FELSEFİ planda “mutluluğun” peşinde koşmak, kelimenin olumlu anlamıyla, bir “yabanileşme” sürecidir.
Ama insanı sosyal bir varlık olarak tanımlarsanız, mutluluk; huzur, keyif ve uyum kavramlarıyla büyük ölçüde örtüşür. İçinde yaşadığınız toplum, kendince belirlediği kriterlere göre bizleri “başarılı” olmaya, adeta iter. Başarının ödülü refahtır. Ölçüsü kişiye göre değişen zenginliğe ulaşılamamışlık hali, toplumsal değerlere açık bir yapınız varsa kendinizi mutsuz hissetmenize yol açar. Bu noktanın sizi sürüklediği yer içine kapanık, huysuz bir kişilik profilidir. İşin enteresanı, zengin olmak mutlu olmanın garantisi değildir. Başarıyı avlama süreci, esasında kendinizi sürekli erteleme pahasına, yüklenen role dayalı bir “aferin budalalığı”dır. O yüzden gün gelir her insanoğlu bir soluklanır ve mevcut yaşamının kendisini “mutlu” edip etmediğini sorgular. Böylesi anlar bir “azalma” bir “hafifleme” ihtiyacının belirmesidir. Yorulan insan refleks olarak makarayı geriye sarmak ister. Çocukluk ve gençliğin mutluluk denkleminde materyal refahın baskısı yoktur. Oralarda bizleri sarmalayan, biçimleyen gelenek ve ritüellerin rahatlatıcı konforu vardır. Hayatın ilerleyen dönemlerini kendisiyle barışık geçirenlerin zemini, toplumsal değerlerin sindirilerek yaşanmasıdır. Diğer deyişle, yüksek özgüvenli bir “birey” kalitesini yeşertmeniz, “hazmedilmiş” kimliklerinizi doya doya yaşamanızla bire bir ilintilidir. Geçenlerde bir uzak Ege adasının kuytu bir yerleşim bölgesinde yerel halkın kendi aralarında gerçekleştirdikleri bir cumartesi gecesi eğlencesine tanık olma fırsatım oldu. Buzikiler eşliğinde bizim Ege’nin şarkıları, türküleri söyleniyordu. Gençler kendi kendilerine ve fakat Rum teyze ve amcalar mutlaka torunlarıyla dans ediyordu. Her geleneksel dans, ortamı aşan bir ciddiyetle, adeta çocuklara zerk edercesine eksiksiz figürlerle icra ediliyordu. Benzer duyarlılığı Anadolu’nun pek çok yerinde de gözlemlemiştim. Mesela, pek tabii sadece eğlence başlığı ile sınırlı değildir. Her yönüyle bir kültür öğretisi olan, örneğin Ramazan ritüelleri, Alevi şenlikleri, Ege’de ot mutfağı yarışmaları, safarat yemeklerini canlandırma çabaları, etnik müzik CD’leri, Osmanlı dizileri... Yeni yeni kıvam kazanıyor. Tüm bunlar toplumsal çeşitliliğimizin, kişiliğimiz inşa edilirken kendi çaplarında içimize yerleştirdiği tuğlalar. Bizler o birilerinin pek kutsadığı ittihatçı ideoloji ile bizi her anlamıyla da zenginleştirecek değerleri “aşırı ölçüde belli etmeme koşuluyla”, hafif ürkerek usul usul ve fakat eksik eksik yaşadık. Bize tariflenen sınırlar içerisinde esas olanın tektipleştirici kimlikler olduğuna inandırıldık. Şimdilerde, müthiş dünyevi maratonda arada durup soluklanmaya talip insanlar, örselenmiş kimliklerinin boşluğu ile aradıkları mutluluğu yanaştıracakları limanı bulmakta zorlanıyorlar. Hal böyle olunca “deşarj” vaziyetleri köksüz kimliksiz, imitasyon Çeşme Ayayorgi eğlencelerine kalıyor. İzmir kıyı insanlarının biçimlediği gençlik, galiba sıkı bir özeleştirici sürecini gerektiriyor. Yaşanan köksüzlük halleri yerleşiklik duygusunu azaltıyor, memlekette para kazanma keyfini yok ediyor, gençler İzmir dışına kaçıyor, hesapta dünya vatandaşı(!) oluyor, sonrasında düşük süngüsüyle, kırkında yılgın ve kaybetmiş kimliği ile memleketine dönüyor.