Oysa toplumumuzun önemli bir kısmı, yaşamlarının omurgasına inançlarını oturtmuşlardır. Öteye gitmeyin Kırkağaç’tan Ödemiş’e, Kütahya’dan Bolvadin’e bu ağır etkiyi gözlemleyebilirsiniz.
Dolayısıyla dindar nesil isteyenlerin hedef kitlesi bu insanlar değildir.
Bu geniş kitlelerin yanında “Cumhuriyet değerleri” ile yetişmiş ve sayıları on milyonlara ulaşan bir kesim daha vardır.
Bu kesimin dinle olan ilişkileri bilinçli bir şekilde mesafelendirilmiştir.
Şüphesiz bazı tarihi ve kültürel nedenlerle “Arabik anlayışlara” uzak olma hali de, “laik” dediğimiz bu kitleyi dindar söylemlere karşı önyargılı bir tutuma sürüklemiştir.
Bugün ülkenin en büyük problemlerinden birisi de laik denilen kitlelerin İslam dinine, ya da daha doğru anlatımla dindarlığı ön alarak çeşitli yaklaşımlar oluşturan kimselere aşırı ihtiyatlı bakmasıdır.
Oysa, o ihtiyatlı baktıkları kişilerin temsil ettiği zihniyet bu gün iktidardır.
Hemen hepsi “gerçeğin” bir yönüne işaret eder.
Mesele hiçbirinden tam vazgeçmeden, dünyanın ve ülkenin o günkü ahvaline uygun bir kombinasyon oluşturmaktadır.
Bu anlamıyla, bizim cumhuriyetimiz de 20. yüzyılın başlarında bu esasa göre yapılanmıştır.
Devletimiz ideolojik olarak “altı ok” prensibine göre inşa edilmiştir.
Bugün hala CHP’nin amblemi olan bu ilkelerin üç tanesi Fransız Devrimi’nden esinlenmiştir.
Bu ilkeler, “laiklik”, “cumhuriyetçilik” ve “milliyetçilik”dir.
Diğer üç illkede ise Sovyet Ekim Devrimi’nin izlerini görürsünüz.
Türkiye entelijisiyasının içine düştüğü derin bir ikilemden söz ediyorum.
Aydın olmanın alameti farikası ayrıksı olmadır, itaatsiz tutumlar geliştirmektir, özgürlükler adına toplumsal değerler tarlasına traktörü cesurca sürmektir.
Tüm bunlar hoşluktur, demokrasinin biraz da fütursuzluklara sevecen bir hoşgörü ile yaklaşması gereğini hatırlatır bizlere.
Ancak aydın olmak, kafayı kuma gömmek değildir. Çoğunluğun beklentilerini küçümsemek hiç değildir.
Halkı anlamaya çalışmak, zihnini bir an bile olsa onların bakış açısından işletmeye gayret etmek iyi bir şeydir. Öyle “halk yalakalığı” diye yaftalamamak gerekir.
Bir başka türlü çalışmaya hiç ihtiyaç hissetmemiş, referansını hep Batı değerlerinden almış aydın kafalar, itaatsiz olmayı o hayran oldukları batının bile yerleşik değerlerini zorlamak olduğunu zannettiler.
Aydın kimliği Sayın Başbakan’ın söylemlerinde örselenerek sorgulanıyor.
Esasında sorgulanan, bu topraklarda hükümran olduğu düşünülen aydınlar yönetimidir.
Türkiye’nin tarihine baktığınızda aydın saltanatının başlangıcını 1830’lu yıllara, birinci Tanzimat’a kadar götürebilirsiniz. Fransız İhtilali’nin etkileri, onun jakobenist kültürü, seçkincilik anlayışlarının tohumlanmasına yol açmıştır. Jöntürk hareketleri de özünde pozitivist ve materyalist fikirlerin yine aydın eliyle tedavüle sokulma gayretleridir. İttihat Terakki ve Cumhuriyet dönemi, zaten her yönüyle elitist bir kadro hareketidir.
Aydın yönetiminin şüphesiz iyi yönleri vardır. İdealler ekşimediği müddetçe, “kendilerince olması gereken”e doğru toplumları yönlendirirler.
Ancak her elitist yönetim anlayışı, kaçınılmaz olarak, halktan kopuktur.
Bu burukluğun sebebi, ifade edilenlerden etkilenmediğimden değil.
Her yorumcu muhakemesini bir sonuca bağlarken, bir zafiyetini bir türlü aşamıyor.
Herkesin bir zayıf halkası var. O da kendini bugünlere taşıyan başlangıç ocaklarının ona yüklediği değerler.
Tutarlı yorumlar o kişinin yetiştiği ortamların özeleştirisini de gerektirdiğinde, aşılmıştır denilen paradigmalar bir biçimde güncel değerlendirmeye eklemlenmeye çalışılıyor.
Bu defa samimiyet şüphesi ortaya çıkıyor.
Diyelim günümüzün değerli entelektüeli eski Ülkü Ocak’lı, ya da Dev-Yol’cu, ve yahut İslamcı.
Sonuç değişmiyor. Her yorum sahibi kendi kök referanslarını bir biçimde kolluyor, gençlik pratiğini teoriye uydurmaya gayret ediyor.
Kodlanmış bilgi birikimin, birikim de düşünebilmenin önünü açıyor. Düşünce, akıl yürütmek demek. Akıl dağınık bilgiyi tasnifleyerek bir önceki tespitin tekrarını yaşamadan duvarlarını yükseltiyor. Duvara eklenen her tuğla bir yönüyle yaşamı kolaylaştırırken diğer yönüyle kurallar oluşturuyor, kısıtlar koyuyor. Süreç on bin yıllık insanlık tarihinde hep bu şekilde işliyor. Ara da soluklanıyorsunuz, bir de bakmışsınız yaşama dair her şey, adına toplumsal değerlerimiz denilen yapay bir biçimlemeye dönüşmüş. Akıl zekayı adeta esareti altına alıp mütemadiyen kirletmiş. Yani, bir nevi “beşer kendi yapar kendi tapar” halleri oluşuyor. Felsefik planda bu olguya “yabancılaşma” deniyor.
Kendi özüne yabancılaşan insanoğlu akıl ve mantığın üzerine inşa edilmiş “erdem” yüklemesiyle kendini giderek çarkın dişlisi gibi algılamaya başlıyor. Gün geliyor, bu nokta da duyarlılık oluşmaya başlıyor. “Oldurtulmuş kimlik” içimizdeki isyanı tetikliyor. Özgürlük arayışlarına yelken açmaya çalışıyoruz. Akıl ve mantıkla mesafe alınamayacağı belli olduğundan vicdan ve sezgilerimizi devreye sokmaya çalışıyoruz. Ancak bu yol çok maliyetli. Alışılmışın dışına çıkmaya kalkışmak, huysuz, uyumsuz, itaatsiz bir tavra sürüklüyor insanı. Kimileri dozajı ayarlanmış aykırılığın prim yaptığını fark ediyor. Akıl bu defa vicdan ve sezgiyi esir alıyor.
“Önemli” olmak “değerli” olmaya tercih ediliyor. “Önde giden” yerine “önde gelen” olmak ahlaksız bir rant sağlıyor.
İmitasyon kimlik ambalajlanmış haliyle hükümranlığını sürdürmeye devam ediyor. Sözde toplumsal sorumluluk söylemiyle tezgahlanan tutum bireyselliği başlamadan bitiriyor. Şark kurnazlıkları kurumsal hale geliyor, tribünler coşuyor, vasat kutsanıyor, arınma başka baharlara kalıyor.
Sümeyya Erdoğan, “Hiç olmazsa ‘cafe’ değil ‘kafe’ yazsınlar, o bile daha iyidir” dedi.
Bakınız, “Türk Dili”, üzerinde tartışmamız gereken çok önemli bir konudur.
Orta Asya’nın içlerine kadar, zorlanarak ta olsa anlayabileceğimiz Türk dili, Anadolu coğrafyasında pek çok dil ve kültürle kaçınılmaz olarak yoğrulmuştur.
Anadolu’da kullanılan Türkçe’nin üzerindeki en büyük etki Arapça ve Farsça’dan gelmiştir.
Atilla İlhan’ın hafızalarımıza kazınan analizinde, “Bir imparatorluk ve ümmet kültürü olan Osmanlı’nın, Arapça ve Farsça’nın Türkçe üzerindeki etkisinden bir sıkıntı duymadığını, zaman içerisinde millet kültürünün ifadesi olan Türkçe ile bu dillerden gelen kelimelerin sentezlendiğini, dolayısıyla, esas olanın yaşayan dil olduğu ve illa kelimelerin etimolojik köklerine hassasiyet duymanın gereksiz olduğunu” ifade eder.
Bu görüşe paralel pek çok Türk dili uzmanı da Türk Dil Kurumu’nun dilde özleşme ve arındırma çabalarını gereksiz bulmaktadır.
Dilbilimci Nermi Uyar yaşayan Türkçe’ye kamu eliyle müdahalenin dili fakirleştirildiğini, çağrışım gücünü zayıflattığını belirtir. Gam, keder, yeis, hicran, elem, efkar, hüzün gibi her biri ayrı nüansa işaret eden kelimeler, öztürkçecilik gerekçesiyle sadece “üzüntü veya acı” ile ifade edilmeye çalışılırsa, bu fakirlik savunulamaz.
Özerk federasyon kanunla kendisine verilmiş yetkileri kullanmayı tercih etmedi.
Kararsızlığın getirdiği belirsizlikle futbol gemisinin her tarafından çatırtı sesleri yükselirken siyaset işe el koydu.
Anlaşıldığı kadarıyla ilk etapta federasyona yeni bir başkan “atandı”.
Bilahare takımların tüzel kişi olduklarından bahisle, “ortada bir suç varsa suçlu kulüpler değil, gerçek kişi yöneticilerdir” şeklinde, pek de hukuk mantığına uymayan bir yaklaşım geliştirildi.
Şimdi beklediğimiz, özerk federasyonumuzun bu çerçeveye uygun kararlar alması.
Yani, “küme düşme yok, yöneticiler cezalandırılacak, uluslararası kupalardan yasaklanırsak bu durumu dert etmeyeceğiz, kendi kendimize oynadığımız futbolun heyecanı bize yetiyor. Mert’e namert’e muhtaç değiliz.”
Buraya kadar tamam. Emir demiri keser, siyasi iradeye saygı duyarız.