Şükrü Küçükşahin

Bu işe en çok küçük işveren sevinecek

5 Eylül 2005
‘ESİR alınan 12 milyar dolar’ başlıklı, İşsizlik Fonu’unda biriken paranın kullanılamaması ile ilgili 4 Ağustos günlü yazımıza yankılar geldi. Yazımızda Fon’un küçük bir bölümünün, işsizlere meslek edindirme kursları açmak için harcanmasının önemine işaret etmiştik.Sadece, Hüseyin Hilmi Sarı adlı okurumuzun şu mail’i bile bu durumun hayatiyetini ortaya koymaya yetiyor:‘Bir kamu kurumunun kafeteryasını işletiyorum. Şu an sekiz kişi çalışıyor; ama sürekli birileri işten çıkıyor, yenileri geliyor. İşimiz zor, ama acemilerle daha zor. Aldığımız çay parası ile ancak asgari ücret verebiliyoruz. (...) Bu memlekette böyle bir eğitimin işsizlere verilmemesi korkunç bir şey. Aşçılık, garsonluk, çaycılık vb. konularda verilecek bir eğitimin bana ve benim gibilere çok büyük faydası olur. En azından, tepsi tutmayı, bardağı servis etmeyi bilseler yeterli. Geri kalanını biz, beş günde öğretiriz. Ben de en azından, yeni eleman yüzünden daha az zarar ederim.’ KISMİ SERBEST BIRAKMA Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu Genel Sekreteri Bülent Pirler de değerlendirmelerini iletenler arasında oldu. Fon’un amacı doğrultusunda kullanımı için pek çok uyarı yaptıklarını belirten Pirler, ‘Fon’un en önemli fonksiyonu, kişileri yeniden eğitip iş gücüne kalifiye eleman olarak kazandırmak olmalı. Örneğin Almanya’da eğitime ayrılan pay yüzde 65’i geçiyor’ bilgisini verdi. Yazımızın ardından Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı çevrelerinden de olumlu haberler geldi. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın da, ‘Bu para devletin değil, mümkün olanını amacı doğrultusunda kullanalım’ noktasına geldiğini öğrendik. Şimdi Başbakan Yardımcısı Abdüllatif Şener başkanlığında yapılması planlanan Ekonomik Koordinasyon Kurulu’nun toplanması bekleniyor. İlgili bakanların bir araya geleceği bu kurulda, faiz dışı fazla hedefi üzerinde olumsuz bir etki yaratmadan Fon’un, kullanılan bölümüne ilaveten ne miktarın serbest bırakılacağına karar verilecek. Rakamın yıllık 400 milyar YTL olmasını bekleyen Çalışma Bakanlığı, paranın önemli bölümünü meslek edindirme kursları için kullanmayı planlıyor.Sarı’nın mail’i gösteriyor ki, bu da en çok küçük işvereni sevindirecek.717 MİLYON DOLARLIK KEŞİF ARTIŞIDeriner Baraj inşaatındaki keşif artışı ile ilgili yazımız üzerine de Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı Müsteşarı Sami Demirbilek aradı. Yazının içeriği ile ilgili değerlendirme yapmaksızın, kendisinin ve Bakan Hilmi Güler’in onay imzasının, yazı tarihinden 5 gün önce olmasının bürokratik işlemden kaynaklandığını söyledi. Demirbilek, ‘Yazı tarihi, o yazının işleminin bittiği günde verilir. İmzamızın önceki tarihli olmasının nedeni bu’ dedi. Ancak bizdeki bilginin; bürokratik işleyişte, özellikle keşif artışında, evrakın aşağıdan yukarı doğru tamamlandığı yönünde olduğunu belirtmeliyiz. Yani bizce, bakan ‘olurunun’ son tarihi de belirlemesi gerekiyordu.Bu vesileyle konuyla ilgili yeni gelen bir önemli bilgiyi de aktaralım.Tek kalemde yapılan keşif artışının 460 milyon dolar olduğunu yazmıştık. Kaynaklarımız, ‘Yüzde 1.56 oranında da eskalasyon var’ bilgisini verdi. Bunun anlamı gerçek keşif artışının 460 değil, 717 milyon dolar olduğudur.
Yazının Devamını Oku

Yüzde 4 bin 505 keşif artışı

1 Eylül 2005
<B>AKP’</B>nin devlet yönetiminde <B>‘Ben yaparsam doğrudur’</B> anlayışını etkin kıldığını önceki yazımızda dile getirmiştik. Bu anlayışın en ilginç örnekleri Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı’nda yaşanıyor. Eski enerji bakanları Cumhur Ersümer ile Zeki Çakan, AKP kadrolarının verdiği bilgi, sağladığı belgeler ışığında Yüce Divan önüne çıkarıldılar.

Bu iki bakanı Yüce Divan’a gönderen önemli gerekçelerden biri, yeni ihale açmak yerine, yüzde 700’lere varan keşif artışına giderek kamu zararı yaratmak, böylece görevi suiistimal etmek oldu.

İyi de Ersümer ve Çakan’a bu suçlamayı yönelten AKP kadrolarının, cumhuriyet tarihinin rekorunu kıran keşif artışlarına imza atması ilginç olmaz mı?

TEK KALEMDE 460 MİLYON DOLAR

Gelin, TBMM Soruşturma Komisyonu’nda keşif artışlarının hukuki bile olmadığını savunan AKP kadrolarının, Deriner Barajı’nda ne yaptıklarına bir bakalım.

Rusya ile ikili anlaşma gereği inşa edilen Türkiye’nin bu önemli barajının yapım kararının altında, dönemin Başbakanı Necmettin Erbakan ile Başbakan Yardımcısı Tansu Çiller’in imzaları bulunuyor.
İhalenin en önemli özelliği, birim fiyat üzerinden olmasıdır.

Bu tip ihalelerde keşif artışı beklenmez diyenler çıkabilir; ama AKP iktidarı döneminde bu da oluyor.

İlk yüzde 30’luk keşif artışı nisan ayı itibarıyla yetmeyince DSİ Genel Müdürü Veysel Eroğlu, 6 Haziran 2005 günlü, B.15 1 DSİ 0 12 14 00/2316 sayılı yazı ile Enerji Bakanlığı’na başvuruyor.

Eroğlu, 9 sayfalık gerekçesinin sonunda tek kalemde, ‘460 milyon 329 bin dolarlık keşif artışı zorunlu’ diyor.

Enerji Bakanlığı Müsteşarı Sami Demirbilek ile Bakan Hilmi Güler de ‘Olur’ imzasını; hem de çok ilginç bir tarihte, Eroğlu’nun yazısından 5 gün önce, ‘1 Haziran 2005’te’ atıyorlar.

YENİ İHALE YERİNE KEŞİF ARTIŞI

İlginçlikler keşif artışı kalemlerinde de sürüyor.

Karayolları Genel Müdürlüğü’nün işi olması gereken Artvin-Ardahan-Şavşat-Kars karayolunun yapımı için 133 milyon dolarlık artışa gidiliyor.

Hem de Eroğlu’nun yazısındaki, ‘Kati proje planlamasında bu yolun baraj inşaatına başlanmadan önce proje dışında önceden yapılması öngörülmüştür’ itirafına rağmen.

Böylece DSİ müteahhidine karayolu yaptırma yoluna da gidiliyor.

Nakliye servis yolu keşif artışında ise tam bir rekor kırılıyor.

Eroğlu, yazısında, 2 milyon 328 bin dolarlık bu iş için 107 milyon 353 bin dolar keşif artışının şart olduğunu belirtilerek oranı da, ‘Yüzde 4505’ diye ayrıca yazma gereği duyuyor.

Sonuçta ihalede rekor keşif artışı yapılıyor, Karayolları Genel Müdürlüğü’nün yapması gereken yollar baraj müteahhidine veriliyor...

Bütün bunların haklı gerekçeleri olabilir; ama Ersümer ve Çakan yapınca (Üstelik onlarınki iki anlaşma gereği yapılanlar da değil) hukuk dışı da, Eroğlu ve Güler yapınca hukuka uygun mu?

Tabii ki vicdanlara kalmış bir konu.
Yazının Devamını Oku

AKP’nin üç yılı (2)

29 Ağustos 2005
<B>AKP,</B> belki de kuruluşundan kısa süre sonra iktidar olduğu için devlet yönetimine hazırlıksız yakalandı. Hazırlıksızlığa bir de, ‘birkaç akademisyen takviyesi ile Milli Görüşçü belediyelerden gelen kadrolarla devleti yönetebilme’ iddiası eklenince AKP’nin en zayıf yanının ortaya çıkması uzun sürmedi.

‘Ak siyaset’ ve ‘yolsuzlukla mücadele’ diyerek oy alan AKP kadrolarının üst düzey isimleri iki yıl içinde yolsuzluk davalarının sanıkları haline geldi.

Üstelik iddianamelerde AKP siyasi kadrolarına bile yer verildi.

Bazı bürokratlarını değiştirme yoluna da giden AKP’nin, yolsuzlukları ortaya çıkaran bazı kadrolarını makam değiştirerek cezalandırması da ilginçti.

KURUMLARLA KAVGALI HÜKÜMET

Milli Görüş’le uyuşmadığı için tecrübeli kadroları devletten uzaklaştıran AKP, yıldız, kuvvetli bürokrat yaratmakta da başarılı olmadı.

‘Bilmiyorsan bilene danış’ formülüne de, ‘Onlar bizi sevmiyor’ diye soğuk bakan AKP, devlette, ‘Biz yaparsak doğrudur’ anlayışını yerleştirdi.

Hayati görevi kurumlararası koordinasyonu sağlamak olan Başbakanlık Müsteşarlığı’na yapılan atama da tartışma yaratınca sorunlar arttı.

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın tavrı da bu gelişmelere destek verici olunca, Cumhurbaşkanlığı ile ilişkisi neredeyse kesilmiş, üniversite ve yargıyla kavgalı, askerler ve diplomasi ile yeterli sıcaklıkta ilişki kurduğu ileri sürülemeyecek bir hükümet tablosu ortaya çıktı.

Dış ilişkilerde diplomasi önemli ölçüde devre dışı bırakılırken, devletlerarası ilişki hükümetlerarası ilişkiye dönüştürüldü.

Karşı tarafların hiç mi kusuru yok, diye sorulabilir.

Haklı da bir soru; ancak Özal’ın iktidarı devraldığı tablonun çok farklı olmadığı da anımsanmalı.

Ayrıca Özal, askeri darbenin önderleriyle çalışmak zorunda kalmasına rağmen, darbenin önderi Cumhurbaşkanı Kenan Evren’e, arkadaşının genelkurmay başkanlığının yolunu kesen kararnameyi imzalatmayı bile başarmıştı.

ERDOĞAN’IN SİSTEMLE ÇELİŞMESİ

Özal
bu başarıyı, sistemle sorunu olmadığını göstererek sağladı.

Aynı başarıyı Erdoğan’ın yeterince sağladığını kaç kişi söyleyebilir?

Bunda Erdoğan’ın iki tutumunun rol oynadığı ileri sürülebilir.

Birincisi, geri adım atmakla sonuçlanan bazı girişimlere verdiği destek.

İkincisi, dış politikayı, ‘İçeride bize karşı olan kesimleri, ABD ve Avrupa Birliği’nden alacağımız destekle yumuşatabiliriz’ anlayışına dayandırdığı izlenimi yaratması.

Bu anlayış AKP’yi bugüne getirdi; ama ilerisi pek berrak değil.

Oysa, içerde yaratılacak karşılıklı güvenin ardından dışarıya yönelmek, AKP’yi daha uzun soluklu bir başarıya götürebilirdi.

Tabii ki AKP yaptıklarının sonucunu sandıkta bulacak.

Ancak bugün, AKP’nin tek başına yeniden iktidar olacağını söyleyenlerin sayısının azalmakta olduğu da bir gerçek.

Bu tabloyu değiştirmek için karar da AKP’ye ait.

Önlerindeki süre de iki değil, en fazla bir yıl.
Yazının Devamını Oku

AKP’nin üç yılı (1)

25 Ağustos 2005
DÖRT yaşına basan AKP, üçüncü iktidar yılını da tamamlamak üzere.Kurulduktan hemen sonra, üstelik büyük bir çoğunlukla iktidar olan AKP’nin performansının, iktidar süreciyle değerlendirilmesi gerekiyor. Değerlendirme yapılırken kıyaslama da hükümet düzeyinde önceki koalisyon hükümeti, başbakan düzeyinde de önceki Başbakan Bülent Ecevit’le değil; tek başına iktidarın son örneği ANAP hükümetleri ve Turgut Özal’la yapılmalı. Böyle bakınca; Avrupa Birliği, ekonomik programı sürdürme, istikrarın korunmasındaki başarıların yanında, kullanılmayan önemli şanslarla bazı alanlardaki olumsuzlukları da görmek gerekiyor. ‘KÜRT SORUNU’ VE ‘SİYASAL İSLAM’Kullanılmayan şanslardan başladığımızda önümüze, Türkiye’nin de en büyük iki sorunu; Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın tanımı ile ‘Kürt sorunu’ ve siyasal İslam çıkıyor.AKP yönetiminde ve Başbakan’ın yakın çevresinde Kürt kökenli siyasilerin ağırlığı ortada. Ayrıca Güneydoğu’da, yer yer HADEP’i de aşan oy tabanına ulaşan ilk parti ise uzun bir zamanın ardından AKP oldu. Öbür yandan Başbakan Erdoğan da Siirt milletvekili. Bu avantajlara rağmen, üç yıl boyunca AKP’nin sırt üstü yatmayı yeğlediği bu konu Bakanlar Kurulu’nun tek bir toplantısının gündemli maddesi olmadı. Ta ki terör yeniden başgösterene, asker, ‘Artı ekonomik, sosyal önlemler alın’ diyene, aydınlar inisiyatif kullanana kadar. Bu aşamadan sonra Başbakan’ın, o da devletin diğer birimleri ile paylaşmadığı çıkışı yaşandı.Ancak, bu sürede terör örgütü, siyasallaşma yolunda büyük yol kat etti. AKP’nin ve Erdoğan’ın, son üç yılda en kritik günlerde bile sokağa çıkmayan siyasal İslamcı kesimlerle bağının güçlülüğünü; milli görüş çizgisinin AKP yönetiminde, Meclis grubunda ve Bakanlar Kurulu’ndaki büyük üstünlüğünü ise anımsatmaya bile gerek yok. Siyasal İslam’la ilgili sorunlarda AKP’nin, çıkarıldığı söylenen milli görüş gömleğinin baskısını üzerinden attığı değerlendirmesini yapmak pek olanaklı değil. YENİ MEVZİ KAZANMA ÇABALARI‘Taban’ gerekçesiyle, gündeme sık sık siyasal İslam’la ilgili gerginlik yaratan, ekonomiye olumsuz etki yapan konular getirildi. Üstelik, bu konulara çözüm bulucu paket projeler yerine, yeni mevziler kazanmaya yönelik çabalar öne çıkarıldı. ‘Bizim laiklik anlayışımız daha doğru’ denilerek, imam hatip, türban, Kuran kursları, zina gibi konular tek tek gündeme getirilirken örneğin; zorunlu din derslerinin, kamu binalarındaki sadece mescit bulunmasının laiklik devlet anlayışı ile nasıl bağdaştığı görmezlikten gelindi.AKP, bu alanda seçmen tabanında bugün daha küçük bir yeri kaplayan milli görüş oylarını, geniş kesimlerden aldığı büyük oy tabanına yeğledi. Böyle olunca da toplumsal uzlaşma ortamı yaratılamadı. Sonuçta da AKP, kadrolarının ve dayandığı oy tabanının verdiği güçle, sorunların taraftarlarını sistem içine çekmek yerine mevzi kazanmayı ve sırt üstü yatmayı yeğleyince Türkiye’nin hálá iliklerine kadar hissetmeye devam ettiği bu iki sorunu çözen parti olma şansını da kullanmaktan uzaklaştı.
Yazının Devamını Oku

Formula’dan sonra polis neyi diyemeyecek?

22 Ağustos 2005
<B>TOBB </B>Başkanı <B>Rifat Hisarcıklıoğlu’</B>nun Formula 1 daveti ulaştığında, önce gitmeye, sonra gitmemeye karar verdim.<br><br>Meğer büyük bir hata işlemek üzereymişim. Bunu duyan arkadaşlarım, etrafımı sardı:

‘Sakın gitmemezlik yapma. Bu çok önemli bir yarış. Saat yönünün tersine sürüş yapılacak. Pisti sürücüler ilk kez kullanacak. Üstelik sizin seyir terasınız en güzeli.’

Bazıları, ‘Ne olur kaçırma’ diye takla atmaya da kalkışınca soluğu İstanbul’da aldık.

PİST VARDI DA BEN Mİ SCHUMACHER OLMADIM

Yine de bir bilmez olarak bilene danışma gereği duydum.

Tek rallici tanıdığım Türkiye şampiyonu Serkan Yazıcı’ydı.

Onu herkesten heyecanlı buldum; ama heyecanı şahsiymiş!

Artık polisler yolunu kesip, ‘Kardeşim; yazık değil mi, bu lastikler milli servet, yakıyorsun’ diyemeyecekmiş.

Serkan’dan Türk Formula’da yarışçı olmadığını öğrenince ‘Bak tekerleri boşuna yakmışsın’ diye takıldım.

O da, ‘Yani Türkiye’de Formula pisti vardı da ben mi Schumacher olmadım’ karşılığını verdi.

Serkan’a göre bu Formula, Türk yarışçıları da ortaya çıkaracak; çünkü artık vatandaş otomobil yarışçısına ‘zengin bebesi’, yarışlara ‘zıpır eğlencesi’ diye bakmayacak.

Serkan, Özal sonrasının genci olduğu için iddialı da:

‘Formula yarışları kültür düzeyi yüksek ülkelerde yapılıyor. Göreceksiniz artık Türkiye bu alanda da çağ atlayacak.’

EN GÜZEL MANKEN PİSTİ ERKEN TERK EDİNCE

Bu propaganda altında yola koyulduk ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın startı verişini, hem de pistin büyük bölümünü gözlemleyen kulelerden birinde yerimizi aldık.

Start sonrası kuledekilerin bir o yana bir bu yana koşturduğunu görünce ‘Formula’nın Türkiye’ye bir de sağlık maliyeti olacak’ diye düşünmeden edemedim; ama en çok da Schumacher’in yarışı erken terk etmesi sonrası seyircinin içine düştüğü bunalımı kafama taktım.

O zaman Serkan’ın, ‘Yarışları firmaların araba tanıtımı, yarışçıları da tanıtım mankenleri gibi görmeli’ sözlerinin anlamını çözdüm.

En güzel manken yarışı terk edince, seyirci bunalıma girmişti.

Ama sonunda gördük ki, Raikkonen’in taraftarları da oldukça fazlaymış.

Böylece üzülenlerle sevinenler dengelenmişti.

Ama Türkiye yarışları kazasız belasız atlattığı için ne kadar sevinsek yeridir.

Bir de yarışçıların 330 km sürat yaptığı bölgeden izleyiciler de hiç değilse saatte 3 km hızla ayrılabilselerdi o da başka bir güzellik olurdu.
Yazının Devamını Oku

Mumcu’ya göre Erdoğan yakın çevre tuzağına düştü

18 Ağustos 2005
<B>ANAVATAN </B>Partisi Genel Başkanı<B> Erkan Mumcu</B>’nun daveti üzerine, Hacı Bektaş-ı Veli’yi Anma Törenleri’ne birlikte gidip geldik. Yol boyunca Mumcu’nun gündemindeki tek konu terör oldu.

Dönüş yolunda da Kırıkkale’de şehit Kıdemli Başçavuş Şevket Kaygusuz’un ailesine başsağlığı ziyareti yaptı.

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın, ‘Muhalefet kandan medet umuyor’ sözlerine çok içerlemiş olan Mumcu, tepkisini şöyle ortaya koyuyor:

‘Büyük haksızlık. Kendisini milletin vicdanına ve Allah’a havale ediyorum. Ama kendi vicdanına da. Bakanlar Kurulu’nda bu konuyu en az beş kez gündeme getirdiğimde sessiz kaldı, bir aydır genel görüşme isteğime de duyarsız. Dört ay önce de Norveç’te, ‘Kürt sorunu yoktur’ diyordu. Asıl kendisine bakmalı; ne oldu da birdenbire barış güvercini oldu?’

ERDOĞAN, KOMPLO DÜŞÜNCESİNDE

Mumcu, Erdoğan
’ın sorunun bölücülük boyutunu görmediğini savunurken, ‘Başbakan, tükenmekte olan PKK’ya ‘Kürt sorunu’ söylemiyle nefes üfledi’ diyor.

Erdoğan’ın, PKK patentli ‘Kürt sorunu’ ve ‘Demokratik Cumhuriyet’ ibarelerini konuşma metnine koyan yakın çevrenin tuzağına düştüğü görüşünde olan Mumcu, Başbakan’ın ‘tuzağa düşme’ nedenlerini ise şöyle açıklıyor:

‘Derin devletle PKK’nın kendisine, hükümetine komplo kurduğuna; hedefin de 3 Ekim müzakere sürecini durdurmak olduğuna inanıyor.’

ANAP lideri, Erdoğan’ın devletin hata işlediği yönündeki sözlerini de, ‘Bu PKK’nın barış koşullarından biriydi’ diyerek eleştiriyor.

Olup biteni anlamadığı, bölücü teröre karşı ne yapılacağını bilmediği için hükümetin, panik atakla komplocu zihniyete sarıldığını söylüyor.

Hükümeti, 1999 ile 1 Mart arasında ve 1 Mart sonrası ile bugün arasındaki farkı görmemekle de suçlayan Mumcu, farkı da ortaya koyuyor:

‘Terör artık dış politika haline gelmiştir. Ama ne yazık ki hükümetin anlayamadığı bu süreçte Türkiye pozisyonunu kaybetmiştir. Bu kayıp Kuzey Irak’ı geri üs olarak PKK’ya yeniden kazandırmıştır. Türkiye, ne yapıp etmeli kaybettiği pozisyona acilen ve mutlaka geri dönmeli.’

Mumcu,
bu noktada, ‘Ne acı ve tesadüfü eşzamanlılık: 70 yıl önce Musul’un kaderi çizilirken Türkiye bir Kürt isyanını bastırmakla meşguldü. Bugün de Kerkük’ün kaderi çiziliyor. Yine bir iç baş ağrısı’ diye dert yanıyor.

ANAYASAL VATANDAŞLIK

Mumcu,
Kürt vatandaşların sorunlarının varlığının farkında olduklarını; ancak çözümünün ‘anayasal vatandaşlık’ çerçevesinde aranmasını istiyor.

Etnik kökene göre değil, tereddütsüz ve samimi olarak herkes için demokratik hak ve özgürlüklerin genişletilmesi yollarını açmak gerektiğini savunan Mumcu’nun bazı önerileri de şöyle:

Anadilin öğrenimi olanakları başta olmak üzere yeni adımlar atılmalı.

Vatandaşın, hak ve özgürlüklerin öznesi olarak var olduğu bütün siyasal sisteme benimsetilmeli.

Refah yaratılmalı ve de adil bölüşülmeli; vatandaş da buna inanmalı.

Etno milliyetçilik hiç yok olmayacak; ama bunu bölücülük dinamiğine dönüştürecek tüm tutumlardan kaçınmalı.

‘Üç beş çapulcu’dan ‘terör’e; ‘Kürt realitesi’nden ‘Kürt sorunu’na geldik; ama sonuç ortada. Çünkü, işin bölücü boyutunun geldiği yeni evresi görülmüyor. Bu nedenle derhal TBMM’de bir genel görüşme yapılmalı.
Yazının Devamını Oku

Teröre karşı ‘Hüsam’ formülü

15 Ağustos 2005
<B>DSP-MHP-ANAP </B>koalisyon hükümeti döneminde yaşanan sorun veya krizlerden kurtulmanın tek formülü, Başbakan Yardımcısı <B>Hüsamettin Özkan </B>başkanlığında bir kurulun oluşturulmasıydı. Aynı formülün bu hükümet döneminde de uygulamaya konması hiç akla gelir miydi?

Bu sorunun yanıtı, Bakanlar Kurulu’nun terör gündemli son toplantısının içeriğinde.

Üç yıllık AKP iktidarı boyunca, terörü gündemli olarak ilk kez ele alan geçen haftaki Bakanlar Kurulu’nda Türk Silahlı Kuvvetleri’nin (TSK) ‘Terörle mücadele için yeni bir birim kurulsun’ önerisine çözüm aranırken ortaya ‘Hüsam Formülü’ çıkıyor.

OLUMLU GÖRÜŞ BİLDİRMEDİM

Toplantı MİT yönetiminin terör brifingi ile başlıyor.

MİT, sorunun siyasallaştığının ve dış politika haline geldiğinin altını çiziyor.

Bir parantez açıp, MİT’in, ‘Dış politika’ vurgusuna karşın ilginçtir, Dışişleri Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Abdullah Gül’ün dikkate değer bir değerlendirmesinin olmadığını kaydetmeli.

MİT, siyasallaşmanın ilk unsurunu ‘kurucu ortaklık talebi’ diye açıklıyor.

Önerilerini de; ‘Mutlaka topyekûn mücadele’, ‘Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı şemsiyesi’, ‘Demokratik açılım’ diye özetleyerek çekiliyor.

MİT’in ardından Başbakan Recep Tayyip Erdoğan bir kısa değerlendirme yapıyor:

‘Genelkurmay Başkanlığı’nda bana verilen brifing sırasında, yeni bir koordinasyon biriminin gerektiği anlatıldı. Konuyu dikkate aldığımı belirttim; ama olumlu görüş bildirmedim. Bakılması gereken bir konu.’

Erdoğan
’ın sözlerinin ardından, ‘Terörle daha etkin mücadele için yeni ne yapılabilir’ konusunda görüşme başlıyor.

TERÖRLE MÜCADELE KOORDİNASYON KURULU

Bu noktada Hüsamettin Özkan imzalı eski bir genelgeye dikkat çekiliyor.

Genelge ile Özkan’ın başkanlığında ilgili bakanların üyesi olduğu Terörle Mücadele Koordinasyon Kurulu oluşturulduğu belirtiliyor.

Genelgenin yürürlükten kaldırılmadığı, ancak bu kurulun AKP hükümeti döneminde oluşturulmadığına da işaret ediliyor.

Bu kez, ‘Özkan imzası sorun yaratır mı?’ tartışması yaşanıyor.

‘Genelge yürürlükte’ denilince, TSK’nın önerisini tam olarak karşılamasa da ara formül olarak bu kurulun oluşturulması görüşü benimseniyor.

Önceki hükümet döneminde de bu oluşum kamuoyuna açıklanmadığı için kurulun fiiliyata geçtiği konusunda bir şey söylememiz mümkün değil; ancak kurulun Abdullah Gül’ün başkanlığında oluşturulması büyük olasılık.

Erdoğan’ın, Gül’ü de Diyarbakır’a götürmesi bunun bir işareti değil mi?

Terör konusunda iki noktaya daha dikkat çekmek istiyoruz.

İlki, iki hafta önceki toplantıda, asfaltlanmayan yollar ve mayın tartışmasının gündem dışı olarak kabinenin önüne gelmesi ve bir bakanın, ‘Mayın döşemede, asfalt yolla stabilize yol arasında pek fark yok’ demesidir.

İkinci konu, geçmişteki bazı kabine toplantılarında, ‘1 Mart Tezkeresi’nin geçmemesi terörü etkileyecek’ uyarısı yapan bakanlar bulunduğudur.
Yazının Devamını Oku

Bir kadeh alır mısınız?

11 Ağustos 2005
<B>BAŞBAKAN Recep Tayyip Erdoğan</B> ile Rusya Devlet Başkanı<B> Vlademir Putin’</B>in, geçen ay Soçi’deki 5 saatlik buluşmalarında kayboldukları bir bölüm de vardı. İki liderin bu iki buçuk saat boyunca ne yaptığı merak konusu oldu.

Perdeyi araladığımızda bakın nasıl ilginç bir manzarayla karşılaşılıyor.

Putin’in rezidansında saat 19.00’da başlayan yemeğin sonunda, Putin, konuğuna jest olsun diye bir öneride bulunuyor.

KONSERE GİDELİM

‘Bugün Özel İşler Başkanımın doğum günü. Küçük bir davet veriyor. Davetliler arasında son dönemin popüler sanatçısı
Nikolay Baskov da var. Konser verecek; biz de dinleyelim’ diyor.

Erdoğan’ın ‘Olur’u üzerine, az kullanılan bir kapıdan çıkılıyor.

Dışarıda iki minibüs bulunuyor.

Öndekine, Erdoğan, Putin ve Rus tercüman biniyor.

Arkadakine iki Türk, bir Rus koruma atlıyor.

ESKORTSUZ YOLCULUK

Eskort ve siren kullanılmadan rezidanstan uzaklaşılıyor.

Burada araya girip, geride kalanların ne yaptığına bakalım.

Liderden uzun süre ses çıkmayınca, bir görevlinin kapıdan içeri bakıp, ‘Başkanlar yok’ demesiyle dışarıda bekleyen tüm Rus ve Türk görevliler yerlerinden fırlayarak salona giriyorlar.

Rezidansta panik yaşanırken, trafik kurallarına uygun yolculuğun ardından iki lider, doğum günü partisinin yapıldığı mekana çoktan ulaşıyor.

Davette 15-20 konuk daha var.

Hemen iki lider için diğer konuklardan uzakta, önde bir masa kuruluyor.

Biraz daha yakında ise korumalar için bir masa konuyor.

Liderlerin gelişi katılımcılar için de tam bir sürpriz oluyor ve bu katılım üzerine, Baskov ile üç arkadaşı hemen sahneye çıkmak durumunda kalıyorlar.

Konser tam iki buçuk saat sürüyor, bütün parçalar Rusça okunuyor; ama buna rağmen Erdoğan’da hiçbir sıkıntı emaresi görülmüyor.

Bunda Putin’in de rolü var.

Çünkü, Putin sık sık söylenen parçaların temalarını Erdoğan’a açıklıyor.

Durumu fark eden Baskov da gönül alıyor:

‘Sayın Başbakan, kusura bakmayın, benim için tam bir sürpriz oldu. Eğer önceden bilseydim; size mutlaka Türkçe bir parça da okurdum.’

BEN KOLA İÇEĞİM

Peki hiçbir resmi konuşmanın yapılmadığı masadaki en ilginç diyalog neydi?

Bizim adayımız, ikram bölümünde geçen kısa diyalogdur.

Bir garson iki lidere ne içeceklerini soruyor.

Putin, ‘Kırmızı şarap’ diyor.

Ve ardından, Erdoğan’a dönerek çok şaşırtıcı önerisini yapıyor:

‘Siz de bir kadeh alır mısınız?

Erdoğan çok şaşırıyor, Putin’in kendisinin içki konusundaki tavrını bilmemesi mümkün değildi; ama öbür yandan da bir Rus için şarap ikramı ile çay ikramı arasında fark yoktu.

Erdoğan, teklife teşekkür etmekle yetinip, ‘Ben kola içeceğim’ diyor.

BENİM KIZLAR ALMANCA OKUDU ÜNİVERSİTEYE GİDEMEDİ

Masadaki bir ilginç diyalog da çocuklarla ilgili sohbette yaşanıyor. Bu sohbette kız çocukları öne çıkıyor ve Erdoğan, türban sorununa hiç girmeksizin, kızlarının ABD’de okuduklarını anlatıyor.

Bu noktada Putin’in kızlarıyla ilgili bir itirafı geliyor.

Her iki kızının da Almanca eğitim veren bir lisede okuduğunu, büyüğünün geçen yıl mezun olduğunu; ancak üniversiteye girmediğini söylüyor.

Erdoğan, ‘Neden?’ diye sorunca şaşırtıcı bir yanıt geliyor.

‘Almanca eğitim, Rusça hakimiyetinde sorun yarattı; bu nedenle üniversite işi bir yıl gecikti.’
Yazının Devamını Oku