Şehirli olmayı ifade eden en kısa saptama budur esasında. Tamam kişisel başarı öyküleri, bireysel “paçayı kurtarmalar”, “her koyunun kendi bacağından asılması” serbest piyasa nizamının alfabesidir ama bu kuralsızlık, kurnazlık, ufuksuzluk, saygısızlık değildir. Evinizi temiz tutmak güzeldir ama bunu çöpünüzü komşunun bahçesine dökerek sağlayamazsınız. Şehirli olmak bir takım oyunudur aslında. Birbirini besleyen birbirinden beslenen, bu yolla bir artı bir’i üç yapan bir bilinçtir, ticarettir, akıllılıktır. Bu akıllılık; yerleşik olmak, dedenizin sokağında yaşlanmak, torununuzun bu yerlerde yaşlanacağı hissetmek, bu duygudan derin ve tarifsiz bir heyecan duymakla mümkündür. Akıllığın üstüne bastığı kaldırımlar biraz özgüvendir, biraz da tapusuz mülkiyet duygusunun içinizde genişlemesidir. İzmir, 1960’ların İzmir’i. Lütfen üstteki ve alttaki fotoğraflara bakın. Karşıyaka sahili, Alsancak Kordonu sağlıklı bir ağzın inci tanesi dişleri gibi. Durmuş oturmuşluğun mağrurluğu, nizam intizamın naifliği, elele oluşturulan özenin meydan okuması, hepsini bir arada görürsünüz. O karelerde “emaneti” göremezsiniz, emanete hıyaneti ihtimallere dahil edemezsiniz, cam körfezi lağıma döndürmeyi akıl edemezsiniz. Açıkça bu tahrip şehveti bir ayıp olarak algılanmadı bizim ürkek göçmenlerimizin zihinlerinde. Hep birlikte infazlar yaptık modernleşiyoruz diye. Hani “zararın neresinden dönülse kardır” denir, ama geride pek bir şeyde kalmadı. Yok Kadifekale’yi Kürtler mahvetmiş, yok Yeşildere bir rezil gecekonduymuş. Bunu diyenlerin o müthiş estetiğe kıyarak diktirdikleri sahildeki apartmanlarda oturup da ağzını açmaya ne kadar hakkı var. Hani nasıl derler. Esasında “yatacak yerimiz yok”. En iyisi susmak, mahcubiyeti derin bir azapla yaşamak.