemperyalist sosyal demokrat partilerin Güney Amerika’da sağladıkları başarılar da ortada.
İşte bütün bunların düşünce altyapısını sağlayacak kurumlar da son 20 yılda yok farz edilen bu sosyal demokrat düşünce kuruluşlarıdır.
O yok farz ediş ise sosyal demokrasiyi besleyen üniversite damarlarını kesti.
Yazının Devamını Oku 26 Ocak 2012
GEÇEN perşembe günü BDP Genel Başkanı Selahattin Demirtaş’ın, Başbakan Tayyip Erdoğan’ın başdanışmanı ve Ankara Milletvekili Yalçın Akdoğan’ı, hükümetin yeni Kürt politikasının en belirleyici ismi ve ideoloğu, hatta KCK operasyonlarını planlayan kişi olarak gördüğünü yazmıştım. Demirtaş o sohbetimizde, bütün bu operasyonlar sonucu örgütlü oldukları 47 ilin 40’ında örgütsel anlamında ‘neredeyse yok düzeyine’ getirildiklerini, bir bel kırma hareketi ile karşı karşıya kaldıklarını da söylemişti.
Yazım üzerine Akdoğan aradı, “Beni açık hedef yapmış, güç atfetmiş” dedi.
Önceki gün Akdoğan’la sohbet ettim, ilginç değerlendirmelerini dinledim.
İMRALI’YI YAŞARKEN ÖLDÜRDÜLER
BDP/Demirtaş’ın temel problemini, ‘süreci doğru okumama kaynaklı doğru konum almama’ diye gören Akdoğan, Öcalan’la görüşme sürecinden başladı.
Demirtaş’ın bu süreci sabote ettiğini savunan Akdoğan’ın gerekçesi şöyle:
“Hatırlayın o dönem sürekli, ‘Muhatabınız Öcalan, gidin onunla görüşün’ dedi. Görüşmelerin yapıldığını ise çok iyi biliyordu. Bunu bile bile her daim o sözü tekrarlaması oradan güç devşirme amacı dışında bir şey olamaz. Bu açık sabote girişimiydi. Sürecin sonuna odaklanmak yerine, zora sokmayı tercih etti. ‘İmralı’yı yaşarken öldürdüler’ dememin nedeni de buydu.”
İkinci örneğini de Habur üzerinden veren Akdoğan, orada yaşanan taşkınlığın da ‘sonucu havaya uçurma amaçlı’ olduğunu savundu.
Habur’da hükümet kanadının hata yaptığı eleştirilerine ise pek katılmayan, hükümetin büyük risk alarak o girişimi yürüttüğünü anlatan Akdoğan, üstü çok kapalı olarak, “O kaza için kamuda da bir fatura kesildi, ama açık açık söylenmedi. Süreci yürüten MİT yöneticisi görevden alındı” demeye getirdi.
Akdoğan, Habur’un BDP/PKK eliyle zafer sarhoşluğuna çevrilmesi sonucu aleyhte bir toplumsal algı oluştuğunu, bunu hiçbir hükümetin es geçemeyeceğini, o nedenle de frene basılmak zorunda kalındığını ifade etti.
CEBERUT TAHAKKÜM DÜZENİ YOK EDİLİYOR
KCK operasyonları konusunda da iddialı konuşan Akdoğan, operasyonlarla ‘ceberut tahakküm düzeninin yok edilmekte olduğuna’ inanıyor.
“Operasyon etkili oldu. Cenazelere katılımın 5 binlerden 50 kişiye düşmesi, artık kepenklerin kapatılamaması bunun örnekleri” dedi.
KCK’yı, “Terör örgütünün insanları sokağa dökme, baskı tehdidi üretme merkezi” diye niteleyen Akdoğan, şiddete bulaşmamış isimlerin tutuklanması üzerinden yapılan eleştirileri de şöyle karşıladı:
“Dağa çıkmayı öneren, ‘silahsız olmaz’ diyenin terör bağlamında görülmesi dünyanın her yerinde normal ve terör suçu kapsamında ele alınır.”
PKK’nın “Arap Baharı” yanılgısına düştüğünü, o nedenle seçimden önce terörü tırmandırarak halkı kışkırtmak istediğini savunan Akdoğan, PKK’nın bu amacında başarısız kalmasını KCK operasyonlarının etkisine bağlıyor.
Demirtaş göreve geldiğinde ve Leyla Zana yeniden milletvekili olduğunda çok umutlandığını anlatan Akdoğan, özellikle son çıkışları ardından bu iki ismin büyük hayal kırıklığı yaşattığını, Demirtaş’ın, ateşli bir kitleye sürekli benzinle yaklaştığını, BDP’ye kabuğunu kırdırma yerine, “İmralı ne der, Kandil ne der” kaygısını esas alan konuşmalar yaptığını ileri sürdü.
Zana’yı ise tecrübe ve birikimini ortaya koymak yerine “İzmir’deki, İstanbul’daki adam ne düşünür” kaygısı duymadan konuşmakla eleştirdi.
Son bir not: Akdoğan, Öcalan’ın akrabaları da dahil kimse ile görüşmemesini ise “Açığa düşmeme çabası” diye niteledi.
Yazının Devamını Oku 23 Ocak 2012
EGEMEN Bağış’ın, “En büyük yatırımı demokrasiye yaptık” sözünü samimiyetle söylediğine hiç kuşku yok; ancak dönüp, “Bu yatırımın getirisi ne oldu” diye sormak da AB Bakanı olarak öncelikle kendisine düşer. Gerçekten de yüzde 50 oy almış, bütün kurumları istediği yönde şekillendirmiş, muhalefetin güçsüz kaldığı (ki biri sadece salı günleri konuşur, diğeri kongrelerle yorulur) bir iktidar döneminde yaşananlar her tür demokrasi söylemine pek de uyumlu görüntü vermiyor.
Böylesi güçlü iktidarlardan beklenen hoşgörü adımları bir türlü gelmediği gibi ‘ileri demokrasi’ adına yapılan yasal/anayasal düzenlemeler, kuşkuları ortadan kaldıracağına daha fazla derinleştiriyor.
“Yeter, aman beteri gelmesin” dedirtecek birkaç örneğe bakmak dahi yeterli.
GÜL ÖYLE AYM BÖYLE DİYOR
Anayasa Mahkemesi (AYM), Anayasa’da doğrudan doğruya iptal davası açma hakkı bulunan ana muhalefet CHP’nin başvurularında ‘kötü niyet’ buldu.
Altı bin lira para cezası kesti; Haber Türk’te Muharrem Sarıkaya’dan öğreniyoruz ki o cezanın 7 milyon TL’ye yükseltilmesi dahi konuşulmuş.
Neyse ki AYM, “Yetmez; ama şimdilik bu kadar yeter” kararı vermiş.
İlginç bir tesadüf bu kararı Cumhurbaşkanı Gül’ün, kendi görev süresiyle ilgili yasa için, “Ana muhalefet herhalde AYM’ye gider” dediği gün aldık.
Anlayacağınız Gül, ana muhalefete “Git” derken, seçtiği üyelerin çoğunluk oluşturduğu AYM, “Seni gidi kötü niyetli seni; sakın gelme” diyor.
AYM böylesi bir kararı, dünyada bilmiyorum ama, bizim tarihte ilk kez verdi.
Meclis’te AKP çoğunluğu iç tüzük değişikliği yaparak muhalefetin sesini ve yasa yapmadaki gücünü kısma yönünde düzenlemelere giderken AYM’nin de böylesi bir karara imza atması demokrasi adına çarpıcı bir örnek olsa gerek.
Sadece yeni AYM değil ki yeni HSYK da, söz konusu muhalefetse hep keskin.
Eski HSYK başkanvekilleri Başbakan Erdoğan’la söz düellosuna girerdi, şimdikiler ise ana muhalefet liderine karşı açıklama üstüne açıklama yapıyor.
Anayasa Mahkemesi Başkanı da benzer açıklamalar yapmadı değil.
Aynı HSYK, ana muhalefet liderinin ses kayıtlarının tapelerinin sızdırılması karşısında ise kendisine yapılan başvuruları geçiştirme yoluna gidiyor.
Sonuçta da geçen hafta dahi ana muhalefet liderinin, partilisi eski bir bakanla yaptığı sıradan konuşma ‘suç unsuru içeriyor gibi’ deşifre edildi.
Muhalefet liderinin konuşmalarını dinleyip servis etmek sıradan iş oldu yani.
CEZADA ANA İLE YAVRUYA ADİL TUTUM
Ana muhalefet lideri hakkında ‘sözlerinden’ dolayı fezleke hazırlanmışsa, (Diğer fezlekelerle karıştırmayın) aslında başka lafa gerek de yok.
Zaten muhalefet milletvekillerinin cezaevinde tutulması kanıksandı, BDP’ye ve belediyelerine yapılanlardan ise neredeyse artık hiç söz edilmiyor.
Dün baktım, iktidar partisinden seçilmiş belediyelere yaklaşamayan yargı, ana muhalefet ile yavru muhalefet arasında oldukça ‘adil’ tutum almış.
Müfettiş üstüne müfettiş, savcı üstüne savcı gören bu belediye başkanlarından yavru muhalefet üyesine (Isparta) 172 yıl, ana muhalefet üyesine (İzmir) 397 yıl hapis cezası isteniyor.
Aslında atfedilen suçlar da çok ilginç; ama meraklıları baksın artık.
Başbakan’ın konuşmaları en az 8-9 kanalda canlı verilir, iktidarın yöneticileri istedikleri sürece pek çok medya organında kendilerini ifade edebilirken, bırakın diğer yöneticileri, muhalefetin liderlerine dahi medya sanki kapalı.
İçeride kendisini ifade edecek kanal bulmakta zorlanan muhalefet, dışarı çıkıp kendisini ve iktidarı anlattığında ise ‘ihbarcı’ muamelesi görüyor.
Peki, ‘demokrasinin ilk şartı muhalefetin varlığı’ ise bunlar ne Allah aşkına?
Yazının Devamını Oku 19 Ocak 2012
İLKER Başbuğ’un nerede yargılanacağı sorunu da sanırız ortadan kalktı ve görünen o ki kendisi için uzun bir yargılama süresi başlıyor. Selefinin tutuklanması ve yargılanma yeri üzerindeki bu tartışmaları Genelkurmay Başkanı Org. Necdet Özel’e sormak istedik, malum soruları yazılı yanıtlama geleneğini yerleştirdiği için öyle de yaptık.
Gelen yanıt ise kısa sözlü oldu, Org. Özel’in tutumu şöyle özetlendi:
“Bu konuda yazılı, sözlü; olumlu veya olumsuz bir değerlendirme yapmak, görüş belirtmek, yorumda bulunmak istenmemektedir.”
Özel Paşa’nın bu konuda nötr kalmış olması farklı yorumlara tabi tutulabilir.
Ancak bunu, TSK’nın yargıya yönelik eski tutumunu terk etmesinin işareti gibi okumak da, “Bir şey denecekse o söz siyasi otoriteye ait. Zaten siyasi otorite de değerlendirmeler yapmakta” diye değerlendirmek de mümkün.
SINN FEIN OLAMAYIZ ÇÜNKÜ
En fazla, “Özel Paşa’nın seleflerinden farkını ortaya koyan bir tutum” diyebileceğimiz bu açıklamaya başka yorum yapmak zor.
Bu nedenle, önceki yazımın devamı çerçevesinde, Org. Özel’in tam da yeni davalık olduğu BDP Genel Başkanı Selahattin Demirtaş’la sohbete geçeceğim.
Pazartesi günkü yazımda devletin BDP’ye bakışını, “Sinn Fein, ‘Şu tarih itibariyle terör eylemleri durdurulmuş’ dediği an IRA tek bir eylem yapmıyordu. BDP ise tam tersini yapıyor. Sinn Fein dağı kontrol ederdi, BDP dağın kontrolünde” diye özetlemiştim.
TBMM’de görüştüğüm Demirtaş, “Yanlış bir bakış” diye başlayıp devam etti:
“Sinn Fein, IRA’dan önce kuruldu. IRA onun içinden çıktı. DEP ise PKK’den 15 yıl sonra, 1990’da ve ondan bağımsız kuruldu. Kuran PKK değil, yani. O nedenle Sinn Fein gibi olamayız, ama benzer etki yapabiliriz.”
“Nasıl” sorusunu yanıtlarken de ‘silah bırakma’ şartını ileri sürdü.
Kendilerine bağlı olmadığı için, “Silah bırakma işini PKK ile görüşün” dediklerini, ancak tepki topladıklarını anlatan Demirtaş, silah bırakılmadıkça Sinn Fein ile BDP kıyasının reel bir karşılığı olmayacağı düşüncesinde.
YA BİZ TANIK OLURSAK
Ölümler sürdükçe bu gerçeğin değişmeyeceğine inanan Demirtaş, Leyla Zana’nın da bunu ifade etmek istediğini, “Silahı bırakın” değil, “Susturun” dediğini belirterek, Kürt sorunuyla ilgili bazı anekdotlar verdi.
Seçimden hemen önce Öcalan’la mutabakata varıldığını, hazırlanan bir metnin devlet görevlilerince, Kandil’e götürüldüğünü, orada eklenen bir maddeye Öcalan da onay verince ‘anlaşma noktasına’ gelindiğini anlattı.
Ancak, seçim biter bitmez bir devlet görevlisinin kendilerine, “Siyasi risk ortadan kalktı” dediğini, ardından operasyonların başladığını söyledi.
Bu yeni süreçte en belirleyici isim ve ideoloğun AKP Ankara Milletvekili, Başbakan Erdoğan’ın Başdanışmanı Yalçın Akdoğan olduğunu, Akdoğan’ın Başbakan Yardımcısı Beşir Atalay’dan da daha etkili konuma getirildiğini, KCK operasyonlarını dahi onun planladığını ileri sürdü.
KCK operasyonunda 2.5 yıldır PKK ile devlet arasında diyalog kuranların tutuklandığını, bu isimlerin bakanlarla konuşmalarının dinleme tapelerinden ayıklandığı için ‘suç’ görülen sözlerin nedeninin anlaşılmadığını vurguladı.
Demirtaş, yarın bu arkadaşlarının kendisi ile Gültan Kışanak’ı mahkemede tanık göstermeleri halinde gideceklerini de belirterek şunları dedi:
“O zaman ne diyecekler? Gerçekten olanlara üzülüyorum. AKP büyük yanılgı içinde. Yapılanlarla evet, BDP örgüt olarak ‘yok konumuna’ getirildi. PKK ve KCK ise güçlendi. Çünkü gençler bize değil onlara gitmeye başladı.”
Yazının Devamını Oku 16 Ocak 2012
ÖNCE, tam da seleflerinden İlker Başbuğ’un tutuklandığı sırada Genelkurmay Başkanı Org. Necdet Özel’in ağzından, PKK’lılara atıfla, “Onlara terörist demek istemiyoruz” sözlerini okuyunca ‘ne ilginç bir ironi’ diye düşündük. Beş gün sonra ise Başbakan Tayyip Erdoğan, partisinin grup toplantısında, en büyük şiarlarının ‘insanı yaşat ki devlet yaşasın’ olduğunu söyledi.
Ardından Milli Savunma Bakanı İsmet Yılmaz’ın PKK’lılar için “İntihara gönderilen gençlerimiz” ifadesini kullandığını öğrendim.
Her üç isim de Terörle Mücadele Yüksek Kurul üyesi olduğu için bu yaklaşım mücadeledeki yeni bir konseptin işareti gibiydi.
Yetkili isimlerle yaptığım sohbetler de bunu doğruluyor.
ARTIK ÖLDÜRÜLMÜYORLAR
Sözünü ettiğim yeni konseptin ilk habercilerinin Amanos, Cudi ve Bingöl dağlarındaki operasyonlar olduğu söylendi.
Buralarda belirlenen mağara ve mekanlarda PKK’lı varlığının kesin tespitine rağmen bombalama yoluna gidilmemiş, ‘sağ ele geçirilsinler’ denmiş.
Gerekçesi de, “PKK istiyor ki her ailede kayıplar olsun. Böylece devlete hınç duyanların sayısı artsın” diye açıklandı.
PKK’nın kökünü kazımaktan artık pek söz edilmiyor; çünkü PKK’ya, terörden beslenen bitmez bir ekonomik güç/organizasyon olarak bakılıyor.
Yeni dönemdeki en büyük gelişme ise “Terörle mücadele birimleri arasındaki bütün ‘sürtüşme’, ‘kavga’, ‘ayrı görüş’, ‘farklı uygulama’ gibi konularda samimi bir çözüme ulaşılması” diye değerlendiriliyor.
“Kurumlar ve kurum yöneticileri arasında güven tam tesis edildi” deniyor.
İstihbarat saklamaya son verilmesi, birim devirlerini de (GES’in MİT’e devri gibi) içeren istihbarattaki merkezileşme büyük ilerleme olarak görülüyor.
Bunları okuyunca akla ilk gelen, “Yeni yaklaşım insan odaklı ise BDP-KCK operasyonları ne oluyor” sorusuna da yanıt aradım ve şu yanıtı aldım:
“Evet, bunlar söylenip hemen İrlanda örneği veriliyor, Sinn Fein’le görüşmelere atıf yapılıyor. Ama bu iki parti arasında çok büyük farklar var. İlki; Sinn Fein, ‘Şu tarih itibariyle terör eylemleri durdurulmuş’ dediği an IRA tek bir eylem yapmıyordu. BDP ise tam tersini yapıyor. Sinn Fein dağı kontrol ederdi, BDP ise dağın kontrolünde. Bu da yetmiyor, ‘İrademiz yok, bizimle değil gidin dağla görüşün’ diyor. Keşke Sinn Fein kadar olsalar.”
PİLOTLARLA İLGİLİ BELİRSİZLİK
Uludere’deki bombalama faciasının hangi istihbarat kaynağının hatası olduğu sorularını da sorgulamadım değil; ama ‘geçiştirildi’ desem yeri. “Bu bombalamadan sivil otoritenin önceden haberi var mıydı?” sorusunun aynı şekilde belirsizliğe bırakılmasını da ilginç bulabiliriz.
Buna rağmen aldığım şu bilgileri paylaşmalıyım:
“Birincisi, bombalanan yer sınır ötesinde. (Bu cümle ‘neden sağ yakalanmadılar’ sorusunun yanıtı olarak da okunmalı.) İkincisi, son dönemde böylesi 350’ye yakın bombalama oldu. Hangi birisi bildirilsin.”
Konuyla ilgili soruşturma/inceleme süreci devam ettiği için hani bazı konulara açık yanıtlar verilememiş olabilir; ama bana gelen bir başka bilgi var ki teyit edecek bir yetkili bulamadım.
Kaynağımdan ise çok emin olduğum için “Bu nedir” diye sormak isterim.
Soruşturma çerçevesinde bombalamayı yapan pilotlara, o günden beri karargah dışına çıkma izni verilmiyor, sanki gözetim altında tutuluyorlarmış.
Ailelerin, ‘verilen koordinatları tam tutturdukları için kahraman görülmesi gereken evlatlarının’ tek suçlu ilan edilmesinden korktuklarını belirtmeli.
Yazının Devamını Oku 12 Ocak 2012
İLERİ demokrasi ile övünülen bir ülkede eğer anamuhalefet lideri hakkında, ettiği sözler nedeniyle fezleke hazırlanıyorsa buna mazeret olamaz. Demokrasinin ilk güzelliği, özgürce muhalefet edebilme hakkının varlığıdır.
Bu açıdan CHP Lideri Kemal Kılıçdaroğlu hakkındaki fezleke, demokrasi adına tam bir felakettir, ama belki Türkiye adına bir şans olabilir.
Bu fezleke, bir ülkede “Her şeyi söyleme hakkına sahip ilk kişi kimdir” sorusunun yanıtındaki ilk isim olan ANAMUHALEFET LİDERİ için yazılmıştır.
O nedenle, kendisine demokrat diyen hiç kimse, ne bu fezlekeyi normal görebilir ne de “Kılıçdaroğlu’na can simidi oldu” kolaycılığına düşebilir.
YENİ YARGI DÜZENİNİN YENİ KANITI
Tamam doğrudur, halen TBMM’de, Başbakan Erdoğan ve diğer liderler de dahil milletvekilleri ile ilgili 600’ü aşkın fezleke var, ama onların büyük bölümü seçim yasalarını, yasaklarını ihlalle ilgili.
Burada ise ‘ifadeye’ yönelik bir fezleke söz konusu ve muhatabı, “O da kim ki” denecek biri değil, doğrudan ANAMUHALEFET liderinin kendisi.
Yani ileri demokrasiden söz ederken, diğer fezlekelerle bunu karıştırmamalı.
Ayrıca, ‘çifte standart’, ‘dönemine göre işlem’ için de yargıdaki yeni anlayış ve sistemin açık kanıtı da olacak bir fezlekeyle karşı karşıyayız.
Neden denirse, işte başbakanından bakanına, anamuhalefet liderine kadar bazı siyasilerin geçmişte yargıya yaptığı eleştirilerin sadece birkaçı:
“Ergenekon’un savcısıyım”, “Ergenekon’un avukatıyım”, “Çetenin nöbetçi hâkimleri, savcıları oluyor”, “Danıştay kim oluyor?”
Daha onlarca böylesi ağır sözler edilmişken o dönemlerde neden bu isimlerle ilgili tek bir fezleke hazırlanmadı da bugün bu yapılıyor?
Hiç öyle, “Yargıyı etkileme suçunun oluşması için ‘güç sahibi’ olmak gerekir” gibi yasal gerekçelere sığınmaya da gerek yok.
Şiddete başvurmadıkça her sözün söylenebilmesini savunanların anamuhalefet liderine yapılanın karşısında susması çok vahim olur.
Hele hele Başbakan ve Adalet Bakanı yapılanı destekleme yoluna gitmişse...
‘ÇEMBER DARALIYOR KEMAL BEY’
Ancak bu olayın dışarıda ve içeride bazı gözleri açmış olması da mümkün.
Çünkü, Kılıçdaroğlu hakkındaki bu fezleke, geçmişte yaşananları hafife alan, ‘Canım ondan birşey çıkmaz’ diyenlerin sayısını azaltacak gibi.
Uzun süredir CHP’ye yönelik ciddi bir kampanya yürütülüyor, ‘Watergate skandalı” gibi görülebilecek olaylar sıradanlaştırılıyor, CHP liderinin konuşmaları bir nedenle dinlenip servis ediliyorsa, CHP ve Kılıçdaroğlu, ‘Ergenekon’la amaç birliği içinde’ gibi gösteriliyorsa, “ÇEMBER DARALDI KEMAL BEY İÇERİDE” manşetleri atılmışsa tabii ki, ‘Aaa’ diyen artar.
Yine de söz konusu muhalefetse ‘milli irade’ söylemini unutan, sırf “Bu ülkede artık dokunulmaz yok” demek/dedirtmek için haklı-haksız tutuklamaları alkışlayan zihniyet egemen oldukça Kılıçdaroğlu rahat olamaz.
Eğer böyle gider, özel yetkili yargılamalara çekidüzen verilmezse her sürprize hazır olmalı, Kılıçdaroğlu için ‘çemberin giderek daraltılması’ da dahil.
Hazır Erdoğan, “CHP, PKK’yla aynı dil ve üslubu kullanıyor” demişken.
Bu son gelişme CHP’yi kenetlemiş olabilir, ‘ama yetmez’ demeli.
Özel yetkili mahkemelerin sayısı ağır cezalarla yarışır düzeye gelmiş, o mahkemeler sıradan cinayetlere dahi bakar hale getirilmişse artık söylenmesi gereken başka sözler, yapılması gereken başka eylemler olmalı.
Yazının Devamını Oku 9 Ocak 2012
İLKER Başbuğ, ifadeye çağrılınca tutuklamanın geleceğine kesin gözüyle baktım; çünkü delil durumunu bilmeye gerek yoktu, artık usul böyle. Son 6-7 yılda, ‘terör örgütü üyeliği’ gerekçesiyle cezaevine konulanların sayısı hızla arttı 8 bini geçti, sayıya her gün onlarca ekleme de yapılıyor.
Başbuğ tutuklanınca, “Biz insanların tutuklanmasından memnuniyet duyan değil tahliyelerinden sevinç duyan bir anlayışa sahibiz” deme gereği duyan Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’ı sevindirecek haberler ise pek gelmiyor.
Gelmeyecek gibi de görünüyor ve Arınç bunu yeni fark ediyor olamaz. Çünkü kendisinin hep yetkin konumda olduğu bu iktidar dönemi, ‘ilelebet tutukluluk’, ‘ilelebet mahkeme’, ‘ilelebet dava’, ‘ilelebet dalgalar ürünü ilelebet dava birleştirme kararları’ ile anılmaya adaylığını çoktan koydu bile.
TUTUKLAMA ÇIĞLIĞI ATILDIKÇA
Keşke Arınç, tahliyelerden sevinç duyan anlayış sahibi olduklarını çok daha önce söylemiş olsaydı; örneğin, kendilerini destekleyen bazı çevrelerin, tahliye yönünde karar veren veya vereceklerinden kuşkulandıkları yargıç/savcılara en acımasız savaş açıp sonuç aldıkları dönemlerde...
Bugün dahi aynı isimler, ‘şu niye tutuklanmadı, bu niye tutuklanmadı’, ‘göreceksiniz şu da tutuklanacak, bu da’ deyip duruyorlar.
Dikkatinizi çekmek isterim; talepleri, ‘hesap sorulsun’ değil ‘tutuklama’.
Neyse canım, yüksek yargıya başkan seçilirken Arınç’a, ‘verdikçe veren Rabbim’, umarız bu kez de Başbuğ vesilesiyle kendisini ‘sevindirdikçe sevindirir’, bu tutuklama böylesine bir hayra yol açmış olur.
Bu, boş bir beklenti değil; çünkü tutuklu bazı arkadaşları, “Ona arz ettik” dediği andıçlar için Başbuğ, “Haberim de imzam da yoktu” savunması yaptı.
Başbuğ, bu sözlerine rağmen tutuklandıysa mahkeme, Arınç’ın da işaret ettiği gibi sadece sanık ifadelerinden hareket etmiş olamaz, delil olsa gerek.
Delil varsa dava nedeni andıçlar emir-komuta eseri, demektir.
O zaman emir kulu alt rütbeli subayın direnme, emre uymama şansı var mı?
Yoksa, o zaman bunca uzun süreli tutuklanmalar nasıl açıklanacak?
BECERİKSİZLİĞİN TUTUKLAMASI
Peki ya Başbuğ, dediği gibi bu andıçlardan habersizse ne olacak?
Yani bir komutanın karargahtaki bu vahim çalışmadan haberdar olmadığını söylemesi beceriksizliğin, kötü yöneticiliğin itirafı sayılabilir.
Zaten, bütün orgeneralleri arkasına alıp ‘süper kızgın gösterili’ basın toplantısı yapması da bir gemiden kükremesi de kesinlikle beceri değildi.
Tutuklama kararı belki de bu ‘beceriksizliğin’ bedeli olsun diye alınmıştır!!!
Yaptığımız şaka; ama şaka olmayan bir iddia, suç mahalliyle ilgili.
Suç mahalli Genelkurmay karargahıysa yargılama niye Ankara’da olmuyor?
KURTULUŞ SON DURAK: Kadına şiddeti gözler önüne sermeye çalışan bu filmi izlerken ilk sahnelerde “Eyvah, çok karamsar ve slogansı” der gibi oldum. Ancak ilerledikçe kara mizahla hem güldük hem düşündük. Film erkeği eleştirdi, polisi de bundan uzak tutmayarak doğruyu yaptı. Kadına şiddete karşı çıkan bir filmde erkeğe, ölümle sonuçlanan şiddete yer verilmesini ise pek anlayamadım. Ama gelin görün ki o sahneler, özellikle kadın seyirciden büyük alkış aldı. O alkışları, sorunun görünenden daha vahim bir hal aldığının işareti saymalı. Sorunun sebebi de çözümü de erkek kafasında. Sırf bu amaçla da izlemeye, desteklemeye değer bir film.
Yazının Devamını Oku