Paylaş
12 Eylül yönetimi pek gönüllü olmasa da, ABD’nin görünmez eli Turgut Özal’a iktidar yolunu açmıştır.
Dışa kapalı ekonomik yapı süratli bir dönüşüm yaşayarak, toplumu tüketimle tanıştırmış ve bu olgu zenginliğe hevesli yepyeni bir insan profili şekillendirmeye başlamıştır.
O dönemler bu anlayışa uyumlu sloganlarını süratle türetmişti. Köşe dönmeci olmak marifetti, benim memurum zaten işini bilirdi. Bu kalıplar toplumumuzun ahlak çıtasına açık haksızlıktı.
Şüphesiz düzgün tutum alma, bu erdemi sıradan ve içsel bir özellik haline getirebilme bir bireysellik sorunudur.
Akıl, vicdan, kültür gibi öğelerin oluşturduğu bu doğal insani davranış, şayet böylesi bir tavrı besleyen altyapıdan yoksunsa işler çatallaşmaktadır.
Soru şudur; Türkiye toplumunda, sözünü ettiğimiz anlamıyla “bireysellik” yeterince derinleşmiş midir?
Bakınız, özgür ve kişisel tutumlar büyük ölçüde materyal refaha ilginiz arttığı ölçüde gelişir.
Bu toplumun ticari geçmişi yenidir.
Osmanlı; devlet yönetimini büyük ölçüde devşirmelere, ticareti gayrimüslimlere ihale etmiş bir yapıydı. Geniş Müslüman kitlelerin payına tarım ve yoksulluk düşüyordu.
Cumhuriyet bir yönüyle Müslümanların direksiyona geçmesidir. Ki onlar refah talebi konusunda acemilerdir. Yanı sıra rejim, o bildiğimiz ithal ikameci politikalarla kontrollü bir zenginliğin dışında, toplum zenginliğini önemsemeyen “fakir ama onurlu” bir model benimsemiştir.
Seçeneksizliğin kitlelere dayattığı pratik, dünyevi tatmin noktasında doğan boşluğun manevi değerlerle giderilmesi olmuştur. Zaten İslam dini de “bu dünya yalancı dünya” dememekte midir. Hiç ölmeyecekmiş gibi dünya, yarın ölecekmiş gibi ahiret için çalış hadisi kulak arkası edilmemiş midir?
Özetle demokrasi noksanlığı yanlış yorumlanmış teolojik algıyla “refahı”, bağlı olarak “bireyselleşmeyi” sığ bir hale getirmiştir.
Bu kabul, şimdilerde, ekonominin dışa açılmasına paralel kırılmaya başlamıştır. Fetullah Gülen hareketinin bu denli yaygınlık kazanması, zenginliği ve bunu temin etme adına ticari dayanışmayı ön plana çıkartmasıdır.
Ancak belki de İslam coğrafyasında ilk olan ve yeni yeni sentezlenen bu anlayış batı tipi bir bireyselleşmeye evrilme istidadı göstermemektedir. Oralarda tarihi mücadele burjuvazinin Kilise’yi eksiltmesi, bunun sonucu bireyselleşmeyi az dindarlık olarak tecelli ettirmiştir.
Kelimeyi vurguladığımız anlamıyla “Türkiye sentezi” ise, manevi değerlerle refah talebinin bir arada yaşanabileceğinin bir denemesidir.
Bu ilginç süreç “müteşebbis dindarlar” diye isimlendirebileceğimiz yepyeni bir sosyolojik katmanın doğumuna sebep olmuştur.
Muhafazakarlık zenginliğe giden yolu tetiklerken, zenginlik muhafazakarlığı beslemekte ve yaygınlaştırmaktadır.
Toplum ilk defa, maddi ve manevi doyumunu aynı istikamette, birbirini kollar hale dönüştürmektedir. Klasik batı öğretisinden farklı olarak zenginleşmeye paralel, dini moral değerleri seyreltme eğilimi gözlenmemektedir.
Bu olgu, Müslümanlığı batı dünyası karşısında “yenilmiş medeniyet” yapan bin yıllık makus talihin değiştirilme çabasıdır aslında.
Galiba, “muhafazakârlaşıyoruz” söylemlerine ürkek yaklaşan cumhuriyetin köksüz insanlarının meseleye bir de bu yönüyle bakmaları zamanı gelmiştir.
Paylaş