17 Ocak 2005
<B>MOSKOVA’</B>da President Otel’in toplantı salonunu, sınırlı sayıdaki seçkin Türk işadamları ile biz basın mensupları dolduruyoruz. Karşımızda ise iki devlet adamı; Rusya Federasyonu Başkanı Vlademir Putin ile Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan yan yana oturuyor.
İki lideri izlerken, akla ne kadar çok ortak yanları bulunduğu geliyor.
İkisi de hemen hemen aynı yıllarda büyük değişim yaşıyorlar.
1995 yılında Antalya’ya gelen Putin, gördükleri, yaşadıkları karşısında büyük şaşkınlık geçiriyor.
Bunu itiraf etmekten de çekinmiyor, ‘Beni Türkiye değiştirdi’ diyor.
Türkiye’nin, Erdoğan’ı da nasıl değiştirdiğini söylemeye gerek var mı?
İSTİKRAR SEMBOLLERİ
Biri KGB’li diğeri Milli Görüşçü geçmişi nedeniyle, ‘Gizli ajandaları mı var’ sorusu ile karşılaşıyorlar.
Bu geçmişe ve soruya rağmen iki liderin ortak en önemli özelliği, kendilerinden önce ciddi çalkantılar yaşamış ülkelerinde, yönetime geldikten sonra büyük bir istikrar dönemi yaşanmaya başlamış olmasıdır.
Ciddi görüntülerinin altında samimi kişilikleriyle ortaya çıkan iki isim, medeni cesaretleri ve esprileri ile de dikkat çekiyor.
Türk gazeteciler soru yöneltme amacıyla hareketlenince Erdoğan, durumu hemen fark edip bir emrivaki olmasın diye ‘bekleyin’ işareti yapıyor.
Yakaladığı ilk fırsatta, Putin’e doğru eğilip bir şeyler söylüyor.
Arada tercüman yok; demek ki hata yapıp yapmamayı düşünmeden, İngilizce, Türk gazetecilerin soru sormak istediğini fısıldayıp onay alıyor.
Erdoğan’dan işaret gelince ilk soruyu CNN Türk’ten Hande Fırat soruyor; ancak elinde mikrofon olmadığı için soru simultane çevirmence duyulmuyor.
Soru Rusça’ya çevrilemeyince mimikleri bile olmayan Putin; ‘Biliyorum Türkçe çok güzel bir dil; ama ben hálá konuşamıyorum. Mikrofon alın’ müdahalesi ile herkesi güldürüyor.
Her iki lider ülkelerinin birbirleri için öneminin farkında, bu nedenle de jest yapmaktan çekinmedikleri bir buluşma gerçekleştiriyorlar.
Ancak, jestlerin büyük çoğunluğu Putin’den geliyor.
Kremlin’de ağırladığı konuğuna büyük dostluk gösteren Putin, Kıbrıs ve Ermenistan konularında Erdoğan’ın yüzünü güldüren açıklamalar yapıyor.
Sonuçta Putin’le buluşma Erdoğan’ın başarılı performansıyla tamamlanıyor.
OKYANUSU GEÇ DEREDE TAKIL
Erdoğan’ın hediye konusundaki performansı ise maalesef parlak görülemedi.
Hediyenin hiç alınmaması gerekirken, Moskova Belediye Başkan Yardımcısı’na verilen broş da kabul ediliyor; bir başka dükkanda da pahalı bir ipek halının hediye edilmesinin yolu açılıyordu.
Hediyeler tören havasında alınıyor, fotoğraf çekilmesine izin veriliyor.
Dükkan görevlileri gazetecilere hemen bilgi aktarırken, firma sahipleri medyaya fotoğraf servisi yapıyor, Erdoğan’ın bunlardan haberi olmuyor.
Ya da çevresinde, oluşan hataları Erdoğan’a söyleyecek kimse çıkmıyor.
O zaman da iyi ki medya konuyu gündeme getiriyor, demek gerek.
Çünkü gerçeği söylemeyen yalakalardan en çok yakınan Erdoğan’ın kendisi.
Yakınma da yetmez; ‘Ak’lık iddiasındaki bir partinin lideri olarak sadece ailenin değil, çevresinin de ne yapıp ettiğine bakmak zorunda.
Hem de ‘Kim ne takıyor, ne giyiyor’a kadar!
Yazının Devamını Oku 13 Ocak 2005
<B>Moskova<br><br>RUSYA </B>Devlet Başkanı <B>Vladimir Putin,</B> 6 Aralık’taki Ankara ziyaretinden sadece 35 gün sonra, Başbakan <B>Recep Tayyip Erdoğan’</B>ı Kremlin’de ağırlarken, geçen bu kısa sürede Türkiye politikasında şaşırtıcı değişiklikler yaptığını ortaya koydu. Ankara’da, ‘AB için acele etmeyin, siz büyüksünüz’ diyen Putin, Moskova’da, ‘AB’ye üyeliğinize tam destek veriyoruz’ diyordu.
Türkiye ile ticaretin iki yıl sonra 25 milyar dolara çıkabileceğini belirterek, Türkiye’yi en önemli partnerlerden biri ilan ediyordu.
Bu partnerinin, başta Ermenistan olmak üzere bazı küçük sıkıntılarını gidermek için yardımcı olma sözü de veriyordu.
OPERASYONU BAŞLATIN
Ankara’da Kıbrıs konusunda çekinceli ifadeler kullanan Putin, Moskova’da, ‘KKTC’ye uygulanan ambargo adil değil’ demekten çekinmiyordu.
Bununla da yetinmeyerek, Türkiye’nin bir operasyonuna da geçit veriyordu.
Türk işadamlarının Putin’e takdim töreninde TOBB’un Başkanı Rifat Hisarcıklıoğlu, konuşmasının ardından, yerine geçmeden önce, resmi görüşmelerden çıkıp doğrudan salona gelen Erdoğan’ın kulağına eğilerek ‘Operasyonu başlatıyorum’ diyordu.
Operasyon, Rusya’nın tanımadığı bir devletin, KKTC’nin Sanayi Odası Başkanı Salih Tunar’ın, Putin’in önünde kürsüye çıkarılmasıydı.
Erdoğan’ın operasyonla, Putin’e emrivaki yaptığını söylemek mümkün değil.
Demek ki Başbakan, biraz önceki görüşmede Putin’den yeşil ışık almıştı.
Putin, sadece söylemde değil, davranışta da aynı samimiyet içindeydi.
Kremlin Sarayı’nda baş başa yemek yediği Erdoğan’a, ‘Hadi sana evimi gezdireyim’ diyerek rehberlik ediyor; antikalar, tablolar, vazolar, süslemeler konusunda ayrıntılı bilgiler aktarıyordu.
İki lider bu sürede spor, tatil, nasıl dinlendikleri konularında da sohbet edip, zaman zaman espriler de yapıyorlardı.
TATİLDE GELECEK
Ankara’da, ‘Beni, 10 yıl önce ziyaret ettiğim Antalya değiştirdi’ diyen Putin, bu kente yine tatil amaçlı gitmek istediğini söylüyordu.
Erdoğan büyük memnuniyet ifade ederken, Putin’den ikinci bir öneri geliyordu:
‘Telefon görüşmelerini sıklaştıralım; ama fırsat olursa hafta sonları da buluşalım.’
Putin’deki Türkiye’ye karşı bu olumlu değişimi neye bağlamalı?
Gürcistan’ın ardından son bir ayda Ukrayna’da da yönetimin ABD yanlılarına geçmesi bunda etkili oldu mu tartışma konusu; ancak bu iki gelişmenin Rusya için Türkiye’nin önemini daha da artırdığını söylemek kehanet olmaz.
Moskova’dan son bir nokta.
Peki; görüşmeler tümden sorunsuz mu geçti, denebilir.
Rus Enerji Bakanı, TÜPRAŞ özelleştirme ihalesinin iptali konusunda açık sitemde bulunurken, doğalgaz dağıtımından pay alma talebini de dile getiriyordu.
Türkiye ilki için ‘anlayış’ gösterirken, ikincisi için de ‘serbest piyasa’ diyordu.
Ancak, ilginçtir; birkaç ay önce Mavi Akım’dan gelen doğalgaz miktarını, büyük pazarlık sonucu 38 milyar metreküp azaltan Türkiye, bu kez miktarın yeniden artırılmasını isteyerek sanki sitemleri ortadan kaldırmak istiyordu.
Yazının Devamını Oku 10 Ocak 2005
<B>ESKİ </B>Deniz Kuvvetleri Komutanı emekli Oramiral <B>İlhami Erdil, </B>eşi ve kızıyla birlikte askeri mahkeme karşısına çıktı. Ardından, Özel Kuvvetler Komutanlığı Gölbaşı tesislerinin inşaatında yolsuzluk yapıldığı iddiası ile açılan, yüklenici firmanın sahibi Ali Osman Özmen ile 11’i görevde 23 subay ve 16 sivilin sanık olduğu davanın duruşması başladı.
Bu davayla bağlantılı olarak da Milli Güvenlik Kurulu eski Genel Sekreteri emekli Orgeneral Tuncer Kılınç’ın, yüklenici Özmen’den, ev almak amacıyla 150 bin dolar borç aldığı; üzerinden üç yıl geçmesine rağmen bu borcun henüz ödenmediği ortaya çıktı.
Türk Silahlı Kuvvetleri(TSK) bünyesinde açılan bu yolsuzlukla mücadele bayrağı pek çok olumlu yankıyı da beraberinde getirdi.
Yolsuzlukla mücadele hassasiyetini hep ön planda tutan Adalet Bakanı Cemil Çiçek, bu durumu, ‘Her kesime örnek olmalı’ temennisiyle en iyi ortaya koyan isim oldu.
AMİRİN KARARLIĞI
TSK’nın bu duyarlılığında Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hilmi Özkök’ün tavrı ve kararlılığının etkili olduğu sık sık konuşuldu, yazıldı, çizildi.
Orgeneral Özkök’ün bu kararlılığının en yakın tanıklarından birisi Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül.
Eski Devlet Bakanı, Bitlis Milletvekili Edip Safder Gaydalı’nın kızı Berken’le Atılım Murat’ın nikáh töreninde karşılaştığımız Gönül’le kısa bir sohbet olanağı bulduk.
Gönül, yolsuzlukların Milli Savunma Bakanlığı müfettişlerinin çalışmaları ile ortaya çıktığını söylemekten mutluluk duyuyor.
Bu sürecin işleyişinin aynen sivil bürokrasideki gibi olduğunu anlatan Gönül, ‘Fark, yargılamanın askeri mahkemede olması’ diyor. Gönül, süreçteki asıl etkili noktayı ise elini yumruk yapıp havada sallayarak, şu sözlerle ortaya koyuyor:
‘Asıl, Genelkurmay Başkanımız bu işin arkasında aslanlar gibi duruyor.’
Gönül, ‘Çünkü onların amiri’ eklemesiyle, bu amirin kararlılığının pek çok kilidi rahatlıkla açtığını ima ediyor.
ÖRNEK OLUR MU?
Tepe makamları işgal edenlerin yolsuzluk karşısındaki tavrının, yolsuzlukla mücadeleyi derinden etkilediği genel kabul gören bir kural.
İşte bu noktada da dikkatler hep siyasi kadrolar üzerinde oluyor.
Siyasetin, siyasilerin en çok, yolsuzluk iddiaları ve bu iddialar üzerine kararlılıkla gidilmemesi nedeniyle yıprandığı da bir gerçek.
Siyasetin yolsuzluktan arınmasının en etkili yolu ise malvarlığı bildirimlerinin, kasaların gizliliğinden çıkarılıp şeffaflaştırılması; Maliye Bakanlığı’nın takibine elverişli hale getirilmesinde görülüyor.
AKP Bursa Milletvekili Ertuğrul Yalçınbayır’ın bu şeffaflığı sağlayacak yasa teklifi komisyonlarda zamanında görüşülmediği için, geçen hafta doğrudan TBMM Genel Kurul gündemine girdi.
Malvarlığı bildirimlerinin ocak ayı içerisinde verilmesi zorunluluk.
Geçen hafta da Genelkurmay Başkanı Özkök’ün, TSK mensupları için genel bir malvarlığı, harcama incelemesi başlattığı haberleri basında yer aldı.
Böylesi bir dönemde, TBMM’nin Yalçınbayır’ın bu teklifini bir an önce yasalaştırması siyaset için çok şık bir tutum oluşturabilir.
Bunun için de en tepedeki iki siyasi; TBMM Başkanı Bülent Arınç ile Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın gerekli özeni göstermesi yeterli.
Yazının Devamını Oku 6 Ocak 2005
CHP’nin son dönem TBMM grup toplantıları, Türkiye’nin iki büyük partisinden muhalefette olanının içler acısı durumunu ortaya koyduğu için partili partisiz herkesi derinden sarsıyor. Bir parti düşünün ki, genel başkanı, en önemli kurulun rüşvet batağına saplandığını açıklıyor. Bir parti düşünün ki, genel başkanlığa aday bir partili, genel başkan tarafından rüşvet almak, yolsuzluk yapmakla suçlanıyor. Kısacası bir parti ki, ipliği genel başkan tarafından pazara çıkarılıyor. Genel başkanı, ‘ipliği pazara çıkarıyor’ diye suçlamak haksızlık olur. Aksine, bu iddiaların üzerine gittiği için takdir etmek gerekiyor. İKİSİNİN DE ZORLUKLARI VAROrası öyle de, konu CHP ve Deniz Baykal olunca o kadar çok ‘ancak’ gündeme geliyor ki, hepsi de birbirinden önemli. ‘CHP’de bir şeyler bozuluyor’ diyen Baykal, partiyi bir türlü iktidar yapamayan bir kadronun bundaki sorumluluğunu sorgulamak dahi istemiyor. Yüksek Disiplin Kurulu’nun (YDK) seçilme şeklini, açıkçası ‘Benim askerim diye seçilenlerin bir gün başkasının askeri de olabileceğini’ düşünmüyor. Daha da düşündürücüsü; Baykal, ‘Yolsuzluk yapanlar CHP Genel Başkanlığı koltuğunda oturamaz’ derken, böyle gördüğü bir siyasinin, bayrak açtıktan çok kısa süre sonra, nasıl oluyor da bu kadar uzun mesafe kat ettiğini, kendisini olağanüstü kurultay toplamaya zorladığını değerlendirmiyor. Böyle olunca da Baykal, ne kadar yolsuzluğa savaş açıyor izlenimi verse de hem kendisinin, hem partisinin güç kaybettiğini kabullenemiyor. CHP’de Mustafa Sarıgül için de tablo o kadar kolay görünmüyor.Varsayılsın ki Sarıgül, bu ayın sonunda CHP Genel Başkanı olabildi. Rüşvet, yolsuzluk iddiaları peşini bırakmayacak; belki de bu iddialar, CHP Genel Başkanı’nı, mahkeme mahkeme dolaşır hale getirecek. Sarıgül’ün kendisiyle ilgili bu iddiaları çürüğe çıkarıp kurultaya gitmesi o nedenle çok önemli; aksi durumda Baykal’a sürpriz destekler getirebilir. İKİ SENARYO Bu tablo, yeni bir kurultaya giderken CHP’de iki senaryoyu konuşturuyor. İlk senaryo, Sarıgül’ün, ‘Genel başkanlığa değil, başbakanlığa talibim. Bütün iddiaları çürüttükten sonra olağan kurultayda aday olacağım’ demesi. Dün görüştüğümüz Sarıgül’ün kurultayla ilgili bazı şartlar öne sürmesi, ‘Kararımı arkadaşlarımla birlikte alacağım’ demesi, bu gelişmenin sanki bazı ipuçlarını verir gibi görünüyor. Başka da aday çıkmazsa, o zaman Baykal, Sarıgül’le ilgili iddiaları kurultay gündemine getirip, ‘ihraç için tavsiye kararı’ çıkartabilir, YDK’da bekleyip de alamadığı sonucu buradan sağlayabilir. Bu durum, Sarıgül’ü mağdur konumuna getirse de önünü kapatabilir. İkinci senaryo için zaman dar olsa da ciddi bir çaba söz konusu. Bu, hem Baykal’a, hem de Sarıgül’e rakip üçüncü bir ismin çıkarılmasıdır. Senaryonun gerçekleşmesi için, Kemal Derviş üzerinde baskı kuruluyor. Derviş ise hem gönülsüzlüğünü sürdürüyor, hem de Sarıgül’e ısınamıyor. Göründüğü kadarıyla ikinci seçenek peşinde olanların da zorlukları oldukça fazla; ancak yine de yeni isim arayışlarını sürdürmekten vazgeçmiş değiller.
button
Yazının Devamını Oku 3 Ocak 2005
SEDAT Ergin, cuma günkü yazısında, Türkiye’nin Yunanistan’la eşzamanlı olarak, AB’ye üyelik başvurusu yapmamasının maliyetini ortaya koydu.Nüfusu Türkiye’nin beşte bir büyüklüğünde bile olmayan Yunanistan başvuru yaptığı 1975 yılından, üye olduğu 1981 yılına kadar AB’den 95 milyar Euro mali destek aldı. Yunanistan’la kıyasladığımızda, ‘Türkiye de başvurusunu yapsaydı; en az 400-500 milyar Euro mali destek alırdı’ demek kehanet olmazdı. Bu rakama, 12 Eylül sürecinin, PKK ile savaşın maliyetini eklemeli. Üye olunsaydı, altyapı güçlenmiş olacağından iki büyük depremin tahribatı da çok daha düşük düzeyde kalacaktı. Ayrıca iki mali kriz, on milyarlarca doları yutmayacaktı. Mali destek alınabilseydi, saydığımız felaketlerin maliyeti de olmasaydı, ortaya çıkacak kaynağın ekonomide yaratacağı büyüklüğü, hepsinden önemlisi Türk toplumuna sağlayacağı refahı bugün hayal etmek bile mümkün değil. Bu noktada sorumluluğun en büyüğü o dönemin karar noktalarındaki siyasiler olsa da ileriyi göremeyen medyayı, iş dünyasını, sivil toplum örgütlerini, sendikaları masum ilan etmek hakkaniyetle bağdaşmaz. YA KEÇECİLER ‘HAYIR’ DESEYDİTürkiye’nin AB’ye üyelik başvurusunu yaptığı dönemde Turgut Özal’ın en yakınındaki isim olan Mehmet Keçeciler de bu düşünceleri paylaşıyor. ‘Keşke o zaman bu şans kullanılabilseydi’ diyen Keçeciler, Özal’ın da başvuru öncesi tereddütleri bulunduğunu şöyle açıklıyor: ‘Tereddütleri ekonomik değildi. Çünkü hiç kimseye haber vermeden İKV ve DPT’ye 150 sektörle ilgili araştırma yaptırtmıştı. Bizi üç gün bir odaya kapattırdı, brifing verdirdi. Uzmanlar, bu işin olabileceğini söylediler.’ Keçeciler, daha sonra Özal’ın kendisiyle özel bir görüşme yapıp, ‘Bak Mehmet, bu işe en çok da cemaatler, RP ve bizim muhafazakár kanadımız karşı çıkacak. Sen bu kesimleri iyi tanıyorsun. Eğer onları ikna edebileceğini düşünüyorsan başvuracağım; yoksa vazgeçeceğim’ dediğini anımsatıyor. Keçeciler, Özal’ı, karar doğru olduğu için cesaretlendirdiğini anlatıyor, sonra da sözlerini gülerek devam ettiriyor: ‘Aynen dediği gibi oldu. Başvuru yapılır yapılmaz, RP, ‘Sizi gidi Batı taklitçileri, sizi. Türkiye’yi Batı’nın bir vilayeti yapacaksınız’ diyerek meydanlara çıktı. Zaten, o arkadaşların o günkü sözleri bugün gazetelerde de sık sık çıkıyor. Sol da eleştirdi; ama biz partimizi koruyabildik. Bugün ise her şey daha uygun, o günün karşı duranları bugün işin başında.’ ERDOĞAN İZİN VERMEYECEKŞimdi, Türkiye’de kaldırımların kalitesinden, salatalığın ebadına; siyasi etikten, vatandaş haklarına kadar her alanda, hiçbiri de sıradan vatandaşın aleyhine olmayan yeni kurallar hayata geçirilecek. Bu kurallar hayata geçirilirken çok kişinin de canı yanacak. İşte o zaman, bugün AB hedefine en iyi şekilde sarılan, Keçeciler’in, ‘Bugün işin başındalar’ dediği AKP aynı yerde durabilecek mi? Başbakan Erdoğan’ın, son ‘Ulusa Sesleniş’ programında söylediği şu sözlere bakılırsa, bu soruya ‘Hayır’ yanıtı vermek hiç mümkün görünmüyor: ‘Bu süreçte, duygusallığa, popülizme asla yer yoktur. Bu süreç; ancak basiretle, ferasetle aşılabilecek bir süreçtir.’ ‘Türkiye, tarihe yeni bir medeniyet sayfası eklemenin eşiğine geldiğinin farkındadır. Ülkemiz adına, milletimiz adına, bütün bir insanlık adına, bu medeniyet fırsatının heba olmasına asla izin vermeyeceğiz.’
button
Yazının Devamını Oku 30 Aralık 2004
<B>PAZARTESİ </B>günkü Bakanlar Kurulu toplantısında 17 Aralık’taki AB zirvesinin kararları değerlendirildi. <br><br>En dikkat çekici konuşma, Kültür ve Turizm Bakanı <B>Erkan Mumcu</B>’ya aitti.Mumcu, hükümetin toplumu ve siyasi partileri ile AB için çok hazırlıklı bir Türkiye devraldığına işaret ederek, 17 Aralık’a kadar hedefin müzakere tarihi alabilmek olduğunu söylüyordu.
‘Bunun startejisi başkaydı, bugün ise başka bir durum var ve yeni bir strateji gerekli’ diyen Mumcu, eleştirel bir bakış getiriyor:
‘Müzakerelerin başlaması önemliydi, başarıldı. Ama metinde tuzaklar var; doğru okumak, doğru görmek gerek. Müzakere edilir bir Türkiye için daha cesur davranmalıyız. Bu da doğru bir plan, doğru bir stratejiyle olur.’
‘KIBRIS’TA MEVZİ KAYBEDİLDİ’
Kıbrıs’la ilgili olarak 2003’te Lahey’de çok yanlış bir tutum takınıldığını aktaran Mumcu, ‘Bu konuda ne yazık ki mevzi kaybedildi. Özellikle Kıbrıs için dikkatli olmalı’ demekten de çekinmiyor.
Ancak bu sözleri en çok Brüksel’de, Kıbrıs’la ilgili paragrafa paraf atan Devlet Bakanı Beşir Atalay’da rahatsızlık yaratıyor.
Atalay, ‘Şimdi yeni strateji lazım’ önerisini dikkate almak yerine, ‘Bu kadar karamsar tablo çizmeye hakkınız yok. Özellikle masadan kalkma girişimimiz çok olumlu sonuç verdi’ diye çıkış yapmayı yeğliyor.
Başbakan Yardımcısı ve Dışişleri Bakanı Abdullah Gül de devreye giriyor; ama nazik bir uslüp yeğliyor, sonuçların olumlu olduğunu belirtiyor.
Toplantıda, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Murat Başesgioğlu, Kıbrıs ve azınlıklar konusuna dikkat çekerken, Tarım Bakanı Sami Güçlü de Kıbrıs’la ilgili sorularını, ‘Aman, burda tuzak var; dikkat’ formatında soruyor.
Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül de gelişmeleri olumlu nitelerken, Devlet Bakanı Kürşad Tüzmen ise Avrupa Parlamentosu karar taslağında, Dicle Fırat havzasıyla ilgili ibareleri sakıncalı bulduğunu ortaya koyuyor.
Bazı bakanların dinlemede kaldığı toplantıda Devlet Bakanı Ali Babacan da Brüksel kararlarına, ‘Olumlu etkisi ekonomi üzerinde kendini hemen gösterdi’ sözleriyle çok sıcak bakan isimler arasında yer alıyor.
YENİ STRATEJİ VE TANIMA KUŞKUSU
Kurulda konuşan bir diğer isim, Enerji Bakanı Hilmi Güler de, Mumcu’dan farklı bir uslüpta yeni dönemde yeni politikalar gerektiğini anlatıyor.
Güler, ‘Yeni dönemde, başta Rusya ve Yunanistan olmak üzere komşularımızla ilişkilerimizi nasıl etkileyeceğine de dikkat edelim’ uyarısı da yapıyor.
Kıbrıs çok konuşulunca Gül, bu konuda yeni açıklamalar yapıyor:
‘Atılan imza tanıma anlamına gelmiyor. AB liderleri de bunu açıkladı. Bazı hukukçular da bu görüşte; ancak aksi görüşte olan hukukçular da var.’
Ardından, ‘Biz de bu durumu hukukçulara baktırıyoruz’ deyince, ‘Demek ki tanıma konusunda hükümette de kuşku doğdu’ yorumu ortaya çıkıyor.
Son noktayı koyan Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ise tartışmadan hiç de rahatsız değil ki, ‘Bütün kurumlar yeni döneme ilişkin stratejilerini belirlesin. Haftaya getirin, görüşmeye devam edelim. Bu arada bir tarama da biz yapalım, durumumuz nedir görelim. Bunları da getirin bakalım; çünkü çok dikkatli ve ciddi hazırlanmalıyız’ sözleriyle toplantıyı bitiriyor.
Yazının Devamını Oku 27 Aralık 2004
MİLLİ Güvenlik Siyaset Belgesi’nin (MGSB) yeniden yazımı ile ilgili çalışmalar bir iki ay içinde bitiyor.Dışişleri Bakanlığı ve bazı askeri birimler henüz görüşlerini bildirmemiş olsalar da yeni belgenin genel çerçevesi çizilmeye başlandı. Bu çerçeveye bakıldığında, 1997 Ekim’inde yapılan Milli Güvenlik Kurulu toplantısında kabul edilen, 2001’de üzerinde bazı düzenlemelere gidilen belgenin, bu kez büyük değişikliklere uğrayacağı görülüyor. Bölücü ve irticai faaliyetlerin, iç tehdit sıralamasında yine eşit ağırlıklı olarak birinci sıradaki yerlerini korumasına kesin gözüyle bakılırken, ‘ülkücü mafya’ başta olmak üzere bazı eski bölümlere hiç yer verilmiyor.Mafya ile mücadelenin artırılarak sürdürülmesi talebi ise yerini koruyor. YUNANİSTAN ORTAK OLUYORMGSB’de en önemli değişiklikler dış tehdit algılamasında meydana çıkıyor. Yunanistan, 82 yıllık belge tarihinde belki de ilk kez dış tehdit sıralamasında birinciliği bırakıp, oldukça alt sıralara düşürülüyor. AB’ye üyelik yolunda ilerleyen Türkiye’nin, 10 yıl sonraki ortağını tehdit olarak görmeye devam etmesi devlet ciddiyeti ile bağdaştırılmıyor. Bu nedenle, önceki belgedeki ‘çatışma olasılığı var’ ifadesi de tarihe karışıyor; ancak bazı sorunların sürmekte olduğuna dikkat çekiliyor. Yunanistan’la bağlantılı olarak, önceki belgede, ‘Çatışma olasılığı halinde Yunanistan’ın yanında yer alabilir’ diye tanımlanan Suriye’nin de sıralamadaki yeri aşağılara doğru kaydırılıyor. Komşularla ilişkiler de önceki belgede yer alan, ‘Önceki değerlendirmeler aynen korunmalıdır’ ibaresinin dışına çıkarılıyor, ilişkilerin iyi komşuluk çerçevesinde ve özellikle de ekonomik alanda geliştirilmesi isteniyor. ŞAHAP İSTANBUL’U VURABİLİRKomşularla ilişkilerini, eskisine oranla daha iyi bir noktaya getirmiş olan Türkiye’nin, MGSB’deki en önemli farklılığı da yine bir komşu ülke ile ilgili olarak ortaya çıkaracak. İran ile sıcak sanılan ilişkilerin, derin anlamda ciddi bir kriz içerdiği bu belge ile su yüzüne çıkacak gibi. Türkiye’nin, İran’ın füze gücü ve olası nükleer kapasitesi konusunda ciddi kaygılar taşıdığı görülüyor. İran’ın son denediği Şahap 3 füzelerinin menzilinin İstanbul’u vuracak düzeye gelmiş olması, bu ülkeyi, bu kapasitesi nedeniyle dış tehdit algılamasında en tepeye yerleştiriyor. Belki de aynı oranda tehdit olarak görülecek ikinci konu ise, Irak ve buna bağlı olarak uluslararası terör.Uluslararsı terör, El Kaide olarak da kaleme alınıyor. Örgütün, İstanbul’da sinagolarla, İngiliz Konsolosluğu ve HSBC binasına giriştiği terör eylemleriyle Türk vatandaşları ve güvenlik görevlilerine karşı Irak’ta giriştiği son katliamlar not ediliyor. El Kaide’nin, Türkiye’ye karşı giriştiği bu eylemleri, ülkeyi Avrupa’dan uzaklaştırma, iç karışıklık yaratmaya yönelik olarak algılanıyor.BÜTÜN KURUMLAR REJİMİN GÜVENCESİ Belgedeki diğer bazı önemli maddeleri de şöyle sıralamak mümkün: - Türkiye’nin Ermenistan’la önemli bir sorunu bulunmuyor; sorun daha çok Ermeni diasporasından kaynaklanıyor. Bu tespitle dikkatler, Ermenistan’ı da rahatsız ettiği düşünülen diaspora üzerinde tutuluyor. - Sınır kapısının kapalı olması da Ermenistan ile Türkiye ilişkisinden değil, Ermenistan’ın Azerbaycan politikasından kaynaklanıyor. - Türkiye’nin AB’ye tam üyelik hedefi, dikkatli bir şekilde sürüyor. - Türk dünyasıyla ilişkiler daha güçlendirilmeli; son dönemde Özbekistan ve Türkmenistan’la ortaya çıkan sorunların giderilmesinde büyük yarar var. - Rusya ile başta ekonomik işbirliği olmak üzere ilişkiler daha da geliştirilmeli. Belgede, sol terör, terör sıralamasında altlarda yer alırken, ekonomik istikrarın korunması, sosyal barışın güçlendirilmesi üzerinde duruluyor. Rejimi korumanın devletin tüm birimlerinin görevi olduğunu anımsatacak belgeye, mezhep konusunun girip girmeyeceği henüz net değil. Buradaki sorun da, ‘Cemevleri, ibadethane mi kültürevi mi?’ sorusuna henüz yanıt bulunamamış olmasından kaynaklanıyor gibi.
button
Yazının Devamını Oku 23 Aralık 2004
<B>TÜRKİYE’</B>nin 17 Aralık’ta Avrupa Birliği’nden müzakere tarihi almasının siyaset üzerinde de yansımaları mutlaka olacaktır. AB, hayal projesi olmaktan çıkıp görünür hedef haline geldi.
Cuma gününden itibaren zirvesi sisle kaplı dağın eteğine varıldı.
Dağın heybeti ile birlikte uçurumları da netleşti.
Tırmanış için iyi bir ekip, iyi bir donanım ve erzak gerekli.
Tırmanışı başaracak olanlar da 17 Aralık’a kadar AB’yi, körün fili tarifi gibi görmeyi yeğleyen siyasiler olacak.
Artık, herkesin kendi beklentisine göre bir AB tarifi mümkün olamayacak.
Geri dönüş ise çetin zirveleri aşmaktan da zor bir hal almış durumda.
Bu zor sürecin siyasete nasıl yansıyacağı önemli bir soru.
ERKEN SEÇİM YOK
Müzakere tarihinin 3 Ekim 2005 olarak belirlenmesiyle, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın ‘Türkiye’ye ihanet olur’ sözlerine rağmen erken seçim iddiasında bulunanlar bu görüşlerini değiştirmek durumunda.
Anayasal süre 5 yıl olsa da, bugüne kadar her 4 yılda bir yapıldığı göz önünde tutulduğunda, seçim için en makul tarih 2006’nın sonbaharı olur.
17 Aralık kararı, hem AB taraftarı, hem de karşıtları için biraz hayal kırıklığı yarattı.
Bu gelişmenin de sağda ve solda siyaset alanını daraltması veya genişletmesi sonucunu vermesi son derece doğal.
Bugüne kadar AB sürecine engel olmamak veya çatlak ses çıkarmakla suçlanmamak için sessiz kalanların ‘girişimleri’ uç vermeye başlayacak.
Sonucu da siyasetin daha çok renklenmesi, daha çoksesli hale gelmesi, daha büyük bir hareketlik içine girmesiyle görülecek.
Bu süreci iyi değerlendiren siyasetçiler, ilk seçime de bunun avantajı ile girecek; gözler ise daha çok Başbakan Erdoğan’ı izleyecek.
ERDOĞAN’IN PERFORMANSI
Erdoğan, 17 Aralık’a kadar icraatı taban baskısından uzakta, muhalefetin işbirliği yaptığı, rekabetin düşük kaldığı bir ortamda götürdü.
Şimdiye kadar işler kolaydı; ama bugün Avrupa, Türkiye ile 100 yıllık sorunlarını da gündeme getiriyor ve çözümü de Erdoğan’dan bekliyor.
İçeride devletin temel değerleriyle bütünleşmede daha inandırıcı, güçlü icraat yapmak yerine, AB üzerinden meşruiyet arayışına giriştiği izlenimi vermekten kurtulamayan Erdoğan ise, Brüksel’deki tutumu nedeniyle Türkiye’de bazıları kahraman gibi görüyor olmasına rağmen, AB liderleri nezdinde, ‘anlayış görme noktasında’ bir kırılmayla karşı karşıya gibi.
Bu durum Erdoğan’ın, partisine ve içeriye daha çok dikkat etmesini gerektirecek.
Bir yandan, bugüne kadar işleri götürmede kendisine yardımcı olan AB dışında, yeni bir vizyonu ortaya koymak zorunda kalacak olan Başbakan’ın, diğer yandan ülkeyi dünden de daha iyi yönetecek beceriyi göstermesi gerekecek.
Bunun için de, bugüne değin zamanının büyük bölümünü Ankara dışında ve parti etkinliklerinde geçiren Erdoğan, bu politikadan vazgeçip, ülkenin yönetildiği TBMM ve Başbakanlığa daha fazla zaman ayırmak durumunda olmalı.
O zaman, AKP Meclis Grubu’nu da, devleti de daha iyi tanıyacak.
Yapmazsa ne mi olur; görmek için yıllar geçmesi gerekmeyecek gibi.
Yazının Devamını Oku