Paylaş
Kimi tarihçiler Türklerle Kürtlerin tarihsel olarak bir eküri anlayışı içinde hareket ettiklerinde, aralarındaki uyuma paralel bağlı oldukları devlet yapılanmasının bölgesel etkinliğinin arttığını vurgular.
Şüphesiz bu tez doğrudur. Kaldı ki, meseleyi Kürt-Türk sınıflanmasından daha ziyade bu coğrafya insanlarının dayanışması olarak kabul etmek daha doğrudur.
Neticede Anadolu; 36 ayrı etnisik kimliğin beraberce harmanlandığı, birlikte yaşamanın ortak ülküler kökleştirdiği, herkesin her yeri kendi yurdu olarak gördüğü bir duygu paydasında yaşadı, yaşıyor.
Böylesi bir duygu ikliminin son 25 yıl içinde, üstelik artarak bozuluyor bir görüntü vermesi bizlere yakışmıyor, ötesinde üstümüze oturmuyor.
Bu garabet çatlağın tohumlarını, bir 19. ve 20. yüzyıl fenomeni olan milliyetçilik akımlarına bağlamak yanlış olmayacaktır.
Osmanlı etnik aidiyet duygusunu hiç yeşertmeyen bir yapılanmaydı. Düşünün, Kanuni’nin sadrazamı Sokollu Mehmet Paşa bir Sırp’tı, kardeşi ise Sırbistan’ın patriği.
Bu anlayış İttahat – Terakki ideolojisi ile değişmeye başladı. Cumhuriyet Türk kimliği üzere projelendirildi. Bir Kürt kendini aşırı ölçüde belli etmeme koşulu ile eşit vatandaştı.
Şüphesiz dünyadaki demokratikleşmeye paralel bu böyle gitmeyecekti.
Kürtlere yönelik hak arama çabaları bu anlamıyla sürpriz değildir.
İşaret fişeği 1984 yılında Eruh’ta atıldı.
Dünyada solun, sosyalistliğin henüz prestijini tüketmediği dönemlerdi o yıllar.
O yüzden Marksist ideolojiden beslenen bir anlayışla bugünün PKK’sına ulaşan bir direniş örgütlendi.
Marksizm ideolojik planda; paylaşımcıdır, hümanisttir, romantiktir... Ancak iki küçük (!) defosu vardır. Birincisi; hayatın gerçekleri karşısında pratiği yoktur, ikincisi; “demokratik” değildir.
Kendince bir kurtuluş mücadelesi veren Kürt hareketi doğal olarak demokratik olmayı benimsemedi, katı ve merkeziyetçi bir anlayışla yapılandı.
Kendi insanlarının kaderini yeniden belirleme misyonuyla yola çıkan hareketler, zaten inisiyatifi aldıkları noktadan itibaren de demokrasiyi rafta tutarlar.
İdeolojilerinin tasavvurları kitlelerin onayına terk edilmez. Her devrim kendi anlayışını oturtana kadar diktatörlüğü kendine hak görür. Lenin’den Stalin’e “Sosyalist devlet diktatörlüğü” böyle bir öyküdür, Castro’nun Kübası da. Cumhuriyetimiz bile 1946 yılına kadar demokrasiyi göze alamamıştır.
Kalkışma, devrim, kurtuluş mücadelesi, adına ne dersiniz deyin bu hareketi yönlendirenlerin “vefa” beklentisi halk nezdinde bambaşka parametrelerle değerlendirilir.
Churchill, 2’nci dünya savaşını kazanan bir başbakan olarak savaş sonrası ilk seçimde çöpe gitmiştir.
De Gaulle’nün Fransa’nın 5. cumhuriyetin kurucusu olması, seçim yenilgisine engel olamamıştır.
Bu son iki örneğin ayırıcı özelliği, bu ülkelerde demokrasinin olmasıdır. Diğer deyişle, ortada “sandık” varsa, meşakkati çektiğini düşünenler yönünden “takdir” garanti değildir.
İşte bugünkü PKK için sıkıntının kaynağı bu noktadır.
Hali hazır PKK’nın temsil ettiği zihniyet, haklı mağduriyetlerden neşet etmiş olsa da otokratiktir, demode marksisttir, aklı karışık milliyetçidir, dinden medet uman pragmatiktir, şiddeti meşru görür ve hepsinden önemlisi Kürt halkı için “en iyiyi ben bilirimcidir”dir. Bu anlayışların demokraside karşılığı yoktur.
Oysa, artık devir değişmiştir. Cumhuriyet hükümetleri geçmişin ayıplarını telafi noktasında müthiş açılımlar sağlamaktadır. Demokratik, makul, sürdürülebilir ve şüphesiz bütünlüklü bir ortak paydaya kamuoyu desteği dahil, hiçbir engel yoktur.
Önşart yeni başlangıçların “sandık”la yol alacak olmasıdır. “Sandık” ise bugünkü PKK’nın tabutunun çivisidir. Anlaşmak kendi tasfiyelerine imza atmakla eşanlamlıdır.
Halk; huzur, güven, ekonomik yarar ister. Kimseyi “dünün futbolu ile bugünün maçına çıkartmaz”.
Özetle PKK’dan böylesi bir özveri ve basiret ne kadar beklenirse, bizim “barış” umudumuz da o kadardır. Ne var ki “zamanın ruhu” örgüt ile halk arasındaki mesafeyi giderek açacaktır. İhtimal, giderek marjinalleşecekler, ancak “şiddet” enstrümanı sebebiyle hepimizin başı ağrımaya devam edecektir.
Paylaş