Paylaş
Kodlanmış bilgi birikimin, birikim de düşünebilmenin önünü açıyor. Düşünce, akıl yürütmek demek. Akıl dağınık bilgiyi tasnifleyerek bir önceki tespitin tekrarını yaşamadan duvarlarını yükseltiyor. Duvara eklenen her tuğla bir yönüyle yaşamı kolaylaştırırken diğer yönüyle kurallar oluşturuyor, kısıtlar koyuyor. Süreç on bin yıllık insanlık tarihinde hep bu şekilde işliyor. Ara da soluklanıyorsunuz, bir de bakmışsınız yaşama dair her şey, adına toplumsal değerlerimiz denilen yapay bir biçimlemeye dönüşmüş. Akıl zekayı adeta esareti altına alıp mütemadiyen kirletmiş. Yani, bir nevi “beşer kendi yapar kendi tapar” halleri oluşuyor. Felsefik planda bu olguya “yabancılaşma” deniyor.
Kendi özüne yabancılaşan insanoğlu akıl ve mantığın üzerine inşa edilmiş “erdem” yüklemesiyle kendini giderek çarkın dişlisi gibi algılamaya başlıyor. Gün geliyor, bu nokta da duyarlılık oluşmaya başlıyor. “Oldurtulmuş kimlik” içimizdeki isyanı tetikliyor. Özgürlük arayışlarına yelken açmaya çalışıyoruz. Akıl ve mantıkla mesafe alınamayacağı belli olduğundan vicdan ve sezgilerimizi devreye sokmaya çalışıyoruz. Ancak bu yol çok maliyetli. Alışılmışın dışına çıkmaya kalkışmak, huysuz, uyumsuz, itaatsiz bir tavra sürüklüyor insanı. Kimileri dozajı ayarlanmış aykırılığın prim yaptığını fark ediyor. Akıl bu defa vicdan ve sezgiyi esir alıyor.
“Önemli” olmak “değerli” olmaya tercih ediliyor. “Önde giden” yerine “önde gelen” olmak ahlaksız bir rant sağlıyor.
İmitasyon kimlik ambalajlanmış haliyle hükümranlığını sürdürmeye devam ediyor. Sözde toplumsal sorumluluk söylemiyle tezgahlanan tutum bireyselliği başlamadan bitiriyor. Şark kurnazlıkları kurumsal hale geliyor, tribünler coşuyor, vasat kutsanıyor, arınma başka baharlara kalıyor.
Paylaş