12 Haziran 2011
ISKALANMIŞ, ertelenmiş yaşamlarla bir garip ilişkisi vardır haziran ayının. Bakmayın siz yazın başıdır teranelerine. Kaçırdığınızı sindirdikten sonra, “aylardan temmuz” ise, Akdeniz akşamları mecburen kutsanacaktır.
Halbuki, yeni yıl ne büyük heyecanlarla başlamıştır.
Ocak ayı süt kuzu zamanıdır. İnanır mısınız bu defa erken bahar nergislerini mutlaka içinize çekmeye kararlısınızdır Karaburun da.
Hay Allah, mart gelmiştir. Kartlaşmış nergislerin şehir tezgahlarındaki hüznü çağlabadem heyecanı ile örtülmeye çalışılır. Hem, artık günler de uzamaya başlamıştır. Nisan’da mayısta Selimiye keyfi bambaşka olacaktır. Ey Kazdağları kurtuluşun yoktur bu defa...
Fakat her nedense, yağmur yağmıştır, grip çıkmıştır, dünya işleri hep sonraya bıraktırır kendinizi.
Derken, haziran gelir, ertelenmiş hayallerinizle. Akşamın dokuzlarına kadar kararmayan havalar çok da geç kalmadığınızı haykırır kandırıkçılığında. Oysa şunun şurasında ay sonuna doğru günler kısalmaya başlayacaktır.
Yılın tazeliği süratle irtifa kaybetmektedir. Kütür erik bile yumuşamaya başlamıştır. Yine pek çok şey ıskalanmış, hakkını verememenin iç oyuntusu benliğinizi kaplamaya başlamıştır.
Bari dersiniz şimdi deniz zamanı. Bir orta yaş monotonluğudur yaz. Siz onu değil o sizi yönetir klişeleri ile.
Heyecanları planlanmış ve uygulanabilirdir. Bugün de iyi geçmiştir Allaha şükür. Hem zorlu sonbahara mütemadiyen moral depoluyorumdur. Hoş acaba neden derinlerimdeki bahar kıpırtısı yoktur, bilemem.
Delikanlılık çağımızdaki cevher neden şairin sızıdır daha bir anlarsınız.
Sonbahar dinginliktir. Hesaplı olmanın ve genç olamamanın kabullenilmiş keyfidir. Gevşe ve zevk al halidir. Pişmanlıkların ambalajlandığı ve çaktırılmamaya çalışıldığıdır. Kışa dostluğun kaldırım taşlarının döşendiğidir.
Tarancı, dizelerini biyolojik yaşı esas alarak kaleme almıştı. Kendimizi ferahlatalım.
Efendim esasında her bir sene, her bir yaş için yeni bir başlangıçtır ve “zaman” kavramı “an”ların silsilesinden ibarettir. Tüm mesele ucunu bıraktığında akıp geçen zamanı “an” kutucukları ile kalitelendirmektir.
Üşenmek ve hayıflanmaktan uzak olması dileği ile herkese iyi yazlar.
Yazının Devamını Oku 5 Haziran 2011
TEKNOLOJİ insan hayatını kolaylaştıran ve refah üreten bir kavramdır. Yeri gelir kıt bildiğimiz kaynağı sonsuza dönüştürür, yerleşik ekonomi tariflerini alt üst eder. 21’inci yüzyıl bilgi toplumunda, teknolojinin “büyük yürüyüşüne” başladığı söylenebilir.
Hal öyle olunca gün gelecek herkes için “yüksek yaşam standartı” hayal olmaktan çıkabilecektir.
Buna da, Adem Baba’dan beri “zenginlik” denir.
Sosyolog ve felsefeciler hep varsaymışlardır ki, “geçim gailesini” halletmiş insanlar kendilerini geliştirecek konulara yönelir. Bu anlamıyla onlara göre geleceğin dünyasında özgür aklın, sanatın, estetiğin önemi artacaktır.
Ancak, “Vehbi’nin kerrakesi” öyle oluşmuyor.
Gelişen teknoloji adeta kendi ahlakını dayatıyor.
Kimi yaşanan örnekler gösteriyor ki, bu ileri teknoloji illeti yüzünden giderek “ürkek ve monoton birey” prototipi oluşuyor.
Bugünkü bilimin ışığında, yarının bilim kurgularının hiç de öyle kurgu olmayacağı anlaşılıyor.
Teknoloji başlangıçta yaşamımıza masum masum girdi. Kolayından trafik kurallarını ihlal etmemek gibi örneklerde hiç birimizin bir itirazı yoktu. Kayıtlı sisteme girip de vergi kaçırmak mümkün değildi. facebook’ta eski arkadaşlar ne güzel bulunuyordu...
Ancak, işin tadı bir noktadan sonra kaçmaya başladı. Örneğin; kullandığınız her kredi kartı sizin tüketim kalıplarınızı deşifre ediyordu, üzerinde taşıdığınız cep telefonu ile nerelere ne zaman gittiğiniz izlenebiliyordu.
Özetle; sürekli bir şekilde “mahrem alan” daralıyor, özel yaşamlar arzu dışı şeffaflaşıyordu.
Bu durum ister istemez insan özgürlüğünü kısıtlamaktadır.
Ahlak bireyin üçüncü kişilerle ilişkileri için geçerli bir biçimlemedir.
Özel hayatlar özel kalacaksa, ahlakın baskısını duymaz, hiç duymamıştır da.
İnsanlık tüm tutum ve davranışlarını toplumsal normlara göre ayarlarsa yaşam tam bir “çöl”e dönüşür. Her türden bireysel yaratıcılık, kendi paçasını, vasatın diğer ifadesi olan toplumsal değerlerin çekiştirmesinden kurtarabildiği ölçüde gelişir.
Tepeden birileri tarafından hayatın her alanının izlenebildiğini bilmek sizi “uslu ve uyumlu” bir kültürün askeri yapar.
Perşembenin gelişi bellidir.
Bilim ve teknoloji gün gelecek, örneğin; sizin DNA’nızı algılayan bir sistemle her anınızı kayıt altına alabilecek, bağlı olarak Madagaskar’da eşinizle el ele tutuştuğunuzda bu sıcak teması görebilecek ya da boğazınıza intikal eden lokmanın “ıstakoz” olduğunu teşhis edebilecektir.
Hele çıkardığımız hiçbir sesin uzayda kaybolmadığından ve geri çağırabileceğinden söz eden bilim adamları haklıysa esas gümbürtüyü o zaman seyreyleyin. Ortada ne Meryem Ana kalır ne mutlu kaynana.
Ne dersiniz, bizatihi özgür akıldan beslenerek gelişen bilim ve teknoloji giderek kendisinin infaz memuru mu olacak?
Yazının Devamını Oku 29 Mayıs 2011
BU memleket güney doğusu ile ilgili sorunlarını nasıl halledecek? “Bize göre” deyip görüşlerimizi belirtelim. Özellikle ülkenin batısında bu konuya ilişkin bazı çok katı tutumları gözlüyoruz.
Bakınız, bu ülkenin adı Türkiye’dir. İnsanlar, bölgesinin dışa kapalı Kürtleri hariç, bu coğrafyada Türkçe konuşur. İlber Ortaylı’nın tanımıyla “anne ve babası Türkçe konuşan İnsan Türk’tür”. Ancak bu hali abartmamak gerekir. Kendimize etnisik bir aidiyetten hareketle Türklük atfetmemiz, zorlamadır.
Bu topraklarda 36 ayrı etnisiteden insan yaşar. Ortak özellik, küsuratlar hariç, Müslüman oluşumuzdur. İnsanlarımızın bir kısmı hep buralıdır. Ege’de “Müslüman olmuş Rum’a Türk derler” diye bir deyiş vardır. Diğer önemli bir kısmı da dışarlıklıdır. Kırım’dan, Çerkezya’dan, Balkanlar’dan gelmişlerdir. Bu kesimler kendi anavatanlarını bırakmak zorunda kalmışlardır. Bu topraklar, onları ayrı dil, kültür, tarihlerine rağmen kabul etmiştir. O yüzden minnettardırlar ve derinlerde yaşadıkları bu eksiklenme sebebiyle ülkenin sorun yaratmayan yurtdaşları olmuşlardır. Resmi ideoloji onlara “Türklük” çıtasını teklif etmiş, onlarda giderek gönüllü asimilasyonun tarafı haline gelmişlerdir.
Peki, zamanının ikna edici gerekçeleri bugün geçerli midir? 21’inci yüzyıl Türkiye’sinde bu insanlar, hala “kendini aşırı ölçüde belli etmeme” baskısıyla mı yaşamalıdır. Herkes kendisi olsa tüm toplum zenginleşmez mi?
Böylesi bir “insani iade’nin” emareleri yok değildir, ancak zayıftır.
Güneydoğu insanı, farklı olarak zaten hep kendi coğrafyasında yaşamıştır. Tıpkı göçmenlerimiz gibi ayrı dili, kültürü vardır. O sebeple resmi ideoloji’ye karşı çıkışın ön saflarıdırlar.
Kendileri de “yaralı kuş” olan “Türk”ler kürt kökenli insanların taleplerine neden bu denli katı yaklaşıyorlar. Zehirli dillerimiz istikametinden nasıl bu kadar emin olabiliyor.
Hangi insani gerekçe birbirimizi öldürmemizi izah ediyor, haklı kılıyor. Faturayı yanlış yerlere kesme ihtimalimiz neden bir an bile aklımıza gelmiyor.
Bir türlü kavuşturulamadığımız makul ve sakin ruh iklimi, hiç şüphesiz bu ülkenin bölünmesinin oybirliği ile oluşacak engelidir.
Bırakın insanlar kendilerini yaşasınlar. Karşı çıkanlar kayıp yıllarını telafi etmeye çalışsınlar, çalınan kimliklerini aramaya koyulsunlar. Paylaşılmayan nedir? Türkiye toprakları ortak paydamızdır. Türkiyelilik, “insan” üst kimliğinde uzlaşmak, farklılıklarını korumak, birbirine amade kılmak, buradan hareketle ortak ülküler yaratmaktır.
Zorlama “birliktelik”, saygılı ve mutlu “beraberliğin” şansını yok ediyor. Bu anlamıyla Kürtler belki de hepimize bastırılmış gerçeklerimize dönüş idrakini hatırlatıyor.
Biraz özgüven, biraz empati, biraz mağdur dayanışması demokrasi paydasında bu ülke bütünlüğünün en önemli güvencesidir. Bunu görmek bu kadar mı zordur.
Yazının Devamını Oku 22 Mayıs 2011
6 MAYIS, ‘Darağacında üç fidan’ın yıldönümüydü.
Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan 12 Mart 1971 darbesi sonrasında asıldı.
Onlara dair zihinlerimizde hep naif ve romantik bir algı kaldı.
O dönemler dünyada sol değerler yükseliyordu. Bu insanlar gençti. Boğaz yerine hep birlikte şarkılı, türkülü Zap Suyu’na köprü yapılması gerektiğine inanan müthiş şövalyelerdi onlar.
Ancak, gönülden ve samimi olarak bağlandıkları ideoloji eksikti.
Demokrasi içermiyordu, büyütmekten ziyade bölüşmek ve paylaşmak üzerine odaklanmıştı, mülkiyete mesafeliydi...
Neticede dünya uygulamaları, ne acıdır ki tam bir fiyaskoya dönüştü.
Sonuçları itibariyle yanlış olduğu anlaşılan bir ideoloji ve bu uğurdan hayatlarının baharında ölen bu insanlar acaba neden bizlerde bir eksiklenme yaratıyor, vicdanlarımızda sızı oluşturuyor.
Yazının Devamını Oku 15 Mayıs 2011
SİYASET “iktidar” için yapılır.
Buna hiçbir itirazımız yok.
Ancak “iktidar” her şeye rağmen istenir mi?
Bu soruya yanıtımız “hayır”dır. Batı toplumlarınında, özellikle Kuzey Avrupa ülkelerinde siyasetçi kendisini “vazgeçilmez” görmez.
Demokrasinin olgunlaşma sürecinde olduğu bizim gibi ülkelerde ile siyaset bir yaşam biçimi, siyasetçi ise adeta ülkesinin kaderidir.
Hal böyle olunca da Makyavelizm tavan yapar, “amaca ulaşmak için her şey mübah” olur.
Demokrasinin tam oturmadığı, onun dingin kuralları üzerinde tam bir mutabakat oluşmadığı durumlarda, ister istemez yapay ideolojik ambalajlar ortaya çıkar.
Bu durum siyasi mücadeleyi sertleştirir, kaybeden olmak dünyanın sonu gibi düşünülür, ilgili taraflar toplumda gerginlik ve tedirginlik uyandıran bir anlayışla tuhaf bir siyaset zemini oluştururlar.
Yazının Devamını Oku 8 Mayıs 2011
SİVİL toplum kuruluşları demokratik kültürün vazgeçilmezidir.
Belirli bir amaç için bir araya gelen insanlar bu uğurda çaba
gösterirler.
Sivil toplumculuğun en kritik özelliği katılımcıların katkılarıyla bütçelenen “gönüllülük” esasıdır.
Kar amacı gütmeyen yapıları ve sosyal sorumluluk anlayışları ile projeler geliştirir ve kamuoyunu baskısıyla karar vericileri etkilemeye çalışırlar.
Toplumun “kanaat önderi” olan bu kuruluşlar her birikim seviyesinden hevesli insanların gayretleri ile faaliyet gösterir.
Bu kuruluşlar üye aidatları, bağış ve amaca uygun etkinliklerden gelir oluştururlar.
Pek çoğu kıt bütçelerle çalışır. Bu yüzden başta üyeleri olmak üzere destekçilerini hep bir fedakarlığa davet ederler.
Yazının Devamını Oku 1 Mayıs 2011
GAZETEDEKİ ilk yazımda İzmir’e yönelik temennilerimi sıralarken, “Siluetimize Süleymaniye gibi bir cami de dahil olsun” diye yazmıştım.
Sonrasında bu öneriye çok değişik tepkiler geldi. Nedense önemli bir bölümü “Ne alaka...”dan başlayan bir ihtiyatlılık sergiledi.
Bakınız kıyılarda dini seremonilere iştirak oranları ülkenin diğer yörelere göre çok daha hafiftir.
Bu halin pek çok sebebi vardır.
“Gavur İzmir” söylemi 100 yıl öncesi itibariyle bir vakadır.
Bugün İzmir yerleşiği gayrı Müslim nüfusun 3 bin kişiyi geçtiğini zannetmiyorum.
Birkaç sinagog ve kilise dışında faal ibadethane yok. Hele Rum Ortodoks kiliselerine rastlamak mümkün değil.
İzmir’in şimdiki yerleşikleri, hani öz İzmirli dediklerimizin önemli bir kısmı Balkan harbi, mübadele, Çerkez mezalimi ve benzeri sebeplerle sonradan bu topraklara gelenler. Anadolu’dan göç 1960’lı yıllardan sonra gelişen bir durum.
* * *
Yazının Devamını Oku 24 Nisan 2011
PAZARTESİ gazetelerinde küçük kupürlerde bir haber yer aldı.
“Çerkezler kimlik, dil ve kültürlerini yaşatıp geliştirebilecekleri şartların sağlanmasını istiyorlar.”
İşte budur.
Cumhuriyetin kuruluş felsefesinde oluşturulan paradigmalar kırılıyor ve kendini geliştirdiği yeni bir evreye giriyor. Lütfen bu gelişmelere “milli birlik ve beraberliğimiz” zarar görüyor endişesiyle yaklaşmayınız.
Koca bir imparatorluk bakiyesi olan bu coğrafya, o çağın koşullarına uygun olarak biçimlenirken bir takım katı sosyal mühendislik projelerine konu olmuştu.
İlk etapta misakı milli sınırları gayrimüslim nüfustan “arındırılmış”, bilahare devlet denetimli bir Müslümanlık anlayışı ile onun dünyevi taleplerine set çekilmiş, 36 ayrı etnisik nüfus Türk kimliği üzerinde konsolide edilmeye çalışılmıştır.
Şüphesiz bu uygulamaların pek çok ikna edici gerekçeleri vardır. Ancak her tercih esasında bir vazgeçiştir.
* * *
Dolayısıyla Cumhuriyet değerlerinin biçimlediği insan modeli laiklik kalitesine ulaşmasına rağmen kendi dini ve etnik kimliğine mesafelenmiştir.
Yazının Devamını Oku