Paylaş
Kamu görevlileri vatandaşın hizmetlileridir. Ancak bu toprakların geleneğinde Devlet kutsaldır. Bu saptama esasında sadece devlet görevlilerin işine yarar, onları, misyonları olan “garson” vasfından çıkartır.
Demokrasilerde varsayılır ki, halkın oyuyla iktidara gelenler halk adına bürokrasiyi talimatlandırır, böylelikle temel inisiyatif sivil siyasettedir.
Bakınız, bu halin başlangıç vuruşu doğru, bir adım ötesi koca bir yalandır.
Bürokrasinin vazgeçilmez şiarı “onlar yolcu, bizler hancıyız” cümlesi üzerine kuruludur.
Mümtaz Hoca’nın (Sosyal) 1960 ihtilaline yönelik final analizi “Bürokrasinin burjuvaziye ağır basması”dır.
Bu saptamanın doğruluğu aşikardır. Üstelik bu görünmez mücadele tüm zamanlar için geçerliliğini korumaktadır.
Denilir ki, demokrasi kuvvetler ayrılığı ilkesi üzerine inşa edilmelidir.
Bu esastan hareketle yargı bağımsızlığının önemine vurgu yapılır.
Yargı mensubu bir kamu görevlisidir.
Şüphesiz bağımsızlığı kulağa olağanüstü hoş gelir.
Bağımsızlığı temin etmenin yolu, sivil siyasetinin bu yapı üzerinde etkisini azaltmaktır.
Sivil siyaset ya da o andaki siyasi iktidar halkın belli bir yüzdesinin temsilcisidir. Oysa, devlet tüm vatandaşlarındır.
Yargıyı siyasi iktidarların empozesine karşı bağımsız kılma çabası ayrı, yargının toplumun tamamının isterlerinden kopuk bir anlayışla kendini yetkili addetmesi ayrı bir şeydir. Böylesi “bağımsızlık” kuvvetler ayrılığı ilkesinin gereği olarak algılanmamalı, ötesinde zannedilmemelidir.
Hukuk, adına “kamu yararı” dediğimiz muğlak kavramlar, en az onun kadar tanımsız “hakim vicdanı” denilen ucu açık yetkilerle, halktan kopuk mecralara kolaylıkla savrulabilmektedir.
Anglo-Saxson düzeni bu tehlikeyi görerek yargı mensuplarının halk oyuyla seçilmesi ya da kamu vicdanın halktan oluşturulan jüriler marifeyle belirlenmesi gibi tedbirler oluşturmuştur.
Türkiye, devlet yapısı bu konularda vatandaşına güvensizdir.
Oysa bunun acısını hep çekmiştir. Örneğin; ordusunu politikacının “kirli emellerinden” koruya koruya 80 yıl boyunca askeri bürokratik vesayete teslim olunmuştur.
Sorun millete dair en doğruyu bildiğini düşünenlerin “asker” olması değil “bürokrat” olmasıdır.
Toplumu bekleyen yeni tehlike, bazılarının abarttığı gibi “sivil vesayet” değil, o sivil vesayeti de parmağında oynatmaya başlayan “apoletsiz bürokrasi”dir.
Bugünkü ülke fotoğrafında yetkilendirilmiş bürokrasinin siyasi iradeye rağmen kendi bildiğini okuma eğilimi, bizzat o siyasi iktidarı bile tedirgin eder hale gelmektedir.
Zira siyasi kadrolar demokrasinin mahsulüdür. Hayatın, dünyanın, dünyadaki gelişmelerin içindedir. Devamları “oy”u bağlıdır, interaktiflerdir, esnek olmak durumdadırlar.
Yüreklerini mühürleme ve bunun sonucu seçilebilme şansını kaybetme gibi bir lüksleri yoktur.
Bugün yaşanan bazı sıkıntılar konusunda, iktidar mensubu siyasetçilerin giderek artan açıklamaları bu halin göstergesidir.
Özetle; bürokratın atanmasında etkin rol oynamış dünya görüşü, referansı bir müddet sonra önemini kaybeder. Aslolan bürokrat kimliğidir. Bu kimlik tabiatında olan kültürle eskilerden bir farklılık taşımaz. Değişime ve gelişime kapalı yapısı ile o bildik statükosu oluşturur ve sivil siyaset ağır ağır avuta çıkar.
Paylaş