Paylaş
Dört gün boyunca, deyim yerindeyse, gidilmedik, görülmedik yerini bırakmamaya gayret ettim.
Lübnan enteresan bir ülke. Diğer Ortadoğu ülkelerinden farklı olarak, devletin daha gevşek olduğunu hissediyorsunuz. Bu biraz da homojen olmayan nüfus yapısı nedeniyle, zorunluluktan. Beyrut farklı dinlerin ve kimliklerin bir arada yaşadığı, adeta bir karnaval alanı gibi.
Hıristiyan Araplar, Dürziler, Ermeniler, Sünni ve Şii Müslümanlar kentin yerleşikleri. Tüm bunları etkileyen Fransız badanasını da ihmal etmemek lazım.
Dikkatimizi çeken husus, kimle tanışsak, bir iki cümle sonrasında etnik ya da dini aidiyetini hemen ifade etmesi oldu.
Sanki yoğun yaşanmış iç savaşlar insanları kendi pozisyonunda katılaştırılmış gibi.
Ancak buna rağmen ortada bir yoğun ticaret var ve bağlı olarak gelen bereket her kesimi bir arada dalaşmadan tutabiliyor.
Şehir, bir zamanlar ünvanına ulaştığı “Doğu’nun Paris’i” nitelemesine tekrar geri dönmüş gibi.
Hani argoda, “Para var, huzur var” denilir ya, bu Beyrut için geçerli. Ancak huzur yapay ve sanki tekerlek döndüğü müddetçe geçerli. İnsanlar şimdilik baltaları gömmüşler, ya da daha doğru bir tespitle, fünyesi her an çekilmeye hazır el bombaları ceplerinde duruyor.
Şehrin kıyısında birkaç kilometrelik bant, otelleri, eğlence yerleri ile çok göz kamaştırıcı.
Yanı sıra Hıristiyanların yaşadığı kentin doğusu adeta Nişantaşı izlenimini veriyor.
Kentin merkezinde, Ömer Camisi’nin de bulunduğu tarihi bir bölgede dünyanın en önemli markalarının bulunduğu bir alışveriş merkezi var.
Hayat bu bölgelerde oldukça pahalı.
Fakir Ermenilerin yaşadığı bölgeye gittiğimde gözlerime inanamadım. Bir yer, bu kadar mı Anadolu şehirlerine benzer? Bir iki dükkana girdiğimde Türkçe konuşan genç insanlara rastladım. Anlaşılan evlerde Türkçe hala silinmemiş.
Basından çok okuduğumuz Lübnan Mutfağı ile ilgili izlenimimiz çok olumlu olmadı. Çiğ et, çiğ kıyma, safranlı, tarçınlı etler pek bize göre değil. Dönüş yolunu, hava muhalefeti nedeniyle karayoluyla Suriye üzerinden Antakya’ya yaptık.
Başlangıçta bu tercih biraz tedirgin etti. “Yol boyunca en çok ne gördün” derseniz, “Başer Esad’ın fotoğrafları” derim. Bir de Lübnan’a görece devlet tertipi ve otoritesi. Suriye katettiğimiz kıyı boyunca çok düzenli izlenim veriyor. Yol boyunca konuştuğumuz şoförler her nedense Başer Esad’ın arkasında batı basının yansıttığının aksine halk desteği olduğunu vurguladılar.
Benzer yoruma Antakya’da bazı STK’ların yöneticileri ile yaptığımız sohbetlerde de rastladım.
Onlar Suriye ile yaşanan gerginliğin sınır ticaretini sekteye uğrattığını ve bu işten zararlı çıktığımızı belirtiyorlar.
Yani mesaj hep aynı. Ticaret sihirli bir şekilde gerginlikleri yumuşatıyor, ilişkileri geliştiriyor ve bu insanları mutlu kılıyor.
“Komşularla sıfır sorun” politikası, son dönemlerde biraz askıya alınmış olsa da, anlaşılan son derece önemli ve doğru bir yaklaşım.
Son olarak; Türkler tüm bu yerlerde itibarlı insanlar ve biraz temkin, biraz hayranlıkla baktıkları ve zihinlerinde farklı bir rafa yerleştirdikleri bir millet olarak algılanıyoruz.
Paylaş